Türkiye ne NATO, ne de KGAÖ ile aynı eksene girecektir

09 Ağu 2019

Türkiye, üç yıl süresince uluslararası sahneden görece olarak geri çekildikten sonra, yönünü belirlemiş görünmektedir. Bir yandan Atlantik İttifakı ve onun bütünleşik komutanlığının üyesi olmayı sürdürürken, diğer yandan da bağımsızlığını kazanma niyetindedir. Ne Atlantik İttifakından, ne de Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü’nden emir almayacaktır. İçişlerinde, kendini Müslüman olarak tanımlarken, azınlıkları ulusal temelde bütünleştirmek ve ABD’nin emrindeki unsurlarla mücadele etme niyetindedir.

 

Türkiye değişmektedir ve Stratfor’un kurucusu George Friedman’ın öngörülerinin yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. Eski Osmanlı İmparatorluğu kalkınacaksa da, bunu ABD’ye kulluk etmeden gerçekleştirecektir.

Türkiye’yi Batılı normlara göre yargılayıp onun « yeni sultanı » ile alay etmektense, « Avrupa’nın hasta adamı »nın, tarihi ve coğrafi özgünlüğünü görmezden gelmeden, modernliğe ilişkin kültürel bakışı ve Birinci Dünya Savaşı’nda yaşadığı bozgundan nasıl yeniden ayağa kalkmaya çabaladığını anlamaya çalışmamız gerekmektedir. Gerçekten de bir yüzyıl sonra, Atatürk’ün gösterdiği hedeflere varılamamıştır ve sorunlar hala varlığını sürdürmektedir.

AKP ile birlikte Türkiye’nin, Avrupa’daki Hıristiyan-demokrat doktrinini örnek alarak, kapsayıcı bir İslam demokrasisi olacağına inandık. Ülke zamanla, Müslüman dünyasının sözcüsü haline gelerek Osmanlı dönemindeki yüceliğiyle yeniden bağ kurmaya başlıyordu. ABD desteğiyle önde gelen bir ekonomik güç olma yolundaydı. Modernleşmesini ve Batılılaşmasını sürdürerek, önce ilk müşterisi olan Libya’ya, ardından da ekonomik ortağı Suriye’ye sırtını dönmüş ve eskisinden daha da güçlü bir şekilde Batı’yla birlikte hareket etmiştir.

Öte yandan, 15 Temmuz 2016’da seçimleri yeni kazanan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yönelik olarak daha sonra doğaçlama bir hükümet darbesine dönüşen, Marmaris’te gerçekleştirilen suikast girişimi, talihsiz bir şekilde başarısız kalmış ve oyundaki kağıtların yeniden karılmasına neden olmuştur. AKP, üç yıl boyunca bu olan bitenleri sindirmeye çalışmıştır. Konumunu net bir şekilde belirlemek için, hükümet darbesinin üçüncü yıldönümünü kullanmıştır.

İlk olarak, daha önce anladığımızı sandığımızın tersine, modern Türkiye ne Batı, ne de Doğu’dan yanadır. Kendini, yarı Asyalı, yarı Avrupalı, iki dünya arasındaki bir köprü olarak tanımlamaktadır ki ne Atlantik İttifakı’na üye olması, ne de « Arap Baharı »nın Batılı savaşlarına müdahil olması bu durumu değiştirmemektedir.

Rus S-400 hava savunma sistemini satın alması bunu açıkça ortaya koymaktadır. Ankara aynı zamanda hem NATO’ya aidiyetini, hem de İttifakın rakibinden silah satın alma yeteneğini göstermektedir. Hatta haklı bir şekilde, hiçbir uluslararası metnin bu tercihine engel olmadığını ve herhangi bir ülkeye kendine yaptırım uygulama hakkı tanımadığını vurgulamaktadır.

Türkler, her zamankinden çok Asya’yı ve Avrupa’nın bir bölümünü fetheden « steplerin kurdunun çocukları »dır. Suriye’de barışı sağlamak için yürütülen Astana müzakerelerini (Rusya-İran-Türkiye) bu yönüyle değerlendirmek gerekir. Ya da Türk heyetinin Caracas’taki bağlantısızlar konferansındaki anti-emperyalist açıklamalarını da keza aynı şekilde.

İkinci olarak Türkiye, ekonomik bağımsızlığını enerji alanındaki Turkish Stream projesine ve Kıbrıs karasularındaki münhasır ekonomik bölgesindeki keşiflere bağlamaktadır. Bu tabi ki zayıf noktayı oluşturmaktadır. Türkiye üzerinden geçen Rusya-Avrupa boru hattının bazı bölümleri daha şimdiden faaliyettedir. Ancak Avrupa Komisyonu’nun, ABD’nin baskısıyla buna her an karşı çıkması muhtemeldir; bu alanda gerçekleştirilen yatırımların büyüklüğü Nord Stream 2’nin ön plana çıkmasına engel olamayacaktır. Nihayetinde uluslararası hukuka göre Türkiye’nin Kıbrıs’ın münhasır ekonomik bölgesi üzerinde hiçbir hakkı yoktur ve kukla Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin desteği yok hükmündedir.

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu bu bağlamda, Avrupa Birliği ile varılan göçmen anlaşmasının askıya alındığını açıklamıştır (tam da 2 milyar Euro’luk yıllık tutarı ödenmesinden sonra).

Üçüncü olarak Türkiye, Anglosakson mali modeli ile ilişkisini kesmektedir. Libya’ya karşı Batı’nın yürüttüğü savaştan ve özellikle de yine Batı’nın Suriye’ye yönelik savaşından sonra ülkede yaşam düzeyi giderek gerilemiştir. Dolayısıyla Ankara birdenbire Merkez Bankası’nı yeniden ele almaya ve faiz oranlarını % 24’ten % 19,75’e indirmeye karar vermiştir. Bu kararın ekonomik yansımasının ne olacağını henüz kimse kestirememektedir.

Dördüncü olarak, 2002-2016 döneminin aksine, azınlıklar için hala Türk olmak mümkün iken, yabancılarla ittifak yapanlar için bu artık mümkün değildir. Hükümet darbesi girişiminden sonra başlatılan tasfiye sürecinde, ABD ile bağlantılı olmakla suçlanan herkesin ve özellikle de Fethullah Gülen’in (Pensilvanya’ya sığınmış olan) müritlerinin ordu ve devletle ilişkisi kesilmiştir. Yüz binlerce yurttaş cezaevlerine kapatılmıştır. Kürt azınlığa karşı değil, ama Washington’un müttefiki olan Kürtlere karşı savaş yeniden başlatılmıştır.

Yaygın kanaatin aksine, Recep Tayyip Erdoğan, kişisel yalancılık hastalığının ürünü bir diktatörlük dayatmamakta, ülkesinin yönelimini değiştirmek için şiddete başvurmaktadır.

Beşinci olarak Türkiye kendini azınlıkların haklarına saygılı olan bir Müslüman devlet olarak tanımlamaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan örnek olarak geçtiğimiz günlerde İstanbul’da bir Süryani kilisesinin temelini atmıştır. Bu tercihi, Müslüman Kardeşler cemaatine verdiği gözü kapalı destekle ve Halifelik projesiyle açıkça çelişmektedir. « Müslüman dayanışması » anlamını yitirmiş bir yanılsamadır ve –İran için söz konusu olduğu gibi– hangi « İslam »dan söz ettiğine karar vermesi gerekmektedir. Zaten Türkiye, Çin’in Sincan bölgesindeki Müslümanları eskisi kadar güçlü desteklememesiyle önceki tutumunu sonlandırmıştır.

Türk Ordusu halen Kuzey Kıbrıs’ı işgal etmekte, Irak’ta, Suriye’de ve Libya’da savaş yürütmekte ve Katar, Kuveyt, Sudan ve Kızıldeniz’de olmak üzere Suudi Arabistan çevresinde konuşlanmaktadır. Bu çok yönlü faaliyet tarzının, özellikle İsrail’in olduğu kadar Atlantik İttifakı’nın da itirazına rağmen sürdürülmesi imkansızdır.

Bütün bunlar ABD’nin arzulamadığı yeni perspektiflerin oluşmasına imkan tanımaktadır. Eski Ekonomi Bakanı Ali Babacan ve eski Başbakan Ahmet Davutoğlu, eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün safına katılmıştır. Daha önce genel seçimlerde eski ortağı Erdoğan’ın karşısına çıkmayı reddetmiş olan Gül, AKP’nin yerel seçimlerde yaşadığı bozgunun –özellikle de İstanbul’da– bir diktatörlüğün kurumlaşmasını önleme imkanı sunduğunu düşünmektedir. Hep birlikte, CİA’nin yardımıyla AKP içerisinde bir bölünmeyi örgütlemeye çalışmaktadırlar. Langley için, 2016’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik başarısız suikast girişimiyle aynı hedefin seçim yoluyla gerçekleştirilmesi söz konusudur.

Cumhurbaşkanı Erdoğan « bunlara kırgın olmayacağım da kime olacağım? » demiştir.

Çeviri: Murat Özdemir

paylaş