- Yakın Doğu Haber
Pek az kimsenin haritada yerini gösterebileceği, çok daha azının ise adını dahi doğru yazamadığı Belarus, 9 Ağustos’taki seçimlerin ardından gerçek anlamda siyasi ve sosyal bir çalkantıya sürüklendi. (Yazının ikinci bölümü.)
GÖSTERİLER NASIL BAŞLADI, NE NOKTADA?
Gösteriler seçimlerin ertesi günü başladı. Ama gösteri çağrıları önceden başlamıştı.
Bu gösterilerle ilgili söylenenleri üç başlıkta özetlemek mümkün: Bir grup, liberal muhalefet taraftarları, protestoların halkın seçim hilelerine yönelik öfkesi olduğunu ileri sürdüler. İkinci bir grup, Lukaşenko taraftarları, protestoların bütünüyle yabancı güçler tarafından (başta Letonya, Litvanya ve Polonya’nın, daha sonra Ukrayna’nın) örgütlendiğini ileri sürdüler. Belarus’un dağınık marksist solunu teşkil üçüncü bir grup ise, ilk protestoların başta Nexta olmak üzere neoliberal muhalefeti destekleyen batı destekli yayın organları, telegram kanalları tarafından örgütlendiğini, ancak güvenlik kuvvetlerinin ölçüsüz şiddetinin gösterilerin büyümesini tetiklediğini ileri sürdüler.
Yukarıda andığım Türkçe yayınlanmış mülakatta, bunlardan biri şöyle diyordu:
“Bardağı taşıran son damla, seçimlere karışan hile ve çevik kuvvet polislerinin eylemcilere karşı uyguladığı şiddet oldu. Unutmamamız gereken, bu şiddet eylemleri, parayla tutulmuş agresif eylemciler tarafından başlatıldı; polise ilk saldıran ve hükümet binalarını ilk yağmalayan onlardı.”
Aynı mülakatta, Nexta ve Nexta Live kanallarının arkasında Polonya istihbaratına bağlı Psikolojik Harekât Merkezi Grubu adlı bir tür kontrgerilla karargâhının olduğu iddiasından da söz ediliyor. Lukaşenko’nun Polonya’nın adını altını çizerek andığına, Tsepkalo’nun da sığınak olarak Varşova’yı seçtiğine bakılırsa, ilk bakışta gerilimin dışında kalmak istermiş gibi keskin söylemlerden kaçınan Polonya hükümetinin istihbaratının eylemlerde tayin edici rol oynaması çok olası.
Belarus’un marksist muhalefeti de Polonya istihbaratının rolü üzerinde ısrarla duruyor. Nexta ve Nexta Live’in faaliyetlerini Polonya’dan sürdürdüğü vurgulanıyor. Belarus’ta bir renkli “devrim” hazırlığının uzun zamandır Polonya merkezli sürdürüldüğü, Nexta’nın Mayıs ayında yayına başlamasının da bunun parçası olduğu iddia ediliyor. Özellikle (Rusya ve diğer eski Sovyet ülkelerinde de popüler olan) telegram kanallarında neoliberal muhalefetin Haziran ortalarından itibaren propaganda atağına başladığı inandırıcı şekilde ortaya konuyor.
Nexta’nın gücünü hafife küçümsememeliyiz. 28 Ağustos tarihli bir mülakatta geçen şu ifadeler, son derece isabetli: “Liberal-milliyetçi medya hegemonyasına karşı bir şeyler yapmak gerekli. Bu ışık saçanlar enformasyon alanına tamamen hâkim oldukları sürece kimsenin bir başkasına ulaşma ve bir şeylere erişme şansı yok.”[1]
Bu, bizde karşılığı pek bulunmayan bir görüngü. Bizde iktidarın klasik medya üzerindeki egemenliği, konsolide kitleleri açısından, internet medyasına neredeyse hiç gerek bırakmıyor. Oysa eski sosyalist ülkelerde tam tersine; klasik medya organları, internet medyası ile karşılaştırıldığında, çok daha sınırlı etki alanına sahipler.
Neoliberal muhalefetin “hürriyet” çağrısıyla ateşlediği gösterilerin, özgün bir neoliberal ve faşist ittifakının özgün bir diktatörlük kurduğu Polonya’dan yapılmış olması da şaşırtıcı değil.
Daha 5 Ağustos’ta Nexta, seçimlerin yapılacağı 9 Ağustos’tan itibaren gösteri çağrısı yaptı. Bu çağrılar seçimlere girerken yükseldi. Henüz yapılmamış seçim sonuçlarına karşı protesto çağrılarının anlamsız olmadığı anlaşılıyor; bunlar esasen, Lukaşenko’dan rahatsız kitleleri eylemlere hazırlama veya eylemlerle yüzleştiklerinde tarafsız kılma amacı güdüyordu.
Belarus’un marksist muhalefetinin ortak görüşünü yansıtan bir makalede şöyle deniyor:
“9 Ağustos’ta, seçim sandıklarının kapatılmasının ardından ve sonuçların açıklanmasına daha çok varken, özel hazırlanmış saldırgan yurttaş grupları, önceden hazırlanmış Molotov kokteylleri, demir çubuklar, coplar ve diğer aletler kullanarak polise saldırmaya, polis araçlarına zarar vermeye, barikatlar kurmaya başladılar. Liberal telegram kanallarında ve sohbet gruplarında, protestoculara yapılan şiddet eylemleri çağrıları 10 Ağustos’ta ve onu 11 Ağustos’a bağlayan gece devam etti. Ama sonra protestocuların saldırgan eylemleri bir talimat gelmiş gibi (yoksa gerçekten talimat mı gelmişti?) sona erdi. 11 Ağustos’tan bugüne kadar da sadece öfkeli, ancak iyi niyetli ve barışçıl göstericiler görüyoruz.”[2]
Türkçe veya İngilizce haberleri takip eden sıradan bir gözlemci, bu görüşün doğruluğunu fark edecektir. Gerçekten, 9—11 Ağustos arasında Belarus’un her yerinde yaygın şiddet eylemleri olduğu halde, 11 Ağustos’tan sonra bunlar neredeyse tamamen bitmişti. Bunun temel nedeni, şiddet eylemlerinin neoliberal muhalefete de zarar vermeye başlamasıydı; ancak sadece protestocuların şiddet eylemleri değil, polis şiddeti de eş zamanlı olarak son buldu. Bu ise, iktidarın öngörüsünden ziyade, Minsk’teki dev BelAZ işçilerinin şiddet karşıtı mitingidir.
Bununla birlikte, aslında Nexta’nın ilk defa 8 Ağustos’ta ileri sürdüğü başka bir şey, 11 Ağustos’tan sonra gene yaygınlık kazandı: grev çağrıları.
Bu grev çağrılarının neredeyse hiçbiri karşılık bulmadı. 17 Ağustos için yapılan genel grev çağrısından hiç söz etmiyorum; bunun hiçbir karşılığı yoktu. Gerçi, genel grev deyince gerçekten genel bir grev anlaşılıyor; ama bu doğru değil. Çağrıcılar sadece devlet işletmelerinde grev çağrısında bulundular. Burada ilginç olan şudur: Lukaşenko iktidarına yakın özel kişilere ait şirketlerde bile grev çağrısı yapılmadı — sadece devlet işletmeleri. Belli ki muhalefet, Lukaşenko’yu kendi yarattığı zenginlerden de yalnızlaştırmaya çalışıyordu.
Dolayısıyla, genel grev çağrıları genel değildi; hürriyet talebi de neoliberal karşı-devrim hürriyetinden başka bir şey değildi.
Lukaşenko karşıtı muhalefet, çok geniş kitleleri toplamayı iki defa başardı: 16 ve 23 Ağustos’ta. Her iki gösteriye dair farklı katılım sayıları ileri sürüldü; bunlar 40 bin ile 200 bin arasındadır. Özellikle 16 Ağustos’ta Lukaşenko’nun yaptığı miting, bunlarla karşılaştırıldığında çok sönüktü. Ama bu iki gösterinin de, öncekilere kıyasla nitelik olarak farklı olduğunu belirtmek gerek. Önceki gösteriler doğrudan neoliberal muhalefet tarafından sokaklara dökülen insanların eylemleriydi; 16 ve 23 Ağustos gösterileri ise, Lukaşenko karşıtı herkesin katıldığı eylemler oldu. Bu, eylemlerde taşınan bayraklardan da bellidir. 16 Ağustos’a kadar eylemlerde sadece iki renkli bayrak kullanılmıştı; 16 Ağustos’ta bunların yanı sıra sayıları az olsa bile Sovyet geçmişini hatırlatan bugünkü Belarus bayrakları da dalgalanıyordu; 23 Ağustos’ta ise bunların sayısı artmıştı. 30 Ağustos’taki son kitlesel gösteri ise, daha öncekilerin yanına bile yaklaşamıyordu; bu gösteriye en çok 20 bin kişinin katıldığı tahmin edilebilir.
Gösterilere katılımda veya şiddet eylemlerinin azalmasında Lukaşenko’nun kararlı tavrının etkisi oldu mu? Bana kalırsa, kesin bir “evet” cevabı vermek mümkün değil. Her şeyden önce Lukaşenko, her gösteriyi engellemeye kalkışmadı; ancak şiddet eylemlerine taviz verilmeyeceğini ve göstericilerin polis barikatlarını aşarak yasak alanlara girmelerinin engelleneceğini duyurdu. Dolayısıyla, Lukaşenko’nun tavizsizliği değil, güvenlik güçlerinin şiddetinin engellenmesinin, gösterilerin gerilemesinde etkili olduğu söylenebilir. Zira gösterileri tetikleyen başlıca nedenlerden biri, polis şiddetiydi; bu ortadan kalkıp barışçıl gösteriler öne çıkınca, katılım da azalmaya başladı.
Peki gösterilerde neoliberal muhalefetin kurduğu “Koordinasyon Konseyi”nin payı, rolü, etkisi oldu mu?
Tek kelimeyle, hayır.
Konseyin kurulduğunu 14 Ağustos’ta, bu sırada Litvanya’da olan Tihanovskaya duyurdu. Tihanovskaya, amacını da “iktidarın devri” diye özetledi. Ancak konsey, esas itibariyle 19 Ağustos’ta örgütlendi. Başka bir deyişle, Tihanovskaya duyuruda erken davranmıştı. Aslında hedef beyanında da erken davranmıştı (yanlış ezberlemesinden olsa gerek): bu tarihe kadar neoliberal muhalefet, iktidarın devrini isterken, 19 Ağustos’ta seçimlerin yenilenmesi hedefine geriledi.
Konsey, tıpkı Tihanovskaya gibi, kendi başına hiçbir önem taşımıyor. Dahası, kuruluşundan sonra kitle eylemlerinin gerilemesinde, konseyin yarattığı güvensizliğin de payı olabilir. Konseyin reklam yüzü, yukarıda Babariko ile dostluğunu andığım, Nobel ödüllü romancı Svetlana Aleksiyeviç. Ancak faaliyetleri tayin eden iki kişi var; biri Tihanovskaya’nın, diğeri de Babariko’nun seçim kampanyalarının başındaki iki kadın. Konseyin tek sansasyonel siyasi hamlesi, 25 Ağustos’ta Rusya ile karşılıklı ilişkilerin iptalini öngörmedikleri açıklaması oldu. Neoliberal muhalefetin internet sitesinin kapatılmasının hemen arkasından gelen, inandırıcılıktan uzak bir açıklama. Aşağıda, Rusya ile ilişkilere dair gerçek görüşlerini yansıtan bu siteden söz edeceğim.
Yeri gelmişken, iki renkli bayrağın hikâyesi aslında 1918’e, yani Sovyetler Birliği’ne katılımdan önceki burjuva cumhuriyetine dayanır. Daha sonra iki dönem daha kullanılmıştır. İlki, Nazi işgali sırasında; ikincisi de Sovyetler dağıldıktan sonra, 1991—1995 arasında. Dolayısıyla bu bayrak, tıpkı Polonya’nın yardımında olduğu gibi, neoliberal karşı-devrim talebinin ideal sembolüdür: liberal lafazanlıkla faşist geçmişin iç içe geçişinin sembolü.
NEOLİBERAL MUHALEFETİN TALEPLERİ
Muhalefetin internet sitesi Zabelarus.com, 16 Ağustos’ta tuhaf bir şekilde kapatıldı. Ancak Google takas alanından bulmak hâlâ mümkün.
“Belarus İçin Reanimasyon Reform Paketi” adını taşıyan bu metin, üzerinde çok daha ayrıntılı durmayı hak ediyor; mümkün olduğunca özetleyeceğim.
Paket, ilkin “ortak değerler”i anıyor:
“Demokratik ve sosyal hukuk devletinin inşası; ülkenin egemenlik ve bağımsızlığının güçlendirilmesi; sosyo-ekonomik dönüşümlerin gerçekleştirilmesi ve pazar ekonomisinin inşası; ulusal-kültürel bir yeniden doğuş.”
Bunlardan ilkinin Belarus halkının demokrasi talebine karşılık düştüğü, ikincisinin Rusya ile ilişkileri koparmak (ve batı blokuyla kaynaşmak) anlamına geldiği açık; sonuncusu daha ziyade hikâye; üçüncüsü ise neoliberal karşı-devrim programı demek.
Talepler listesine göre neoliberal muhalefet, kendisine, “asgari işsizlik seviyesi ile” çağdaş bir emek pazarı oluşturmayı temel görev bellemiş. Burada asgarinin ne anlama geldiği doğal ki belirsiz; ancak karşılaştırma için, Belarus’ta işsizliğin neredeyse sıfır olduğunu hatırlatmak gerek. Faaliyet alanlarının seçimi ve örgütlenmesinde girişimcinin devlet karşısında önceliğinden başka, en dikkat çekici vaatler şunlar:
— Özellikle küçük ve orta ölçekli işletmeleri ilgilendiren vergi oranlarının beş kat düşürülmesi;
— Devlete ait gayrimenkullerin kira tutarlarının üç kat düşürülmesi;
— Bireysel girişimciler için işgücü pazarına yönelik engellerin kaldırılması;
— Fiyat liberalizasyonu;
— Bütün vergilerin yüzde 40 oranında düşürülmesi (yani gerçekte, zenginden daha çok vergi alınmasına dayanan kademeli gelir vergisinin fiilen kaldırılması);
— “Büyük ve orta ölçekli devlet işletmelerinin kısmen ya da tamamen özelleştirilmesi.”
Bu son derece “demokratik” reanimasyon paketinin, burjuvaziyi reanime etmeye yönelik olduğu berrak şekilde ortada.
Keza, paketi destekleyen siyasi örgütlerin şunlar olması da şaşırtıcı değil: Belarus Halk Cephesi, Belarus Yeşiller Partisi, Belarus Sosyal Demokrat Partisi (başkanlık adaylarından Çereçen’in partisi), Belarus Hıristiyan Partisi, Birleşik Yurttaş Partisi (başkanlık adaylarından Kanopatskaya’nın partisi), vb.
Ama reanimasyon paketi sadece neoliberal karşı-devrimin iktisadi tedbirleriyle sınırlı değil. Doğrusu, son derece açık sözlü oldukları için övgüyü hak ettiklerini belirtmek gerek. “Ulusal Güvenlik Sektörünün Reformu” başlığı altında yazılanlar, katıksız bir Ukrayna projesi: “Uusal güvenliğe yönelik temel tehditleri, Kremlin’in dış siyasetinin saldırganlığındaki artış, Belarus’un Rusya eksenindeki Sovyetler-sonrası entegrasyon projelerine katılımı, Belarus’un enformasyon alanında Rusya medyasının hakimiyeti ve Belarusların milli bilincinin düşüklüğü teşkil ediyor. Mevcut devlet siyasetinin ıslahında başlıca istikametler şunlardır: Rusya’nın da katıldığı entegrasyon teşkilatlarından çıkmak; halkın milli kültürünün, Belarus dilinin korunması ve geliştirilmesi; istikrarlı bir iktisadi büyüme; yurttaşların hayat seviye ve kalitesinin yükseltilmesi; demokratik bir yönetim biçimi. Islahat sonucunda dış müdahale ve ülkedeki durumun istikrarsızlaştırılması tehditleri, Belarus’un toplum ve toprak bütünlüğünü parçalama girişimleri azalacaktır.”
Yani neoliberal muhalefetin Belarus dış siyaseti, Rusya ile bütün ilişkileri koparmaya dayanıyor; Belarus’ta (gerçekte Rusçanın yakın bir lehçesi sayılabilecek; Bavyera Almancası ile karşılaştırılabilir) yerel dile hiçbir engel konulmamış olmasına rağmen dil mevzusunun altının çizilmesi bile bunu gösteriyor. Milli bilinç ile Rusçanın karşı karşıya konulmuş olması (alt başlıklardan biri “Milli Bilincin Düşük Seviyesi ve Rusçanın egemenliği”), bu düşmanlaştırma siyasetinin apaçık bir işareti.
Naif bir açık sözlülük metne damgasını vuruyor. Mesela, benim en çok dikkatimi çeken şu: “Washington’un, Belarus’un bağımsızlık ve egemenliğine kesin bağlılığı…” Doğrusu, dünyanın herhangi bir köşesinde herhangi bir liberalin bile, ABD’nin bu ülkenin bağımsızlık ve egemenliğine kesinkes bağlı olduğunu söyleyebilmesi için ne olması gerek, bilmiyorum. Öyle olunca, muhalefetin “temel görevleri” arasında “Batının siyasi, iktisadi ve askeri organlarına (AB, NATO) entegrasyon”unda sayılmış olması, şaşırtıcı değil. Bunları ayrıntılandırdığı ifadeler de aynı ölçüde dikkat çekici, öğretici; ancak hepsinin özeti, Rusya ile her tür ilişkiyi koparmak, batının askeri ve siyasi şemsiyesi altına girmek ve neoliberal karşı-devrimin önünü pürüzsüz düzlemek. Mesela bu sonuncusu anılırken, çekinmeksizin şu “vaat”te bulunabiliyor: “gelecekte ABD’den doğu Avrupa’ya yapılacak olan kaya gazı tedariki programına katılmak.”
Belarus muhalefetinin “reform paketini” bütün renkli “devrim”lerin özeti olarak okumak, sadece mümkün değil, gerekli de.
HALK MUHALEFETİNİN TALEPLERİ
Bu, sadece Belarus’taki değil, her tür halk hareketi açısından önem taşıyan bir konu. Şundan ötürü: halk muhalefetinin talepleriyle neoliberal karşı-devrim hazırlığındaki “muhalefet”in vaatleri gerçekte örtüşmüyordu — ve gerçekte bunlar, bütünüyle halk düşmanı vaatler olduğu için, hiçbir yerde de örtüşmez. Ama gene de, neoliberalizmin demagojik demokrasi vaadiyle halkın gerçek demokrasi talebi, kesişen bir alanı teşkil eder; eğer bu alan geniş, neoliberal hareketin liderlerinin halkla ilişkileri güçlüyse, neoliberalizmin nihai programını destekleyen en azından bir takım talepler, halkın talepleri arasına katılabilir; halkın bir kesimi böylece sokaklara çıkarken, muhtemelen daha geniş bir kesimi de en azından tarafsızlaştırılmış olur. Bu, halk güçlerinin örgütsüzlüğünün sonucudur; onların hem iktidardan hem neoliberal muhalefetten bağımsız örgütlenme, bağımsız siyaset yürütme yeteneği ve gücü zayıfsa, halk hareketinin kontrolünü (neoliberal şeflerin kendileri değil ama) sol liberal serseriler kazanır. Dahası, halk güçleri de zaten neredeyse her defasında, her ülkede güçsüzdür, çünkü neoliberalizme karşı duran iktidarlar, aynı zamanda halk muhalefetine de karşıdırlar, bu yüzden onu örgütsüz kılmak için her yolu kullanmışlardır. Sol liberalizme gelince, onlar bütün halk hareketlerinde daima neoliberalizmle uzlaşma vazederler, bu onların biricik varlık nedenidir. Bu nedenle neoliberal karşı-devrimler zaferlerini, sol liberallerin halk hareketini şekilsizleştirmesine, ucubeleştirmesine, hayallere boğmasına da borçludurlar.
Belarus’ta da bu yaşandı. En azından, eylemlerin ilk iki haftası boyunca.
İlk hafta, eylemlerin talepleri, eylemcilerin beklentilerini yansıtan bir manzume görünümü veriyordu.
İki hafta önce, 16 Ağustos’ta yayınlanan yazımda, bu talepleri de alıntılamıştım:
“— İşletmelerin özelleştirilmesinin yasaklanması.
— İş yerlerinin korunması [iş güvenliği —bn].
— Siyasi sistemin demokratikleştirilmesi.
— Eylemlerde gözaltına alınanların derhal serbest bırakılması.
— “Toplumda hazıryiyiciliğin önlenmesi üzerine” 3 no’lu kararnamenin iptali.
— Para cezalarının ve ikramiye iptallerinin yasaklanması.
— Sözleşme sisteminin iptali.
— Sosyal desteklerin artırılması.
— Emeklilik reformunun iptali.
— Bizim çıkarlarımızı savunan sendikalar.”
Ancak hemen altına, kimi çağrılarda Lukaşenko’nun istifasının da şart koşulduğunu vurgulamıştım. O yazıda şöyle demiştim:
“Bu durumun önderliksiz işçi hareketinde iki farklı eğilimi ortaya koyduğunu düşünüyorum. İlki, Lukaşenko’dan bıkkınlığa rağmen, işçilerin sınıf taleplerini öne çıkarmak, ancak muhalefetin yanında saf tutmaktan da kaçınmak şeklinde özetlenebilir. Yukarıda naklettiğim talepler listesi, bu anlayışın sonucu. Dolayısıyla, bu talepler listesinin sadece ‘üretimden gelen gücün kullanılması’ anlamına gelmediğini düşünüyorum; zira burjuva muhalefetin uzağında durarak fiilen neoliberal bir geleceğe karşı Lukaşenko ile uzlaşma arayışına da işaret ediyor. Bu taleplere Lukaşenko’nun istifasını da koyanlar ise, burjuva muhalefetinin gücünü tahkim etmeye yöneliyorlar.”
İki hafta sonra baktığımda, bu ifadelerin öngörülü olduğunu düşünüyorum. Neoliberal muhalefet ilk hafta boyunca, halk hareketiyle kesişme noktaları bulmak için pek çok taviz vermeye hazır görünüyordu. Orta ve uzun vadeli talepler bir yana konulursa, kesişme noktaları, iki temel siyasi talep etrafında olabilirdi: Lukaşenko’nun istifası ve iktidarın Tihanovskaya’ya (daha doğrusu, 16 Haziran’dan beri neoliberal muhalefet bloku) devredilmesi. Halk muhalefetinin bir kanadı, bu talebi “Lukaşenko’nun istifası” diyerek utangaçça kabul ediyordu; diğer bir kesimi ise, büyük ölçüde sezgilerine dayanarak, bundan uzak duruyordu.
16 Ağustos’tan sonraki gösterilerde, Belarus bayrağı (iki renkli değil, gerçek bayrak) daha sık dalgalandırıldığı gibi, Lukaşenko’nun istifası talebi de daha az dile getirilir oldu.
Bu, neoliberal muhalefetin şimdilik yenildiğinin bir başka göstergesidir. Bu yenilginin ne kadarının emekçilerin neoliberal karşı-devrimle uğrayacakları felaketi sezgisel kavrayışlarından, ne kadarının Belarus’taki marksist güçlerin propaganda faaliyetlerinin sonucu olduğunu kesin olarak söylemek mümkün değil. Ancak tümüyle sezgisel olmadığının altını çizmek gerek: Belarus sol hareketi, dağınıklık ve örgütsüzlüğüne rağmen etkili bir muhalefet yürüttü ve yürütmeye devam ediyor.
Örneğin, 29 Ağustos’ta yapılan “Belarus Yurtsever Güçlerinin 2020 Seçimlerinden Sonra Ülkedeki Durumla İlgili Konferansı”na bakalım.
Toplantıya, başkanlığa adaylığını koyduğu halde bugünkü Belarus topraklarında doğmadığı için geri çevrilen Andrey İvanov başkanlık etti. İvanov, Lukaşenko’nun daha sol bir versiyonu sayılabilir; daha radikal sol-Keynesçi bir iktisat siyaseti güdüyor ve Rusya ile uluslararası anlaşmaların korunması gerektiğini savunuyor; bununla birlikte ülkenin bağımsızlığını da öne çıkartıyor. Belarus’ta ve diğer eski Sovyet ülkelerinde, batıya karşı bağımsızlık ile Rusya ile ilişkilerin sürmesi talebi birbiriyle paraleldir ve örtüşür. Toplantıda, Belarus solundan ve yurtsever hareketinden temsilciler yer aldı. Önemli bir toplantıydı, zira sadece Minsk değil, Belarus’un hemen bütün şehirlerindeki sol ve yurtsever grupların (hemen hepsi işçi) temsilcileriyle akademi çevrelerini bir araya getiriyordu. Konuşmacıların hepsi de “enformasyon savaşını” kaybetmiş olduklarını vurguladılar ve daha önemlisi, neoliberal karşı-devrimin eşikteki bir tehdit olduğuna dikkat çektiler. Konferansta bir karar alınmadı, ancak ortaya çıkan eğilim çok belirgindi: demokratik bir anayasa için mücadele edilmesi (bu, 27 Ağustos’ta Lukaşenko’nun da kabul ettiği istikametti; Lukaşenko bu amaçla ilk olarak işçi ve öğrenci temsilcileriyle görüşeceğini söylemişti) ve daha önemlisi, Rusya ile gerçek bir birlik için halk oylaması.[3]
Yukarıda sözünü ettiğim çok önemli mülakatta, Belarus solunun en kararlı kesimlerinden biri de bütünüyle aynı görüşte: “İşçilerin de neoliberal karşı-devrimi durdurabileceklerini düşünmüyorum. Bunun tek yolu, Lukashenko liderliği altındaki mevcut hükümetin, Rusya’dan yardım almasıdır. Ne var ki, işçiler birlik halinde hareket etme, kolektif halinde mücadele etme konusunda önemli deneyimler elde edeceklerdir. Bu kazançlar boşa gitmemeli, Belarus’taki işçi hareketinin başlangıcını oluşturmalı.”
Lukaşenko’nun durum kontrolden çıktığı takdirde Rusya’nın müdahalesini istediğini hatırlayalım. Bunu ilk olarak Lukaşenko duyurmuştu; 27 Ağustos’ta Putin de, şu ifadelerle doğrulamıştı: “Aleksandr Grigoryeviç [Lukaşenko] benden, kolluk kuvvetleri çalışanlarından belli bir ihtiyat oluşturulmasını rica etti. Ben de bunu yaptım. Ancak, bu ihtiyatın durum kontrolden çıkana kadar kullanılmamasında da anlaştık. Kendilerini siyasi sloganlarla gizleyen aşırılıkçı unsurlar belli sınırları aşıncaya ve açıkça yağmaya başlayıncaya kadar [kullanılmayacak]”.[4]
Türkiye solunun (ve dünya solunun) büyük bölümü, meşrebine göre, şu ikisini anlamakta güçlük çekiyor: Birincisi, Belarus sol hareketi, en azından onun bir bölüğü nasıl olur da Rusya ile birlik yanlısı olur, hatta Rusya’nın müdahalesini talep eder? Anlamıyor, çünkü renkli “devrim” denilen karşı-devrimlerin, neoliberalizmin, batıcılığın yarattığı felaketin farkında değil; bu, sol liberal demagojilerin nüfuz alanında kaldıklarının da bir işareti. (Kaldı ki, Rusya’nın müdahalesi de, Belarus solu ve halkı için, ülkenin egemenliğinin yıkılması anlamına gelmiyor, hatta tam tersi: Rusya’nın şimdiye kadarki müdahalelerine bakarak, olası bir müdahale halinde bile bağımlılık ilişkileri kurmadan hızla çekileceğini düşünüyorlar. Doğrusu tecrübeye vurduğumuzda bunun bir yanılgı yahut hayal olduğunu ileri sürmek mümkün değil; Tacikistan’dan beri Rusya’nın müdahaleleri, iktidar değiştirmeye değil, güvenlik kuşağı oluşturmaya yönelik.) Onlara kalırsa Belarus solu elbette ki “diktatör”e kayıtsız şartsız karşı çıkmalı ve temel görev olarak onun devrilmesini önüne koymalı. Sonra? Tufan. İkinci bir grup ise Belarus solunun nasıl olup da, ülkeyi neoliberal sömürüye açmamış olan Lukaşenko’yu demokratik reformlara zorlamak istediğini anlamıyor. Yani ilk grup, solu Lukaşenko yanlısı bulurken, ikinci grup da gevşek sayıyor. Oysa örgütlenme hürriyeti ve demokrasi, emekçilerin sadece rastlantısal, dönemsel değil, aynı zamanda özsel bir talebi olmalı her yerde; bu, Belarus’ta da böyle. Dolayısıyla, Belarus’ta emekçilerin demokrasi talebi, onların sokağa dökülmesinin de gerçek nedeni; demokrasi yokluğunun nedeni ise, Lukaşenko’nun devlet kapitalizmi. Bu nedenle, dağınık Belarus solunun (sol liberallerden söz etmiyorum) temel önceliği neoliberal karşı-devrim girişimine karşı çıkmak ve bu süreçte demokrasi için bağımsız örgütlenmek.
Her ne kadar şu aşağıdaki ifadeler bana ait değilse de, tümüyle katılıyorum; bu nedenle, yazarının izniyle alıntılamak isterim:
“Bu nedenle, emekçilerin Lukaşenko iktidarı ile pazarlık imkânları olduğunu, ama neoliberal karşı-devrimle asla pazarlık olamayacağını ve iktidarın burjuva muhalefetine geçmesinin emekçilerin kesin yenilgisi anlamına geldiğini düşündüm. Bugün de böyle düşünmeye devam ediyorum. Ancak [iktidardan gelen] bu aşağılayıcı tavırlara tahammül etmek de, emekçilerin kendilerini aşağılaması, moral üstünlüğünü yitirmesi, güçsüz düşmesi ve böylelikle pazarlık imkânını kaybetmesi anlamına gelir; çünkü onuru kırılmış emekçiler kendilerine güvenlerini de kaybederler, sınıf yapıları amorflaşır; aşağılanmaya kendi örgütlülükleriyle direnmezlerse, tek direnen saydıkları burjuva muhalefetinde daha çok boncuk bulmaya başlarlar. Bu da yenilginin başka bir yolu. Yenilginin üçüncü yolu ise, olası bir Rusya müdahalesiyle ortaya çıkabilir. Rusya müdahalesi, Belarus’ta siyasi destek bulur. Bununla birlikte, emekçiler örgütsüz, moralsiz, aşağılanmayı gururlarına yedirmiş olurlarsa, Rusya müdahalesiyle birlikte sadece, dış siyasette Rusya yanlısı içeride ise geminden boşalmış neoliberal başka bir karşı-devrim versiyonu gündeme gelir. Ermenistan’da olduğu gibi. Bu, yenilginin üçüncü yolu. Demek ki emekçilerin her halükârda güçlü, yani örgütlü, yüksek moralli ve onurlu olmaktan başka alternatifleri yok. Ancak böylelikle, neoliberal karşı-devrimi durdurabilir, ancak böylelikle Lukaşenko rejimini pazarlığa ve emekçilere başka zaman kabul etmeyeceği tavizler vermeye zorlayabilir (bu da emekçilerin zaferi, Lukaşenko’nun yenilgisi olur), ancak böylelikle Rusya’nın olası müdahalesi ardından başka bir felaket yaşanmaz (zira jeostratejik istikrar arayan ve bütün diğer siyasi hedefleri bu arayışa tabi olan Rusya emekçilerin arzusu hilafına, yani istikrarı yıkıcı neoliberal bir rejim tesis etmeye yeltenmeyecektir).”
Bu özet, ama özlü görüşler, Rusya müdahalesinin olası sonuçlarını açıklıkla gösterdiği gibi, gelişmelerin her aşamasında sadece tek bir şeye: emekçilerin bağımsız örgütlülüğüne bağlı olduğunu da ortaya koyuyor.
Her ne kadar son cümledeki olumsuz beklentiye katılmıyorsam da (katılmıyorum, zira Belarus emekçilerinin demokrasi talepleri ile neoliberal karşı-devrim arasındaki farkı gitgide daha çok ayırt ettiklerini düşünüyorum), Dmitriy İsayonok’un şu gözlemleriyle bitirelim:
“İktidar aklını başına alması, övüngenliği bırakması, işçiler için gelişme projeleri ortaya koymaya çalışması ve demokratik alanda tavizler vermesi, en iyi alternatif. Keza buna paralel olarak, elektronik medya alanında liberal-milliyetçi hegemonyasına karşı koymaya çalışması da gerekli: halk, telegram kanalı Nexta’ya bağlı kaldıkça, olaylar tırmanmaya devam eder. Ama tam da bu alternatif, bana pek az olası görünüyor.”
[1] “Власть в Белоруссии потеряла нюх?” URL: https://rossaprimavera.ru/article/42760e56
[2] “Специфика «цветной революции» в Беларуси.” URL: https://www.mlyn.by/2020/08/spetsifika-tsvetnoj-revolyutsii-v-belarusi/
[3] “Конференция патриотических сил Белоруссии по ситуации в стране после выборов 2020.” URL: https://www.youtube.com/watch?v=x3QeDgDp3e0&feature=youtu.be
[4] “Путин сообщил о создании резерва из силовиков для помощи Белоруссии.” URL: https://lenta.ru/news/2020/08/27/reserv/