- ABC Gazetesi
Mustafa Koç’un ölümü medyayı ağıtçı ve methiyeci koroya çevirdi
‘Yoksul ölünce istatistik olur; zengin öldü ‘grafik’ oldu, ‘canlı yayın’ oldu. Yoksul ölünce geride gözü yaşlı aileler bırakıyordu, zengin ölünce geride ‘gözü yaşlı koca bir ülke’ bıraktı. Büyük yazar Tahsin Yücel’in ölümü, patronun ölümü yanında görmezden gelindi.
Yıllar evvel televizyonda dönen bir reklam sinirlerimi zıplatıyordu. Her rastgeldiğimde kanalı değiştirmiyor daha da öfkelenmeyi tercih ediyordum. Bu reklam beyaz eşya üreten Bosch firmasının reklamıydı. Üreten demişken, ‘üretici firma’ tabiri ne kadar doğru, tartışılır. Bu ‘kurumsal’ kimlik, emekten yana olan kişilerin tanıyacağı türden bir kimlik değildir. Üreten işçiler iken ürettiğini iddia eden, firma; servet edinen, kaymağı silip süpüren ise firma sahipleridir. Neyse, bunlar hepimizin bildiği şeyler. Peki, diğer reklamların ötesinde niçin bu reklama sinir oluyordum? Kurucusunun vakti zamanında sarf ettiği bir söz kullanılıyordu: “İnsanların güvenini kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim”. Hazret her ne hikmetse hiç para kaybetmemişti!
Düz de olsa, iyi kötü bir mantık yürütürsek bu sözü söyleyen kişinin tüm malı mülkü değilse bile para kaybetmesi gerekirdi; lakin bugün Bosch’un o çok sevilen yakıştırmayla ‘dünya devleri’ arasında olduğunu görüyoruz.
Ne var bunda diyebilirsiniz. Bu enikonu bir reklam metni ve en tepedeki adamın ‘ilkeleri’ metne güzelce sindirilmiş. Evet, ne var bunda? Kapitalizmin temel işleyişinin namusluluk olarak addedilmesi dışında bahsi geçen söze özdeyiş muamelesi yapılması zihinsel bir fakirliği gösteriyordu. Bu basit tüccar sözü, söyleyeni dünyanın önde gelen sermayedarlarından olunca bir anda parlıyor ve fark edemediğimiz bir anlamla yükleniyordu. Hani aynı sözü bir bakkal söylese rahatlıkla dalga geçilirdi. Bosch’un bu sözü biraz daha piyasaya çıkmasa, muzip şovmenlerimizden biri olaya el atıp bir bakkalın ağzından söylenmişçesine malzeme yapabilirdi.
Bu sözün bende uyandırdığı duyguları yıllarca yazmak istedim, kısmet bugüneymiş.
Zihinsel fakirlikten girdim meseleye, duygusal fakirlikten sürdürmek istiyorum. Geçtiğimiz hafta işadamı Mustafa Koç sabah sporu yaparken kalp krizi geçirip hayatını kaybetti. Elbette ‘ülkece’ yasa girdik, ‘büyük bir değerimizi’ yitirmiş olduk. Koç’un son yaşamsal fonksiyonlarını tv kanalları grafiklere dökerek yansıttı. Zenginin yaşamı olduğu gibi ölümü de hiç şüphesiz gözümüze sokuldu. Bu anlamda sosyal medyada yerinde saptamalar da yapıldı. Bunların birinde ‘yoksul ölünce istatistik olur’ diyordu. Zengin öldü ‘grafik’ oldu, ‘canlı yayın’ oldu.
Yoksul ölünce geride gözü yaşlı aileler bırakıyordu, zengin ölünce geride ‘gözü yaşlı koca bir ülke’ bıraktı.
Koç’un ölümü ülke genelinde ‘her fani ölümü tadacaktır’ düşüncesini pekiştirdi. Sanki Koç’un veya bir başka milyarderin ölümsüz olma ihtimali vardı. Hemen ardından ‘kefenin cebi yok’lar havada uçuştu yine twitter kuşunun kanatlarında taşınarak. Özcesi zenginin yalnızca malı yormadı züğürdün çenesini, ölümü de yordu.
Medyanın aktarımı
Medyanın olaylara yaklaşımı konusunda iki çizgiden bahsedebiliriz. Yandaş ve yandaş olmayan medya ayrımını fazlasıyla suni buluyorum. Siyasal iktidarın yandaşı olmayan, yanında saf tutmayan ana akım medya siyasal iktidarı eleştiren vatandaşların taleplerini ne ölçüde karşılıyor? Karşıladığını söylemek pek mümkün değil. Genel medya teorisine başvurmamızda sakınca yok. Burjuva medya tanımı, yandaşı ve artık iyice daralan, belki köşeye sıkışan ana akımı, daha sivri bir pozisyonda milliyetçi olanları, tümünü kapsıyor ve bir noktada buluşturuyor; sermaye ve sermayedar övgüsü medyanın kırmızı çizgisidir! Sayısı bir elin parmaklarını bulmayan sol gazeteler ve televizyonlar dışında Koç’un ölümü de bu tarifi doğrulayıcı yankılar uyandırdı.
Bu arada iki çizgi demiştim, açayım. Çizgilerin birisi Akit çizgisidir; diğeriyse ortalama burjuva medyadır. Akit çizgisi siyasi bir kinden beslenir ve işlediği nefret suçları, hedef listeleriyle öne çıkar. Ortalama burjuva medya ortalama reflekslere sahiptir ve sadece görevini yapar. Akit, Koç’un ölümünü ailenin yaşantısını göz önüne alarak ‘laiklik’ ile hesaplaşma fırsatı yakaladığı için saldırı konusu etmekten geri durmadı. Bu tavır 17 Ağustos 1999 depremini günahlara bağlayan zihniyetin bu topraklarda kökünü hiç yitirmeyen tavrıdır ve bir şeyden emin olacaksak o da bu kökün kolay kolay sökülemeyeceği, bu nefretin sönmeyeceğidir.
Ortalama burjuva medyaya geçelim. Bu medya yani ulusalı yereli yüzde doksanlara tekabül eden kesim, cenaze kalkar kalkmaz duygu sömürüsü yapmaya başladı. Ama ne duygu!
Vehbi Koç’un mektupları
Mustafa Koç’un dedesi Vehbi Koç malvarlığının yanı sıra mektuplarıyla da tanınmaktadır. 12 Eylül’ün ardından darbeci Kenan Evren’e yazdığı mektup meşhur ve bir o kadar ‘duygusaldır’. “Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı, cezaları süratle verilmelidir” diye başlayan mektup “emrinize amadeyim” diye sonlanır. Kimin emirde olduğu açıktır aslında. İdam edilen işçi ve devrimciler, işkenceden geçirilen, tutuklanan sendikacılar, kapatılan sendikalar Evren’in hem maşa hem sopa niteliğini gözler önüne sermekte ve iplerinin mektup yazıcıların ellerinde olduğunu açığa vurmaktır.
Koç ve Koç şahsında sermaye sınıfı süreç uzamadan, direniş zemini doğmadan iktidarın sertleşmesinden yanadır, duygularını bu şekilde kaleme döker. Fakat sermaye sahibinde ne duygu ne mektup tükenir. İlişkilerin katılığını örtmek her zaman ‘duygusal mektuplar’a düşer.
Şimdilerde bir mektup daha dolaşıma sokuldu. Satırların sahibi yine Vehbi Koç’tu ve mektup ilkinin aksine göklere çıkarıldı, pek ‘duygusal’ bulundu. Takıldığım nokta tam da burası. Şeytan eğer ayrıntıda gizliyse o ayrıntıları irdelemenin zararı olmaz. Aynı şeyi Bosch reklamında da yapmak gerekirdi. O dönem yapanlar elbet çıkmıştır; ancak bu ayrıntılara takılanların ve dünyaya emekten, emekçiden yana bakanların yok denecek kadar az oluşundan dolayı teşhir etme durumu hakkıyla gerçekleşemedi. Sanıyorum bugün de sınırlı kalacaktır.
Mektup Dede Koç’un oğlu Rahmi Koç’a verdiği zenginliğe halel gelmemesi mahiyetinde ‘ekonomik’ tavsiyelerinden ibaretti. Olanca duygusallığıyla buraya alıntılıyorum.
“Bu çocukların iyi yetişmeleri şart. Fakat onlara ‘Rahmi Koç’un oğlu’ muamelesi yapıldığını görüyorum ve çok üzülüyorum. İstedikleri yere, diledikleri seyahati yapabiliyorlar. Kimse sesini çıkaramıyor. Müdürlerine özel olarak mektup yazman lazım. Mesela Mustafa için, ‘Oğlum Mustafa Koç şirketinizde çalışıyor. İyi yetişmesi için Mustafa’nın diğer memurlar gibi işe muntazam gelmesi-gitmesi ve verilen vazifeyi hakkıyla yapması lazım. Kendilerine hiçbir şekilde Rahmi Koç’un oğlu muamelesi yapılmaması icap eder.”
Sizler de ayırt etmişsinizdir ortak yanı. Bosch da, Koç da gevşememe taraftarı, sömürü ilkelerinden asla ödün vermeme taraftarı... Eğer ödün verirlerse zenginlikleri azalacaktır; bunu çok iyi biliyor, nasihatlerini benzer çerçevelerde sıralıyorlar. Söyledikleri yaptıklarının tam tersidir. Dürüstlük vaaz ederken, en büyük haksızlık ve eşitsizliğin üstünü örtmeye çalışmaktadırlar. Medyaya da bunu pekiştirmek için zihinsel ve duygusal fakirlik seansları düzenlemek kalıyor. Ne yazık ki bu medyanın etkisi kırılmadığı sürece, “işçiler mavi gözlü patronlarını çok sevdi” haberleri her şeyin önüne geçecektir. Örneğin Tofaş işçilerinin aylardır sürdürdüğü eylemler gölgelenecek, gölgelenmekle kalmayıp bizzat adlarının kullanıldığı destansı taziyeler saçılacaktır ortaya. Örneğin değerli edebiyatçı, dilbilimci Tahsin Yücel’in kaybı yoğun gündem telaşında âdeta gizlenecektir. Ve tüm bunlardan acısı Soma’lara, Davutpaşa’lara, asansör cinayetlerine dökülen sahte gözyaşları insanın içini daha fena yakacaktır.
Yok yahu ağlamıyoruz, gözümüze mektup kaçtı!