S-400’de hangisi yanacak: kapora mı, F-35 mi, NATO mu

08 May 2018

Evet, Sayın Cumhurbaşkanları, Sayın Başkanlar, Sayın Adaylar… Bu netameli işteki olası riskler öyle Patriot alarak, Papaz vererek sıfırlanamayacağına göre; kapora mı yakıla, F-35 mi, NATO üyeliği mi?

 

Türkiye seçimlere kilitlenmişken, Rusya S-400’de mengeneyi sıkmaya başladı. ABD ise gardını almaya hazırlanıyor.Bu durumda,10 Milyar TL’lik alımda kapora(peşinat) mı yanacak, F-35 mi, NATO mu?

Moskova’dan gelen “zamanlaması manidar” açıklamaya göre, sözde Türkiye’ye sevk edilecek S-400 üretimine başlanmış! Peki, seçilecek Cumhurbaşkanı kendi iradesiyle kötünün iyisine mi karar verecek, yoksabaşkalarının vereceği kararlarla ülke yeni maceralara mı sürüklenecek? Bu yazı analiz ediyor…

S-400 İLE F-35İLİŞKİSİNİN ARKA PLANIPEKANLAŞILMAMIŞ

Ülkenin geleceğini ve güvenliğini ilgilendirenkritik ve temel konularda objektif olunması gerekir. Ne var ki,S-400 meselesindesapla samanı karıştırıyoruz.Kimi açık, kimiörtülü sayısız uyarılara rağmen, NATO üyesi olarak böyle yanlış bir işe girişilip ısrarla da sürdürülmesi,ülkemizde meselenintaşıdığı“teknik boyut ve askeri riskin”yeterince kavranmadığınaişaret ediyor. Esasen, S-400 konusu tamamen siyasi saiklegötürüldüğünden,“ülkenin bekası, vatan savunması”gibisomut içerikten yoksun genel söylemler dışında,ortada niye alındığınadairtutarlı bir gerekçe, tatminkarbir açıklama dayoktur.

Kamuoyu önündeki tek nesnel doküman olan ve Ocak 2018’de AKP milletvekillerine dağıtılan, partinin AR+GE biriminden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Av. Hamza DAĞ imzalı 6 sayfalık kitapçıkta,

"Ülkemizin Ortadoğu coğrafyasının içinde/yakınında yer alması bölgesel krizlerden ve çatışmalardan etkilenmesine ve bunlara karşı tedbir almasına sebebiyet vermektedir. Hali hazırda terör örgütleri DAEŞ, YPG ve Suriye Rejimi direkt olarak ülkemizi etkileyecek tehditler arasında yer almaktadır,"denilmekteydi.Fakat, hükümetin politikasını yansıtan bu tanıtım broşüründe de, S-400 hava ve füze savunma sisteminin hangi tehditlere karşı koyacağı konusunda,anılan 3 isimlendirmenin (DAEŞ, YPG, Suriye) dışında, başka hiçbir tehdittensöz edilmiyordu. Bunların dazaten S-400 ile ilişkilendirilebilmesi ve alıma gerekçe olabilmesi gerekteorik gereksepratik olarak mümkün değildir.

Öte yandan, Türkiye’nin bir NATO üyesi olduğu ve alımı da Rusya’dan yaptığı gözetildiğinde, S-400 sisteminin mevcut koşullarda ne batılı ülkelere ne de Rusya’ya karşı kullanılabilmesi söz konusudur.Kaldı ki, bu iki güç merkezine karşı, hiçbir durumda S-400 sistemi ile F-35 uçaklarınınortak bir kuvvet çarpanı oluşturup aynı düşmana karşı berabersavunma yapamayacakları, diğer bir deyişle, iki sistemin toplam bir güç oluşturamayacakları da ortadadır.Bu bağlamda, S-400 hava-füze savunma sisteminin hangi savaş doktrini uyarınca ve kime ya da kimlere karşı kullanılabileceği de belirsizdir. Akla yatkın tek seçenek İran gibi görünse de,özellikle ABD’nin kuvvetli itirazları, bu alternatifi de boşa düşürmektedir! 

Yine siyasi otoritenin görüşlerini yansıtan söz konusu Kitapçıkta, S-400’ün NATO hava savunma sistemine entegre olmaması ve Rusya’dan alınması ABD ve NATO’nun itiraz etmesindeki temel sebeplerdir. Ancak Türkiye bu itirazlar karşısında ulusal çıkarlarını ve ulusal güvenliğini ön planda tutan bir duruş sergilemiştir” denilmekte; devamla da, “dış politikada Rusya ve Avrupa ilişkilerinin birbiriyle alternatif olmadığı mesajı verilmek istenmektedir,” sözleriyle,meselenin teknik boyutunun yeterince kavranmamış olduğu görülmekten başka, alımın da esasen, deyim yerindeyse“çok yönlü siyaset” adına yapılmış olduğu açıktan dillendirilmiş bulunulmaktadır!

Ne yazık ki, bürokrasi yönetiminde de benzer basma kalıp düşünce hakimdir:“S-400 alımı, Rusya ve Türkiye gibi iki ciddi ülke liderlerinin yaptığı anlaşmadır. F-35 uçağı ile S-400 sistemiiki farklı şeydir.ABD ile F-35’te işbirliği yapan ülkemiz, işbirliğini her iki kulvarda da sürdürecektir.Türkiye egemen bir ülkedir ve çıkarlarına en uygun kararları almaktadır. S-400 sisteminde ilk parti teslimatını 2019 Temmuz ayındabekliyoruz” yollu açıklamalardan görülmektedir ki, o cephede de konuya yüzeysel ve sığ bakılmaktadır.

Diğer yandan, işin bu noktaya gelmesinden öyle anlaşılmaktadır ki; Türk Silahlı Kuvvetleri de konuya,“S-400’ler bir tercih değil, mecburiyet. Ülkemizi dış tehditlere karşı savunmak mecburiyetindeyiz”diyen Sayın son Başbakanınpolitik söylemi doğrultusundaya“salt siyaseten bakmakta”; veya şayet kendi olası farklı değerlendirmesi varsa da,ortadaki tablodan “ya siyasi otoriteye bunun iletilmediği, ya da iletilmiş olsa da itibar edilmediği”sonucu çıkmaktadır.

Ülkeleri yöneten siyasi otoriteler, silah sistemlerialım tercihlerinde, hiç kuşkusuz askeri-ekonomik-teknik değerlendirme yanında, tabii ki siyasi değerlendirme de yaparlar; özellikle stratejik sistemler söz konusu olduğunda mutlaka yapılması da gerekir.

Ne var ki, bu konuda karar vericiler her zaman sınırsız bir serbestiyete sahip de olmayabilirler. Tıpkı “bir elmayı hem yiyip hem de saklayamayacağınız gibi”; siyasi mülahazadan bağımsız olarak, teknik olgular bazen sizi vereceğiniz kararda çok arzu etmediğiniz seçimlere deyöneltebilir.

İşte, S-400 hava-füze savunma sistemi alımı da,“kendi paramız ve ulusal irademizlealıyoruz, entegre de etmiyoruz; el ne karışır” denilemeyecek türden, oldukça karmaşık ve netameli bir meseledir. ABD ile NATO’nun güç projeksiyonunu olumsuz etkileyebilecek böyle artçı komplikasyonu çok bir işe doğal olarak el karışacaktır. Yok, şayet karışması umursanmıyorsa, “el” bu kez kendi güç ve çıkarını koruyup kollayacak şekilde pozisyon alacak; bu durumda da bizim vaziyetimiz karışabilecektir!

ABD VE NATO AÇISINDAN HAVA GÜCÜNÜN ÖNEMİ

Şayet, NATO’dan çıkma gibi bir düşünce ve bu konuda toplumsal bir eğilim söz konusu olsaydı, tabii ki salt siyasi inisiyatifle de hareket edilebilir, bu analiz de başka bir perspektiften yapılabilirdi. Ancak, siyasi otoritenin ABD ve NATO ile halihazırdaki temaslarında bu türden maceralı bir yönelimgörülmediği gibi, zaten böylesine önemli bir yol ayrımı için gerekecekmilli mutabakat zemini oluşmuş da değildir.

Bu koşullarda, toplum olarak siyasal ve duygusal tepkilerimizi ayrı tutup; kritik konuya öncelikle askeri-teknik açıdan ve objektif bir gözle bakmak durumundayız:

Füze şovları gölgelese de,Rusya’nın en büyük askeri gücü kara kuvvetleridir.İkinci Dünya Savaşında, 22 Haziran 1941 sabahı, kuzeyde Baltık Denizinden güneyde Tuna’nın Karadenize döküldüğü 1600 km.lik hat boyunca 3 milyon asker, 600 bin motorize araç ve 7 binden fazla topla Sovyet sınırını geçerek, tarihin en kapsamlı askeri operasyonu “BarbarossaHarekatı”nıgerçekleştiren Hitler’in muazzam “Yıldırım Ordusu”na geçit vermeyen devasa Sovyet kara gücünün günümüzdekimirasıkarşısında,Avrupa’daki en büyük askeri tehdit,emsalsiz teknolojik donanıma sahip ABD-NATO hava gücüdür.

Gerek Pentagon ve NATO ile gerekseRAND gibi güvenlik stratejilerinde öncükimi düşünce kuruluşları bünyesinde yapılan çok sayıda savaş simülasyonlarında; Rusya’nın olası ani bir Baltık operasyonunda; Doğu Avrupa sınırlarında geliştirdiği ve Amerikan askeri planlamacılar tarafından türetilip,“ABD/NATO’nunsahaya intikalinde erişim engeli yaratma ve erişilebildiğinde de operasyon kısıtıoluşturma yeteneği” anlamında kullanılan bir kavram olan “anti access – areadenial” (A2/AD) kapasitesinden ötürü, NATO’yazaman kaybettirerek36 saat geciktirebileceği ve Rusya’nın NATO üyesi 3 Baltık ülkesini 72 saat içinde işgal edip diz çöktürebileceği yönünde benzer sonuçlaraulaşılmaktadır. Bu tür ani saldırılar karşısında temel caydırıcı faktör ise, her koşulda yine ABD/NATO hava gücüdür.

Geçmiştede, devasa Sovyet kara gücüne karşı Avrupa’da 1970’li yıllara kadar ancak “taktik nükleer silahla” karşılık verme tehdidiyle caydırıcılık tesis edebilen ABD/NATO, 70’lerin ortalarındastratejik nükleer silahlarda karşılıklı imha dengesi oluşmasıyla avantajını yitirince;Avrupa’da bu kez “network güdümlü mühimmat savaşı” kabiliyetine dayanan“İkinci Offset Stratejisi” doktrinini hayata geçirmişti.Döneminden ileride fikirleri olan zamanın Sovyet Genelkurmay Başkanı büyük askeri düşünür Mareşal Ogarkov’unmikro-elektronikle gelişengüdümlü silahların gelecekteki askeri değerini keşfetmesiyle bu kez konvansiyonel silahlanma yarışı iyice tetiklenmiş; bu amansız kavganın Sovyet ekonomisindeyarattığı tahribat da Soğuk Savaşın sonunugetiren temel faktörlerin başında gelmişti.Vakıa, koskoca Sovyet İmparatorluğunun tek kurşun atılmadan parçalanmasında kritik rol oynayan “İkinci OffsetStratejisi”ninher iki operasyonel ayağı da,yani “saldırı kırma / assaultbreaker” ve “hava-kara savaşı / air-landbattle” konseptleri de, asli olarak “hava gücü” üstünlüğüne dayanmaktaydı.

Nitekim anılan doktrinel Stratejinin iki operasyonel ayağından biri olan “hava-kara savaşı” konseptinin en tipik uygulamasını 1990 yılındaki Birinci Körfez Savaşı’nda görmüştük. Cumhurbaşkanımız merhum Özal’ın makamına bile belinde silahla girme cüretinde bulunan Saddam’ın, o zamanlar dünyanın 4. büyük ordusu olarak gösterilen Irak Ordusu, bir gecede işgal ettiği Kuveyt’te uzaktan fırlatılan yüksek hassasiyet ve ateş gücüne sahip güdümlü bomba ve füzeler karşısında 42 gün boyunca yerinden bile kıpırdayamamış; Irak lideri“savaşların anası” diye nitelendirdiği “kara savaşının başlaması” hayali güderken, gerçekte savaş, hepi topu 3 gün sürecek kara savaşı başlamadan bitmişti! “Teknolojinin savaşların karakterini değiştirdiği” olgusuyla tarihe geçen bu operasyon,yeni Çin ve Rus savaş doktrinlerinin şekillenmesinde de belirleyici temel etkenlerden biri olmuştu.

Esasa gelirsek, gelecek çeyrek yüzyıl boyunca, Rus kara gücü karşısında en büyük tehdit olanyüksek kapasiteliABD-NATO hava gücünün omurgasını da stealth özellikli F-35 uçakları oluşturacaktır!

MOSKOVA’NIN ASKERİ ÖNCELİĞİ STEALTH TEKNOLOJİSİNİ ETKİSİZLEŞTİRMEKTİR

F-35 uçaklarının meydan okuyucu en önemli karakteri ise; normal bir savaş uçağı olmanın ötesinde çok güçlü elektronik donanım, sensör ve bilgisayar sistemleriyle adeta uçan bir savaş istasyonu olsalar da, temel tasarım konseptindeki birincil öncelik olan “stealth” özelliğidir.F-35’ler açısından “stealth”, sadece ön cepheden radarlara görünmezlik ya da düşük görünürlük değil, aynı zamanda motorların düşük ısı/infrared iziyle, güdümlü füzeler tarafından da‘görülememe’, görülse de ‘bulunamama’ ve bulunsa da ‘vurulamama’ özelliği de demektir.

Kestirme bir sonuç söylemek gerekirse, meselenin özü şudur:ABD/NATO’nun havada sahip olduğu “stealth” teknolojisi sırlarını çözmek ve onu işlevsiz kılmak, ya da en azından etkinliğini azaltmak, Moskova’nın halihazırdaki temel askeri öncelikleri arasında ilk sırada gelmektedir…

ABD VE NATOTEKNİK AÇIDAN F-35 İLE S-400 SİSTEMİNİ BİR ARAYA GETİRME RİSKİNE GİRMEZ

Bu kavramsal çerçevede bakıldığında, Türkiye’ye S-400 satışının gerçekleşmesi durumunda Rusya, bir yandan ABD’nin teknolojiyi koruma inisiyatifinde gardınıdağıtırken, kendine deteknolojik sırların bir kısmınaerişme yolunda tarihifırsat yaratmaktadır!Her ne kadar, söz konusu kritik sırların birazınaşimdiye kadar Rusya ve Çin tarafından çeşitli özel yöntemlerle kısmen erişilmiş olduğu bir gerçekse de;eldeki verilerin üzerine yeni bilgiler eklenerek, savunma sistemi radarlarında tanımayı kolaylaştıracak“ince ayar” yapılabilmesidurumunda, F-35 uçaklarının “askeri değerlerinin” düşmesi kaçınılmazdır.

Dolayısıyla, mevcut koşullar altında, ABD ve NATO,Rusya karşısında en büyük kozları olan ve“hava gücü” açısından teknolojinin kesim noktasını temsil eden, kullanım ömrü olarak da yarım yüzyıllık bir gelecek öngörülen F-35 uçakları için çok büyük bir olasılıklabu “askeri-teknik riski” göze almayacaktır.

Dahası, F-35 uçaklarını farklı kılan unsurların başında gelen “stealth” yeteneğinde zafiyet oluşması;elde edilen yeni bilgilerle ileri savunma sistemleri geliştirilmesi ya da mevcut radarlarda yapılabilecekince ayar ve kalibrasyonlauçaklarınkısmen de olsa görülebilir hale gelinmesi durumunda, olay sadece teknik etkinlik ve askeri değerin düşmesiyle de sınırlı kalmayacak, bu olgu çok büyük bir ticari çöküşü de beraberinde getirebilecektir.

Bu itibarla, F-35 uçaklarını günümüz 4. nesil savaş jetlerinden ayıran temel üstünlüğün korunması, ticari açıdan da yaşamsal önem taşımaktadır.

Genel bir karşılaştırma yapmak gerekirse, uçan süper bilgisayar yakıştırması da yapılan F-35’lerin stealth teknolojisi dışında, başta kapsamlı veri toplama (sensör füzyon teknolojisi) ve karşı tarafça algılanmamak için AESA radarını kullanmaksızın görüş sağlayan Elektro Optik Hedef Takip Sistemi (EOTS) olmak üzere, yeni ve farklı çok sayıda meziyetleri olsa da; bir kere temel özelliği olan “stealth” yeteneği zaafa uğradığında, askeri değer ve etkinlik bakımından uçak bir anlamda neredeyse F-16 düzeyine inecektir.Böylelikle, F-35 Projesinin askeri beklentisinin yanı sıra ticari boyutu da dibe vurabilecektir.Zira, maliyet olarak bakıldığında, halihazırda 3 farklı konfigürasyonda üretilen F-35’lerin ortalama maliyetleri (125 milyon USD uçak ve 25 milyon USD motor olmak üzere) uçak başına yaklaşık 150 milyon dolardır. Üretim hızlandıkça zamanla bu maliyet bir miktar düşecektir. Buna karşın, blok 70 versiyon F-16 ise 50 milyon dolardır. Türkiye’nin kendisi bile 15 milyar dolar ödeyeceği ilk 100 uçakta, çok kaba bir hesapla tek kalemde 10, hadi bilemediniz, muhafazakar bir yaklaşımla daasgari 5 milyar dolar görece zarar yazacaktır! F-35 uçaklarının geliştirilmesi için 75 milyar dolar harcanmış olmasının da ötesinde, Türkiye gibi hesaplandığında, çok sayıda NATO ülkesinin alımlarında da,toplamda asgari 50 milyar dolar, hele AmerikanHava ve Deniz Kuvvetleri ile Deniz Piyade Kuvvetleri (Marine Corps) adına toplam 2456 uçak için 406 milyar dolarlık F-35 tedarik bütçesi öngörüldüğü dikkate alındığında, ABD’nin de kabaca 200 milyar dolar zarar yazacağı söylenebilir! Tabii ki, biz Lockheed’in muhasebecisi değiliz; bu rakamları da konunun önemine ve yol açabileceği sonuçlara dikkat çekmek içinyüzeysel biçimde vurguluyoruz. Hamasetten uzak teknik bir gözle işin ciddiyetine ışık tutmaya çalışıyoruz…

Kuşkusuz, risk demek ille de “gerçekleşir” demek değildir. Fakat, katlanacağınız risk olur, göze alamayacağınız risk olur. Bazen %90’lık bir riske girmeyi kabullenir, bazen de %10’luk bir riski göze almaktan kaçınırsınız. Olayımızda, para ve malın patronu ABD olduğundan, neyi göze alıp almayacağını da kuşkusuz kendisi tayin edecektir.Ancak, bizişin stratejik önemine ve boyutuna bakarak, olası askeri ve ticari risklerin kolay kolay göze alınamayacağını öngörüyoruz…

Tabii ki, bizkıt aklımızla sadece düşünüyoruz!Oysa,ayak oyunları ustasıeski Sovyet lideri Andropov’unKGB’den talebesi PUTİNise düşünmekle, öngörmekle kalmıyor, biliyor! Zira, Türkiye’nin Batı dünyası ile mevcut angajmanlarını koruyarak bu işin olmayacağını, ta başından beri en iyi kurt Rus lider biliyor!Kuşkusuz, olursa da B planının keyfini sürecek; çünkü, bu durumda da“çarşı karışmış” olacak! Kısacası, Rusya lideri “Büyük Oyun”çeviriyor: Tabir caizse, Türkiye ile ABD/NATO’ya “Rus Ruleti” oynatıyor!

Peki, iki sistemin birarada bulunması pratikte F-35 uçakları açısındangerçekten risk taşır mı?

Türkiye halihazırda gerek siyasi gerekse bürokrasi kanadıyla, S-400 sistemiyle F-35 uçaklarının bir alakası olmadığını söylüyor. ABD ve NATO kanadında ise çok kaygılı olunduğuartık açıktan ve yüksek sesle dillendiriliyor. Tartışmanın teknik ayrıntısı ise hem karmaşık veuzun, hem de buradaki asıl konumuzun dışında olduğundan, detaya girmeyeceğiz. Daha kapsamlı bir teknik analizi, meraklı okuyucularımız yakında yayımlanacak olan “Düşman İmparatorluğu” adlı kitabımızda bulabilirler. Ancak, malın asıl sahibi risk görüyorsa, siz ne söylerseniz söyleyin, ikna edemediğiniz sürece pek de bir anlamı olmaz. Neyin olup neyin olmayacağını görmek için ise ille de kahin olmak gerekmez…

Kaldı ki, Türkiye’nin halihazırdaki ikna etme yöntemi de, ne yazık ki “ikna edebilecek” bir yöntem değildir. Zira, bir yanlışı yeni bir yanlışla düzeltmeye kalkışmak iki yanlış eder; bunu bir başka yanlışla düzeltmeye çalışmak ise günün sonunda bizi 3 yanlıştan başka bir sonuca götürmez! İki tarafı da idare etmeye yönelik -çok yünlü siyaset adlı- ikircikli tutum günün sonunda füzeleri elimizde patlatabilir!

SÖZDE YERLİ VE MİLLİ DURUŞ

Türkiye silah ve silah sistemleri tedariğinde ABD’ye öteden beri çok bağımlı bir ülkedir. Ne yazık ki, savunma sanayiine verilen büyük önem ve desteğe, yapılan devasa kaynak transferine karşın; sanılanın aksine, ABD’ye bağımlılık son dönemlerdedaha da artmıştır. Uluslararası silah transferlerinin kayıtlarını tutan en saygın kuruluş olarak tanınan Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü data bankası verilerine göre, silah alımındason 10 yıllık dönemdeABD payı %60 civarındadır.

Bu bağlamda, Türkiye, yıl atımlı 5 yıllık dönemler dikkate alındığında; 2010-2014 yıllarını kapsayan 5 yıllık dönemde dünyanın en büyük 7. silah alıcısı, 2011-2015 yıllarını kapsayan 5 yıllık dönemde de dünyanın 6. büyük silah alıcısı olmuş ve aldığı silah sistemlerinin yaklaşık %60’ını da ABD’den almıştı.Bu yanlış tablonun üstüne,Suriye’deki iç savaşın başlangıcı ile IŞİD’le mücadele gerekçesiyle SDG çatılı YPG’nin binlerce tır dolusu silahla donatıldığı kritik 5 yıllık sürecikapsayan2012-2016 periyodunda ise, Türkiye’nin sözde “Osmanlı tokadı” atacağı ABD ile silah transferi ilişkileri zirveye çıkmıştı!

Nitekim, aşağıdaki SIPRI Tablosunda da görüldüğü üzere, siyasi söylemlerde ve gazete manşetlerindeki “yerlici ve millici” Türkiye,2012-2016 yıllarını kapsayan 5 yıllık dönemde üçüncü kez dünyanın en büyük 6. silah alıcı ülkesi olmuştu!

DÜNYANIN EN BÜYÜK SİLAH ALICI ÜLKELERİVE İLK 3 SATICILARI (2012-2016)

Kaynak: SIPRI FactSheet, “Trends in International ArmsTransfers”, February 2017.

Daha da elim ve vahim olmak üzere, “yerlici ve millici” Türkiye, ithal ettiği silah sistemlerinin %63’ünü de sözde en büyük düşmanı, darbeci ve bulunduğumuz coğrafyadaki bütün kötülüklerin efendisi vesorumlusu ABD’den almıştı! Yetmedi, yine bu dönemde Türkiye, 100’den fazla ülkeye silah satışı gerçekleştiren emperyalist ve şeytan ABD’nin, iki Arap ülkesinden, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliklerinden sonra, yeryüzündeki 3. büyük silah müşterisi olmuştu!

2017 yılına gelindiğinde ise, bubaşat tablonun üstüne, ABD’den ortak üretim yoluyla alınacak 3 milyar dolarlık Genel Maksat Helikopteri tedarik kontratına start verildi; dahası yine yukarıdaki sıralamalara dahil olmayanve 2018 yılından itibaren teslimatlarının başlaması öngörülen 15 milyar dolarlık 100 adet F-35 uçağı için ilk parti siparişleri de geçildi ve toplam sayı da 16 adet arttırılarak 116’ya çıkarıldı.

İşte ABD silah sistemlerine böylesine teşne olunup aşırı yaslanılan bir ortamda; kah ABD istediğimizi vermiyor, kah Rusya teknoloji transfer edecek, kah ülkemizin savunması için almaya mecburuz ve kah “çok yönlü” politika denilerek, 2017 yılı sonlarında bu kez de gidilip, enerji bağımlılığımız çok yüksek olan Rusya ile “en olmayacak” işe girişildi veyapılan tüm uyarılara karşın ısrar sürdürülerek2 sistemden (4 batarya) oluşan 2.5 milyar dolarlık S-400 hava-füze savunma sistemi kontratı imzalandı. 

Yeri gelmişken hatırlatalım ki, ABD menşeili silah sistemlerine olan aşırı bağımlılığın azaltılması için, Türkiye’nin,yerel kaynaklara yönelmenin yanında, Rusya dahil diğer yetkin ülkelerle askeri-endüstriyel iş birliğini degeliştirmesi gerekir.Her ne kadar NATO bünyesinde 2016 zirvesinde “iç uyumluluk, lojistik devamlılık ve sistemlerin faal tutulabilmesi”açısından ülkelerin envanterlerindeki Sovyet/Rus menşeili eski silah sistemlerinin batılı modellerle değiştirilmesi ve yeni alımlarda batılı ürünler tercih edilmesi yönünde ilke kararı alınmışsa da,bu NATO entegreli sistemler ve Sovyet dönemi silahlarla ilgili olup, NATO dışındakiürünleribağlayan bir yönü yoktur. Hatta, tercihler doğru yapıldığında, Rusya’dan alınabilecek yeni nesil kimi silah sistemlerinin NATO’ya entegre edilebilmesi dahi mümkündür.

Olayımızda ise, temel sorun, öyle ilgililerce sık sık dillendirildiği veya AKP tanıtım kitapçığında yazıldığının aksine, S-400’lerin NATO sistemine entegre edilip edilmemesi ya dapek tasvip edilmese de, Rusya’dan silah sistemi alınması meselesi değildir.S-400 hava-füze savunma sistemininpotansiyel olarak,öncelikle NATO’nun silah arsenali ve hava gücünü olumsuz yönde etkileyebilecek bir işleve sahip oluşu; ikinci olarak da, Türkiye’deki NATO faaliyetlerini kısıtlayabilmesi, en azından kasmasıdır.

SİBER ÇAĞDA ENFORMASYON KONTROLÜ VE RİSK YÖNETİMİ ATEŞTEN GÖMLEKTİR

Söz konusu risklerden ikincisinin çeşitli tedbirlerle belki bir ölçüdeyönetilebilmesi mümkünolabilir. Sözgelimi, S-400 sistemi konuşlandırılıp faal kılındığında -ki ömür kısıtı nedeniyle sürekli çalıştırılamaz- Türkiye’deki NATO üslerindeki faaliyetleri, hazırlık ve hareketlilikleri, iniş-kalkışlarıkısmen de olsa izleyip görüntüleyebileceklerdir. Bu verilere,sistemin tasarım ve üreticisi konumundaki Rusya’nın şu veya bu yollauzaktan erişme olasılığı bulunabilecektir. Böylelikle, Türkiye’deki NATO faaliyetleri de ister istemez bir tür oto-kısıtlama altına girebilecektir. Bu durumun biraz görmezden gelip, biraz tedbir alarak, biraz da kullanım ve faaliyet kısıtlamalarıyla bir dereceye kadar aşılması söz konusu olabilir.

Ancak, birinci riskin tolere edilebilmesi kolay kolay mümkün değildir!

Siyasetimiz ve bürokrasimiz her ne kadar “F-35’ler ve S-400’ler farklı şeylerdir” deseler de, pek de o kadar “alakasız” şeyler değillerdir! Bunlardan birinin asli ve birincil işi görmek, diğerinin ise görünmemektedir! İki savaş makinası aynı ortamda çalıştırılmaya başlandığında oldukça kritik bilgiler türeyecektir.Örneğin, eşzamanlı kullanımda, S-400 sisteminin uzun menzilli teşhis ve görüntüleme radarında hangi mesafelerden F-35 uçaklarının tesir kesitleri nasıl görünecek veya hangi uzaklık ve konumlarda hiç görünmeyecektir? Uçağın teknik karakteristikleri, sistemleri, malzeme ve yapısal özelliklerine ilişkin kimi bilgilerin sızması bir yana, bu verilerin tekrar tekrar sınanmasıyla oluşacak data koleksiyonuyla, zaman içinde tanıma konusunda radarlardaki tesir kesit görüntülerindeki(kuş, uçak vb.) belirsizlikleri azaltacak“ince ayar” yapılması ya da yeni sistemler geliştirilebilmesi mümkün olabilir.

Geçtiğimiz dönemde, Türk medyasında ve hatta resmi haber organımız Anadolu Ajansında bile, S-400 tanıtım dokümanlarında yer alan bilgi ve görseller ile hayli uçuk iddialar sanki kesinmiş gibi övgüyle yayınlanmıştır. Stratejik bombardıman uçaklarından savaş jetlerine, yüksek irtifalı keşif uçaklarından düşük irtifalı seyir füzelerine kadar neredeyse bütün Amerikan hava araçlarının görselleri alt alta sıralanmış olup, dillendirilen söyleme itibar edilecek olunursa, S-400 hava-füze savunma sistemi; havada uçan, kaçan, göçen ne kadar Amerikan aracı varsa hepsini yüksek olasılıklarla vurup indirmektedir! Rusların güçlü roket motorlarındaki başarısı tartışmasız olsa da, sadece yer radarının performansına dayalı bir sistemin, muharebe koşullarında sınanmamış kağıt üstündeki verilerine mesafeli yaklaşılması gereği açıktır. Asıl olan sistemlerin karşı karşıya geldiğinde ortaya çıkacak nesnel tablodur. Nitekim, ülkemizdeS-400 radarları ile F-35 uçakları arasında karşılıklı etkileşimler yaşanacak ve elde objektif bir veri arşivi oluşacaktır.

Türkiye’de iki sistem birlikte kullanılmaya başladıktan sonra, şayet, herhangi bir yerdeki S-400,hatta başka bir hava savunma sistemi,havada görünmeyeceği varsayılan bir F-35 uçağı görür ya da kilitlenirse, oF-35 de kendi ekranında karşıradarı görecektir. F-35’in S-400’e yakalandığını görmesi demek, kolayca tahmin edilebileceği üzere, bu bilginin NATO ve ABD’deki komuta merkezlerinde, sözgelimi, Cheyenne Dağının (Kaliforniya) altındaki füze ikaz ve hava komuta kontrol merkezinde de görülmesi demektir. Başka ülkelerden sızdırılabilecek bilgilerle Rusya veya Çin’in F-35’in kimi sırlarını çözmesi ve karşı bir kabiliyet geliştirmesi hali bile,ileride Türkiye’yi zan altında bırakabilecektir.

Normal koşullarda etkin kullanım için S-400 sisteminin konuşlandırılması, montajı, kullanıcı personelin yerinde eğitimi, sistemin devreye alınması, periyodik bakımlar ve arıza onarımları gibi süreçlerde Rusya’dan uzman personel gelmesi gerekirken, bunlar getirilmese dahi; Türkiye’nin iki sistemin aynı ortamda eş zamanlı kullanımdan türeyecek ve amaç dışı işlev için değer taşıyabilecekkritik bilgileri günümüz dünyasının “sibersavaş” ortamında kontrol altında tutabilmesi kolay kolay mümkün değildir. 

Öte yandan, ABD’nin yeni “Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi”nde“Küresel Güç Çekişmesi” yaşanacak aktörler olarak hedefe konulanRusya ve Çin’in siber atak ve örtülü enformasyon operasyonlarındaki ileri hüner ve yetkinlikleri de kimsenin meçhulü değildir. Rusya’nın bu alanda işi ABD başkanlık seçimlerine müdahaleye kadar vardırdığı kuvvetli şüphe olarak bilinmekte ve halihazırda da kapsamlı biçimde soruşturulmaktadır. Çin’in ise entelektüel bilgi toplamada ve yenilikleri aşırmada karşı konulamaz bir aktör olduğu yaygın olarak kabul görmektedir. Şimdiye kadar bu iki ülkenin F-35 uçaklarına yönelik pek çok özel bilgiye ulaştığı da bir gerçektir.

Örneğin, 2015 yılında açıklanan bir ABD Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) raporunda, 2007 yılında Hükümet ve Savunma Bakanlığı networkü üzerinden siber espiyonaj faaliyeti yoluyla Çin tarafından, çoğunluğu F-35 ve özellikle de “stealth radar ve motor sırları”olmak üzere, B-2 ve F-22 uçakları ile uzay konuşlu laser sistemleri gibi stratejik alanlara ilişkin 50 terabaytlık (5 Kongre Kütüphanesi hacminde) veri aşırıldığı iddiaları kamuoyu ile paylaşılmıştır. Nitekim, Çin, elde ettiği varsayılan bu bilgilerden ustaca faydalanmış olsa gerek ki, motorlarındaki güç zafiyetini tam çözememiş olmasına rağmen, kendi 5. nesil savaş uçağı J-20’yi Rusya’nın Su-57’sinden de önce 2017 yılı sonunda operasyonel kılmayı başarmıştır.

Yine 2015 yılında, “NSA Direktörü ve Siber Güvenlik Komutanı” General Keith Alexander’in paylaştığı istihbarat raporları bilgilerinden yola çıkılarak, Çin’in,yürütmekte olduğu agresif asimetrik hibrit savaş kampanyasıyla ABD ekonomisinin altını oyduğu iddia edilmektedir. Çeşitli birimlerce yapıldığı belirtilen değerleme ve hesaplamalar doğrultusunda, Çin’in,entelektüel hak, özgün bilgi ve inovasyon hırsızlığı ile her yıl ABD’ye toplamda“5 trilyon dolarlık” zarar verdiği; ABD yıllık toplam gelirinin (GDP) yaklaşık üçte birine karşılık gelen bu durumun “tarihin en büyük servet transferi” olduğu öne sürülmektedir. Dikkat edilsin, burada “komplo teorisinden” bahsetmiyoruz! Resmi ABD istihbarat raporlarından söz ediyoruz. Tabii ki, bunun doğru bir hesap olduğunu söyleyecek değiliz. Ancak, ateş olmayan yerden de duman çıkmaz: Miktar 5 olmaz da 3 olur, 3 olmaz da 1 trilyon dolar olur!

Bu perspektiften bakıldığında; Türkiye’nin, S-400 ve F-35 ilişkisi ve bunların eşzamanlı kullanımıyla birikecek “askeri ve teknik sır” niteliğindeki bilgileri uzun süre güvence altında tutamayabileceği; dahası bu konuda garanti dahi vermeye kalksa, Pentagon ve CIA gibi binlerce uzman personelden oluşan iki ayrı “siber savunma ordusu” kurmuş olan ABD bile Rusya ve Çin’in siber ataklarını yeterince önleyemezken, Genelkurmayının“kozmik odasındaki”devlet sırlarını çuvallara doldurup kendi elleriyle teslim etmişbir ülkenin verebileceği olası bir garantiye kimsenin itibar etmeyeceği de açıktır!

BİR YANLIŞ BAŞKA BİR YANLIŞLA DÜZELMEZ

Burada yanlış olan, ABD’ye aşırı bağımlılık oluşturan yanlışlıkların üstüne, hangisaikle olursa olsun, Türkiye’nin gidip en olmayacak işe girişip tarihi bir hata yaparak başka bir yanlışa imza atmasıdır.

Şimdi de,ABD ve NATO’yu ikna edebilmek için, S-400 yanlışı bu kez debaşka bir yanlışla-bedelsiz de konuşlandırılabilecek-Patriotsatın alımıyla düzeltilmeye çalışılmaktadır; ki bu da mümkün değildir!

Mümkün değildir; zira, Türkiye, hala temel sorunu“Rusya’dan silah sistemi alınması” olarak görüyor. Ve şayet batı cenahından bir alımla bu dengelenirse, sanki ortalık yatışabilirmiş gibi hareket ediyor!

Nitekim, bu maksatla önce gidilip, aynı amaca yönelik “SAMP-T” sisteminin yeni versiyonu geliştirilmesi için İtalya ve Fransa ile anlaşma imzalanmıştır. Ancak, “bir tane de Avrupa’dan alıp denge yaratma” mantığına dayalı bu sözde ‘çok yönlü’ politikanın krizin çözümünde katkısının olmadığı da görülmüştür.

Halihazırda ise, bu kez de ABD’den “Patriot” alınarak denge yaratılıp zevahirin kurtarılabileceğisanılmakta ve müzakereler sürdürülmektedir. Ancak, bunlar boş gayretlerdir. Kaldı ki, alıma karar verilse, dünyada eşi ve benzeri olmayan bir yaklaşımla, S-400 üstüne bir de “Patriot” kontratı imzalansa dahi, S-400 alımı iptal edilmediği sürece ABD Kongresi’nden böyle bir işe vize çıkmayacağıortadadır.

Gerçek şu ki, şayet ABD ve NATO’da,Türkiye’nin S-400 alımının F-35 uçaklarının “stealth teknolojisi” sırlarını kısmen dahi olsa zafiyete uğratma riski taşıyacağı düşünülüyor ve bundan ötürü de derin kaygı duyuluyorsa, ki dillendirilen tam da budur;ABD-NATO askeri üstünlüğünün sürdürülmesinde hava gücünün önemi ve bu güçte F-35 uçaklarının gelecek çeyrek asır boyunca taşıyacağı kritik rol dikkate alındığında,F-35 riski göze alınmayacak;zafiyeti önlemeyi teminen de, Türkiye S-400 alımını iptal etmediği takdirde, çok büyük olasılıkla,en az sorun taşıyan “askıya alma” yönteminebaşvurulacaktır.

Öte yandan, Türkiye’nin NATO’da tutulmasına da büyük önem verilip, bu konuda daçok duyarlılık gösterildiğinden,akla gelebilecek en kestirme yol da,muhtemelen Kongre’de bir süre önce çıkarılanABD’nin hasımlarınayönelik yaptırımlar yasası uyarınca “ambargo” uygulamasına gitmek olabilecektir.

Kuşkusuz böyle bir durumda, Türkiye’nin de üslerden başlayarak misillemeye yönelik bazı kararlar alması beklenebilir. Bunu da tetiklenebilecek karşılıklı yeni adımlar izleyebilecek, böylelikle artçı komplikasyonlar giderek çoğalacak ve büyüyebilecektir.Türkiye’nin F-35 programından çekilmek istemesi durumunda ise orta gövdedeki üretim aktivitelerialternatif tedarikçilere devredilebilecektir.

Gelişmelerin karşılıklı hamlelerle kontrolden çıkabileceği bu süreçte, Yunanistan başta olmak üzere, pusuda bekleyen kimi yamuk müttefiklerin,Türkiye’nin NATO entegre hava savunma sistemi dışına çıkarılması, bunun gerçekleşmesi halinde de,“caydırıcı gücü kendi iradesiyle düşürdüğü” gerekçesiyle NATO’nun 5. maddesinin uygulamasını tartışmaya açma girişimleri dahi sürpriz olmayabilecektir!

F-35 uçaklarına yönelik olası bir ambargo ile başlayabilecek krizin yayılması, Türkiye’nin halihazırda savunma sanayiinde ana silah sistemlerinde dayandığıaçmazı daha da derinleştirebilecektir.

Yaklaşık 15 yıl önce başlatılan “milli tank” projesinde Kore’den alınan teknolojik destekle Altay tankı yapılmış, fakat bugüne kadar palet döndürecek ilerleme sağlanamamıştır. Bir dizi hata yüzünden motor konusu hala sıfır noktasındadır! Ortada hala paleti dönen bir tank yoktur ve ne zaman döneceği de belirsizdir. Almanya ve İsrail’e bağlanan umut ise, F-35 sorunu büyürse Altay’ıyine ortada bırakabilir. Son zamanlarda popüler olan Fırtına obüsü de keza yine Kore desteği ile yapılmış, fakat onun da motoru Alman olduğundan ihracat kısıtına tabi tutulmuştur ve bu da kalıcı hale dönüşebilir.

Helikopter konusunda, öncelikle talebi bol ve sürekli olan, hem sivil hem de askeri çok amaçlı olarak kullanılabilen genel maksat helikopterinde yerli üretime gidilmesi gerekirken, lisans bedeli ödenerek silahlı helikopter üretimi tercih edilmiştir.Bizim dışımızda dünyada tek kullanıcı olan İtalyan ordusununorijinalini 2025 yılına kadar envanterden çıkarma kararı aldığıAtak helikopteri, türboşaft motorları Amerikan olduğundan elimizde kalma riski oldukça yüksektir.Bugünkü koşullarda bile, finansal kolaylıklardan ötürü alıma hevesli Pakistan’a İhracat kısıtı dolayısıyla satılamayan helikopterin geleceği, alternatif motor bulunup uyarlanamadığı sürece, olası bir F-35 ambargosuyla dış pazara tamamen kapanabilecektir. Silahlı helikopterin iç talebi kısıtlı olduğundan bir süre sonra da üretim durabilecektir.

Genel olarak Batılı ülkelerle olan lisans angajmanları ve işbirliklerine dayalı teknoloji transferi ile kritik komponent ve malzeme alımlarından beslenen Türk savunma sanayinin, S-400/F-35 çekişmesiyle alevlenecek bir yangından fazlaca etkileneceğinde kuşkuya yer yoktur ve bu nedenle burada ayrıntıya girmek de gerekmez. Örneğin,bu konudaki son maceramız, sözde “Milli Muharip Uçak” projesidir!

Bir tarafta güyaABD emperyalizmiyle savaşırken; öbür tarafta ABD’nin güdümündeki, kendisi temelden uçak üreticisi bile olmayan, dahası henüz stealth motor da yapmamış, hatta Amerikan Lockheed’in de teknoloji transferi kısıtı altında bulunan İngiliz kafirin, kendi havacılık aktivitelerini bizim paramızla canlı tutmaya yönelik kurnaz aklıyla, F-16 değiştirecek savaş uçağı yapma işine soyunmuş bulunuyoruz! Hatırlanacağı üzere, “yerli ve milli” savaş uçağı tasarımında bize destek olması için BAE’ye daha geçen yıl 100 milyon Sterlin bayılmıştık!Hedef ve iddiamız ise şu: 2020’li yıllarda F-16’ları değiştirecek “milli muharip uçağımız” 2023 yılında uçacak!

2020’li değil, 30’lu yıllarda bile değişecek F-16 uçağımız olmaması ve asıl ihtiyacımızın da endüstriyel altyapımızın ancak göğüsleyebileceği ‘hafif-yakın hava desteği uçağı’ olması bir yana; ekonomik olarak bir başımıza altından kalkamayacağımız; varsayalımki şeytan Amerika’nın bile devasa ekonomik ve teknolojik kapasitesine rağmen önce müşteri bulup satış havuzu oluşturarak üretime soyunduğu zorlu işin altından kendi yöntemimizle kalktık, dışarıdan almak zorunda kalacağımız kritik komponentlerden ötürü de başkasına satamayacağımız, satamayınca da ayakta tutamayacağımız böyle bir maceraya girişecek idiysek, neden uçak üreticisi olmayan İngiliz kefere yerine, bu işte, işin piri Rusya ile işbirliği yapmadık? Rusya ile S-400 yerine, sözgelimi, tank motoru ile aktif korumada işbirliği yapsaydık, Altay’ı güçsüz, geleceği belirsiz vesallantıda bırakmasaydık, daha isabetli tercihler olmaz mıydı?

Toparlayacak olursak;Rusya ile savunma endüstrisi ve silah transferinde işbirliği yapılmalıdır.Ne var ki, hangi amaçlaalınmış olursa olsun, S-400 sistemi çok yanlış bir seçimdir. Yok, şayet Türkiye’nin savunmasız olduğu ve en etkin savunmanın da S-400 hava-füze savunma sistemi ile yapılabileceği varsayımıyla böyle bir alıma gidilmişse; bir NATO ülkesi açısından doğurabileceği komplikasyonlar ve getirisinden çok olacak götürüsünden ötürü, S-400 sistemi yine çok yanlış bir seçimdir.

Gerek bölgesel, gerekse küresel ölçekte yaşanan jeopolitik temelli büyük güç çekişmesinde, ABD-NATO hava gücünün önemi ve bu güç içinde F-35 uçaklarınınasgari gelecek çeyrek yüzyıl boyunca üstleneceği kritik misyon göz önünde bulundurulduğunda; ABD’nin F-35 uçaklarının askeri etkinliğini zaafa uğratabilecek koşulların oluşmasından kaçınacağı ve gerçekleşme olasılığı düşük dahi olsa, böyle bir riski kabul etmeyebileceğini tekraren vurgulamak isteriz.Takdir edileceği üzere, burada önemli olan risk oluşumudur. Riskin fazla ya da azlığı, gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ayrı konulardır.

Moskova teslimatı öne çekerek, anaforu hızlandırmıştır. Bizler önemsemesek de,yakında fırtınada kategori 5’e çıkacaktır! Muharebe sahasına teleskobun ters ucundan bakarak olayı küçük görüp, sözde “çok yönlü politika”adınaortada savrularak,yaklaşan fırtınanın atlatılabilmesi mümkün değildir.

Kamuoyuna yansıyan haberlere göre, 2 adet S-400 sistemi için imzalanan kontratın bedeli 2.5 milyar dolardır. Bunun %55’inin Rusya’dan alınacak kredi ile, kalanın da ön ödeme yoluyla keseden karşılanması öngörülmüş.Doğal olarak, şu ana kadar yapılan ödemenin miktarını bilmiyoruz; ancak, şayet kapora yakılacaksa, teorik olarak bunun üst sınırının 5 Milyar TL olduğu söylenebilir!

Evet, Sayın Cumhurbaşkanları, Sayın Başkanlar, Sayın Adaylar…

Bu netameli işteki olası riskler öyle Patriot alarak, Papaz vererek sıfırlanamayacağına göre; Mühür ele alınıp Süleyman olanda, enkaz nasıl kalka: Kapora mı yakıla, F-35 mi, NATO üyeliği mi?

Cemal Acar

Uçak ve Nükleer Yük. Müh.

paylaş