- ABC Gazetesi
BEŞİNCİ BOYUT
Öyle görülüyor ki, Erdoğan-AKP iktidarının hem iç hem de dış politikasını belirleyen ortak değişken Suriye oldu. Erdoğan yönetimi, iktidarını sürdürebilmek ve dinci-faşizan bir rejimi geri dönüş eşiğini aşacak şekilde yerleştirebilmek için, kendisine 'Merkezi Avrasya' ölçeğinde bir “yaşam alanı” oluşturmaya çalışıyor. Bu amaçla bölge jeopolitiğini söz konusu siyasal hedefe uygun olarak yeniden düzenlemek istiyor.
Çünkü Erdoğan-AKP iktidarı, eline geçirdiği Türkiye için amaçlarına uygun ve yaslanacağı bir “hinterland” oluşturamadığı taktirde ayakta kalamayacağını görüyor. Daha da önemlisi, hem bölgesel hem de küresel ölçekte bütün iddiaları çöken; siyasal, kültürel ve toplumsal bir gelecek projesi olarak iflas eden ve "kriminal bir vaka" haline gelen siyasal islamcılığın kaçanılmaz sonunun kendisini için de geçerli olacağını biliyor.
Sorunun temeli şurada yatıyor; Erdoğan-AKP iktidarı, Ahmet Davutoğlu’nun ortaya attığı ve hiçbir tarinsel, sosyolojik, iktisadi ve kültürel temele dayanmayan; bilim dışı, gerçeklikten kopuk ve salt "ideolojik" bir hipotez üzerinden Türkiye dış politikasını yürütmeye çalışıyor. Davutoğlu bu hipotezi, 2013 yılında yayınlanan ve dış politika konuşmalarına da yer verdiği “Teoriden Pratiğe” adlı kitabında ortaya atıyor.
Bu hipotez şöyle özetlenebilir:
Batı uygarlığı kriz halindedir ve bu krizden çıkabilmesi için yeni bir kültürel alaşıma ihtiyacı vardır. Çin ve Hint uygarlıkları kapalı kıta kültürleri oldukları için böyle bir alaşımı gerçekleştirecek yeteneğe ve dinamiklere sahip değil. Böyle bir alaşımı yaratabilecek tek uygarlık havzası İslamdır. Çünkü İslam dininin elinde çok önemli bir güç, farklı milletler tarafından bütün dünyada okunan bir kitap, Kuran-ı Kerim bulunuyor.
Diğer taraftan İslam, Batı uygarlığıyla da ilişki içindedir ve evrensel bir karaktere sahiptir. Dolayısıyla Batı uygarlığının birikimini de içine alarak onunla bir alaşım oluştarabilecek yegane kültürdür. Daha da önemlisi uzun vadede Batı uygarlığını aşma ve yükselme potansiyeline sahip tek uygarlık havzasıdır.
Türkiye, İslam dünyasının en gelişkin ülkesi ve bir 'cihan imparatorluğu' olan Osmanlı’nın da varisi olduğu için, bu projeye öncülük edecek tek ülkedir. Eksik olan, bu perspektife sahip bir tarihsel iddia, kültürel bakış, islamcı siyaset ve önderliktir. İşte Tayyip Erdoğan liderliğindeki AKP iktidarı, bu tarihsel ve kutsal amacı gerçekleştirebilecek tek odaktır. (Ayrıntılar için bkz. Ahmet Davutoğlu, Teoriden Pratiğe / Türk Dış Politikası Üzerine Konuşmalar, Küre Yayınları, İstanbul 2013)
Şaka gibi, ama tam olarak böyle.
Burada hemen altı çizilmeli ki; “Batı’nın birikimi” denildiğinde, islamcılar bunu teknik ya da fen olarak anlıyor. Yani bu uygarlığı, tekniği ya da fenni asıl yaratan güç durumundaki kültür, bilim ve akılcılık reddediliyor. Bu klasik dinci ve (kısmen) muhafazakar yaklaşımın asıl açmazını tam da bu tutum oluşturuyor.
Mezhepçi eksen, değişen dengeler
Yukarıda özetlemeye çalıştığım siyaset, tarih ve kültür projesi, kaçınılmaz olarak bölgede bu anlayışa uygun bir jepolitik ortam yaratmak zorundaydı. Bu amaçla diğer İslam ülkelerini bu anlayışa kazanmak ve liderliğini kabul ettirmek belirleyici düzeyde bir önem kazandı.
AKP bu nedenle Mısır’da M. Mursi’nin devrilmesine şiddetle karşı çıkan tek ülke olarak kaldı. Laik Suriye rejiminin yıkılmasını kendisi için yaşamsal bir amaç haline getirdi. Ve yine bu nedenle Suudi Arabistan ve Katar ile mezhepçi bir eksen oluşturdu.
AKP bu dönem boyunca ABD ve Batı’yı iki yüzlü bir tutumla (takiye) idare etti. Devleti tamamıyla ele geçirene kadar başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerle yüz kızartıcı bir işbirliğine yöneldi. Onların bölgedeki bütün kirli işlerini gördü, Kendi hedeflerine de çok denk düştüğü için, Suriye’de Batı adına bir vekalet savaşı yürütmeyi kabul etti. Bütün bunların karşılığında ise, Cumhuriyeti tasfiye sürecinde yaşamsal bir destek aldı.
Sonuç olarak Suriye, AKP ve Erdoğan için iktidarları ve tarihsel hedefleri bakımından stratejik bir önem kazandı. Ancak, Esad rejiminin beklenmedik ölçüde güçlü bir direniş sergilemesi, Rusya ve İran’ın devreye girmesi, tutarlı bir önderlik ve örgütlülükten yoksun da olsa AKP iktidarına karşı ülke içinde güçlü bir muhalefetin oluşması bu hesapları bozdu.
Rusya’nın süper bir güç olarak fiilen devreye girmesi, Suriye’de ve bölgedeki bütün dengeleri değiştirdi. ABD ve NATO’nun Rusya ve İran’ın da içinde olacağı topyekün bir savaşı göze alamadığı için (çünkü Çin’in de dahil olacağı bir 3. Dünya savaşı demekti) geri çekilmesi, AKP iktidarını bölgede yalnızlaştırdı. Batı’nın, “Esad’lı bir siyasi çözüme” yanaşması, Erdoğan yönetimi için tam bozgununa dönüşmeye başladı ve AKP iktidarının dış politikası çöktü.
AKP Suriye denkleminin dışına düştü
Suriye denkleminin dışına düştüğünü gören ve yenilginin kaçınılmaz olduğunu anlayan Erdoğan-AKP iktidarı, son bir hamleyle fiili bir durum yaratmak istedi. ABD ve NATO’yu sıcak çatışmanın içine çekmeyi ve Rusya karşısında konumlandırarak Suriye’deki iddialarını sürdürmeyi planladı.
Ancak, ABC’nin ‘Keskin Kalem’ köşesindeki baş yazısında da ayrıntılı bir şekilde göstermeye çalıştığım gibi, bu plan, daha doğrusu provokasyon tutmadı. Dahası, tam tersine dönerek Erdoğan ve AKP’yi vuran bir nitelik kazandı. Rusya’ya ait savaş uçağının düşürülmesinden sonra ABD ve NATO, “Bizi karıştırmayın, sorunu aranızda çözün” anlamına gelecek bir tutum takındı. Batı Türkiye’ye güçlü bir destek vermekten kaçındı. Bu tutumun oluşmasında IŞİD’in gerçekleştirdiği Paris katliamı önemli bir rol oynadı.
AKP Hükümeti sonunda Türkiye’yi hem Rusya hem de Suriye ile savaşın eşiğine getirdi. Cihatçı terör çetelerine karşı Suriye yönetimi ile ortak operasyon yapan Rusya’ya ait bir savaş uçağının, Türk hava sahasını ihlal ettiği gerekçesiyle, vurulması, sonuçları şimdiden kestirilimeyecek derin bir krize yol açtı.
İran’ın savaşa girmesi kaçınılmaz
Peki, Türkiye Rus savaş uçağını düşürme aşamasına nasıl geldi?
Bunun güncel boyutlarını ve nedenlerini, yukarıda da işaret ettiğim, “AKP İktidarı düşürdüğü uçağın altında kalıyor” başlıklı başyazımızda anlattık. Şimdi analizi biraz daha daha derinleştirerek olayın siyasal ve tarihsel oylumuna (kısaca) bakalım.
ABD, İsrail ve Batılı ortaklarının çıkarları için Suriye’de Beşar Esad’ın liderliğindeki BAAS rejimini devirmeye kalkan AKP Hükümeti, yüzde 95’inin yabancı olduğu belirtilen radikal İslamcı güçleri 5 yıldır desteklemeyi sürdürüyor. Kiralık katillerden, paralı askerlerden ve küresel cihatçılardan oluşan bu haydutlar sürüsüne silah, para ve üs sağlamaya devam ediyor.
Öyle anlaşılıyor ki, AKP kendisini iktidara getiren ve orada tutan güçlere bir bakıma diyetini de ödüyor. Türkiye’yi kendi dinci dar “ideolojik” hedefleri doğrultusunda dönüştürmek pahasına, ülkeyi durduk yerde kirli bir savaşın içine çekiyor. ABD ve Batılı ortaklarının uzun vadeli bir yeni sömürgeci projesinin parçası olan, “Ilımlı İslam” siyasetini ayağına gelmiş bir “fırsat” sanıyor.
Bilindiği gibi, ABD ve Batılı ortakları, Libya’nın tersine Suriye’ye doğrudan bir müdahaleden kaçındı. Çünkü bu durumda Rusya ve İran’ın doğrudan, Çin’in ise dolaylı şekilde içinde yer alacağı bir bölge savaşı çıkabilirdi. Suriye’den sonra hedefin İran olacağı açıktı. Yükselen ve sistem dışı bir bölge gücü olan İran, ABD ve Batı emperyalizmine karşı direnen Şii ekseninin merkeziydi. Bu nedenle İran’ı tasfiye etmek, asıl amaçtı.
Bir nükleer güç haline gelen İran bunu gördüğü için, Suriye’ye doğrudan bir askeri müdahale halinde savaşa gireceğini tam üç yıl önce ilan etti. Dahası, ilk hedef olarak Türkiye’yi vuracağını da açıkladı. Türkiye’yi 2012’de ziyaret ederek dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’la görüşen İran Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Muhammed Rıza Sani, daha Ankara’dan ayrılmadan yaptığı basın toplantısında Türkiye’yi şu çarpıcı ifadelerle uyarıyordu:
“Türk devlet adamlarını uyarıyorum. Suriye milleti ve devleti aleyhine Erdoğan Hükümeti’nin yapacağı her türlü askeri eylem, Ankara için bir intihar olur. Ankara çok acı bir olayın içinde olduğunu bilmeli ve bu büyük hatayı yaparsa Türkiye’de de bir savaş çıkmasını beklemelidir.”
Diplomatik nezaket ve teamüller bir yana bırakılarak yapılan bu şaşırtıcı açıklama, durumun ciddiyetini ve olan bitenin bir oyun olmadığını göstermesi bakımından büyük önem taşıyordu. Nitekim, Türkiye’nin Rusya ve Suriye ile neredeyse bir savaşın eşiğine gelmesi Rıza Sani’nin öngörüsünü doğrulayacaktı.
Rusya ve üçüncü dünya savaşı
Rusya’nın ise, Suriye’nin kaybedilmesi halinde bütün bölgeyle, geniş anlamda Ortadoğu’yla fiziki ilişkisi kesiliyor. Akdeniz’deki savaş filosunun –ki bu filoda uçak gemisi de bulunuyor- yanaşabileceği ve ikmal yapacağı tek bir liman kalmıyor. Suriye’nin Tartus liman kentinde ve Lazkiye’de üsleri bulunan Rusya’nın bu ülkede asker, uzman ve danışman olmak üzere binlerce yurttaşı yaşıyor.
Rusya için Suriye’nin kaybedilmesi, sadece Ortadoğu’nun değil, Akdeniz’in de kaybedilmesi anlamına geliyor. Bu durumda 'Merkezi Avrasya’da süren gezegene hâkim olama mücadelesinde denklem dışına düşüyor. Dolayısıyla Rusya’nın Suriye’nin düşmesine izin vermesi hiçbir şartta mümkün görünmüyor.
Eğer Suriye’ye ABD ve NATO açık bir müdahalede bulunsaydı, bu saldırının yatay ve dikey gelişecek bir bölgesel savaşa dönüşmesi kaçınılmazdı. Bütün bölge ülkelerine yayılacak etnik çatışmaları ve mezhep boğazlaşmalarını tetikleyecekti.
Bu bölgesel yangına Çin’in de kayıtsız kalamayacağı düşünüldüğünde, çatışmaların yer yer nükleer silahların da kullanıldığı bir dünya savaşına dönüşmesi sürpriz olmayacaktı.
Tam da bu nedenle, ABD ve Batılı ortakları (buna İsrail’de dahildir) Suriye’ye açık bir müdahaleden çekiniyordu. Bunun yerine Türkiye’yi kıştırtarak, bir vekalet savaşı yoluyla Esad rejimini devirmeyi planlıyorlardı. Tayyip Erdoğan ve AKP hükümetinin Suriye ve bölge denklemdeki rolü bundan ibaretti. Ancak, Erdoğan bu rolü abarttı ve kendi siyasal hedefleri için kullanmaya çalıştı.
Ufukları imam hatip tedrisatını aşamayan ve matamatiksel düşünce kapasitesinden yoksun oldukları görülen AKP yönetiminin, Suriye krizinin bu derenliğini kavrayamadığı ve kendilerine biçilen rolü abarttığı olaylar tarafından doğrulanıyordu.
Ortadoğu’nun cumhuriyetçi İspanyası; Suriye
Suriye, Arap ulusçuluğu ve aydınlanmasının en önemli havzasıdır. Arap-İslam dünyasında laik ve halkçı rejime sahip son ülke sayılabilir. Ortadoğu’da ABD ve İsrail’e direnen, Filistin’in kurtuluşu için yürütülen 50 yıllık mücadeleyi desteklemeye devam eden tek Arap devletidir. Dolayısıyla Suriye’ye saldırı, küresel gericiliğin ve emperyalizmin en önemli hamlelerinden biridir.
Bu nedenle Suriye direnişi, insanlığın bütün ilerici birikiminin savunulmasıdır. Emperyalizm ve küresel gericiliğe karşı direniş ekseninin en önemli halkasıdır. Bu yanıyla Cumhuriyetçi İspanya’nın 21. yüzyılın ilk çeyreğindeki yorumudur.
