Altüst oluşun eşiğinde

17 Mar 2022

Askeri eylemin gidişatı, benim uzmanlık alanım değil. Ancak eylemin siyasi sonuçları, bunun Rusya’daki sosyal yansımalarıyla yakından ilgilenmeye çalışıyorum. Cevabını bulmaya çalıştığım esas soru şu: Rusya, nasıl bir sınıfsal altüst oluşa gebe? 

Bu yüzden aşağıda, çatışmanın askeri yanına değinmeden, sadece siyasi ve sosyal sonuçlar üzerinde durmaya çalışacağım.

Yalnız, aslında büyük önem taşıdığı halde iki noktaya değinmeyeceğim. İlki, aynı zamanda bir çevirmen olarak beni de çok yakından ilgilendiriyor: Rus olan her şeye bu boyutta bir kültürel düşmanlık açıkça III. Reich’ı çağrıştırıyor. 

İkincisi ise Rusya ile post-Sovyet coğrafyası, özellikle de Orta Asya cumhuriyetleri arasındaki ilişkilerin, keza Rusya’nın geleneksel “stratejik ortakları” (özellikle İran) ve müttefikleri (özellikle Suriye) arasındaki ilişkilerin bu süreçten nasıl etkileneceği. Bunları dikkatle takip etmek gerekecek. 

Savaş kaçınılmaz mıydı?

Ukrayna ile Rusya arasında bir çatışma endişelerinin artık büyük ölçüde dindiği 13 Şubat’ta, “Olası Bir Çatışma Üzerine Düşünceler”de (*), çatışmanın kaçınılmaz olduğunu yazdım ve şöyle dedim: 

“… NATO’nun (ve bileşenlerinin) çatışmaya doğrudan katılmaları, herhalde sıfıra yakın bir ihtimaldir. Ancak zaten çatışmanın amacı Rusya’yı askeri olarak yok etme hedefi güdemez; Nixon bile kazananı olmayacak bir savaşa girmeye cesaret edemezdi. Olası bir çatışma, Rusya’yı derin bir krize batırmaya yönelik yaptırımları uygulamaya sokmayı; böylece zikredilmeyen düşman olarak Almanya’yı da dize getirmeyi amaçlar.  Gene de, siyasi sonucu öylesine belirsiz bir çatışma ki bu, neye evrileceğini kestirmek pek mümkün değil.” 

Çatışma kaçınılmazdı, çünkü çatışmayı yaratan ön şartlar iki temel nedenle ortaya çıkmıştı: 1) Emperyalist troykada Amerikan hegemonyasını pekiştirmek. Bu, Avrupa’nın kişiliksizleştirilmesini, başta Alman sanayi burjuvazisinin etkisizleştirilmesi sürecinin derinleştirilmesini, Avrupa’nın siyasi karar alıcılarının Washington ve Londra’da (troykanın askeri-siyasi merkezi ve troykanın mali merkezi) alınacak kararlara kayıtsız şartsız uymaya zorlanması için gerekliydi. ABD hegemonyası, Almanya’da Avrupa’nın en büyük savaş kışkırtıcısı partisi Yeşillerin tayin edici bir koalisyon ortağı olduğu şartlarda savaşı kışkırtmak için en uygun fırsatı bulmuştu. 2) Aynı yazıdaki ifademle, “ABD, Rusya nezdinde uzlaşmaz, teslim olmaz ve en azından belli bölgelerde tayin edici yeni bir güç odağının ortaya çıkmasına, çok kutupluluğa teslim olamaz.” Bu ikincisi, troyka açısından, Rusya’da rejim değişikliğini zaruri kılıyordu. 

Rusya, uluslararası alanda tamamen yalıtılmasına yol açacak bu girişim yerine başka türlü davranabilir miydi? Bilmiyorum. Fransız ihtilalini kahve alışkanlığının yaygınlaşmasıyla ilişkilendiren kimi tarihçiler vardır: Kahve alışkanlığı kafeleri ortaya çıkardı, kafeler devrimci burjuvazinin ve ayaktakımının (“sans culotte”) konuşup örgütlendiği yerler haline geldi, ve hop! İhtilal. Ben, tarih ve siyasetin bu şekilde değerlendirilemeyeceğini düşünüyorum. Tarih ve siyasette olmasını arzu ettiğiniz şeylerin değil, olanın nedenleri incelenmeli. Bu yüzden, doğru soru şu olmalı: Rusya’yı Ukrayna savaşına iten başka nedenler var mıdır? 

Bu durumda, kimi yazılarda ve yorumlarda ileri sürülen nedenleri incelemek gerek. 

Rusya’yı savaşa iten nedenler

Rusya’nın Ukrayna müdahalesiyle ilgili sol kamuoyunda iki yaklaşım dikkat çekiyor: 

1) Rusya ile ilgili yorumlarda genellikle, Kremlin’in savaş kararının arkasında “oligarkların” olduğu iddia ediliyor. Açıkça söyleyeyim ki bu iddianın neye dayandığını anlamıyorum. Uzun zamandır Rusya’daki gelişmeleri takip etmeye, 24 Şubat’tan bu yana da askeri eylemin niteliğinden çok bunun Rusya’daki sosyal ve siyasi sonuçlarını gözlemlemeye çalışıyorum. Hiçbir yerde, bu kararın arkasındaki esas gücün büyük burjuvazi olduğunu gösteren hiçbir açıklama, ifade, hatta imayla bile karşılaşmadım. Tam tersine, büyük burjuvazi operasyonla ilgili görüş belirtmekten inatla ve ısrarla uzak durdu, duruyor. Ancak büyük burjuvazinin entelijensiyası o kadar temkinli değil; onlar operasyona karşı olduklarını gayet açıklıkla ifade ediyorlar.

Bana öyle geliyor ki, savaşın arkasında “oligarkların” olduğu iddiası, sadece, Rusya hakkındaki çoğu bilgisizliğe dayanan hatalı tezleri düzeltmeye çalışmak yerine onlara daha sıkı sarılmaktan kaynaklanıyor. 

Kaldı ki bu iddia aklıselimle de uyuşmuyor. Rusya’da büyük burjuvazi çıldırmadıysa böyle bir savaşı teşvik etmesi ve arkasında durması zaten mümkün değil; zira Rusya burjuvazisi dünya pazarına bağımlıdır, dolayısıyla sonuçlarının iktisadi açıdan yıkıcı olacağı ayan beyan ortada olan bu savaş onun için ancak bir felaket senaryosu sayılabilirdi.

2) İkinci yaklaşım da şu: Rusya, Çin ile “emperyalist bir blok” oluşturmaya çalışıyor. Bu iddia farklı formülasyonlarla da karşımıza çıkıyor; Rusya-Çin ilişkisi ittifak olarak ele alınıyor, Çin’in Tayvan meselesinden ötürü Rusya’yı arkalayacağı, Rusya’nın Çin desteğine güvenerek operasyon kararını aldığı vb. ileri sürülüyor. 

Ben birçok defa, Rusya ve Çin arasındaki ilişkilerin ittifak olarak nitelenemeyeceğini ileri sürdüm. 

Altı ay önce, 9 Eylül 2021’de şöyle yazdım: 

“Putin döneminde Rusya’nın önceliği ABD’yi denklem dışına itmek, Çin’in önceliği ise denklemde ABD ile birlikte tayin edici rol kazanmaktır. Bu, her iki ülkenin kendince kırılgan durumunun sonucudur. Rusya’nın kırılganlığı, kapitalist dünya sisteminde bir çevre ekonomisi olmasıdır; bağımsızlığını korumak için enerji ve savunma sektörlerinde mutlak devlet denetimine dayanan devlet kapitalizmi vasıtasıyla ABD’ye karşı mücadele etmek zorundadır, zira bağımsızlığa yönelik tehdit esas itibariyle ABD’den gelmektedir. Çin’in kırılganlığı ise tam da dev bir fabrika olmasından kaynaklanır; üretim dış pazar için yapılıyor, dolayısıyla Batı’da gümrük duvarlarının yükseltilmesiyle ve başka nedenlerle doğması muhtemel, kendi kontrolü dışındaki talep eksikliği tehdidiyle karşı karşıya, teknoloji üreticisi değil, dünya fabrikası olmayı sürdürmek için iş gücünü ucuz tutmak zorunda, bu da iç talebin zoraki daraltılması sonucunu doğurmaktan başka sistemin geleceği için tehdit yaratıyor. Bütün bu nedenlerle Çin de ABD ile anlaşmak zorunda.” 

Bu iddiamın geleceğinin, Si’nin 31 Ekim 2020’de duyurduğu (iç pazarı genişletmeyi amaç edinen) altı ilkenin Çin’de nasıl karşılık bulacağına bağlı olduğunu da vurguladım; ancak bu orta vadeli programın, hiç değilse yakın zamanda Çin’in davranış normlarını değiştirmeyeceğini de ekledim.

Rusya’nın Ukrayna operasyonundan önce her şey yolunda görünüyordu; Putin ile Si’nin Pekin görüşmeleriyle birlikte enerji yatırımlarına dair pek çok anlaşma imzalanmıştı, keza bu yılın ilk iki ayı itibariyle iki ülke arasındaki ticaret hacmi yüzde 38,5 artarak 26,4 milyar dolara çıkmıştı. Hatta Rusya’nın Swift sisteminden çıkarılmasından sonra bile Çin’in UnionPay ödeme sistemiyle entegrasyon süreci hızlandırılmıştı. 

Ama krizin başından beri Çin’in yaklaşımındaki belirsizliğin, özellikle de Amerikan yönetiminin 8 Mart’ta yaptığı “Çin, Rusya’ya karşı yaptırımlara uyum göstermezse ABD ‘cevabi tedbirler’ alır” tehdidinin ardından geri adımların, benim görüşümü doğruladığını düşünüyorum. Bunların en önemlileri şunlar: Çinli bankalar Rusya ödemelerini durdurma eğiliminde. Bank of China ve ICBC 11 Mart’ta, Rusya’dan hammadde ithal eden Çinli şirketlere verilen kredi limitlerini sınırladılar. Çin, çok hayati bir meselede bile yardımı “esirgemekten” çekinmedi: 10 Mart’ta Çin’in Rusya’ya uçak yedek parçası tedariki yapmayacağı ortaya çıktı. Bununla birlikte Rusya’nın enerji ve madencilik şirketlerinde pay sahibi olma girişimleri de var; Rosneft ve Runsal’dan (alüminyum) hisse almak için görüşmeler yaptığı ileri sürülüyor. Bu, hem mülkiyette yabancı payını sınırlamayı amaçlayan Kremlin’den, hem de milli kaynaklarının artık başkalarına açılmasına karşı çıkan Rusya halkından tepki görebilir. 

Bu söylediklerim, Çin’in bütünüyle Batı yaptırımlarının dümen suyuna takılacağını düşündüğüm anlamına gelmiyor. Hayır, böyle olmayacaktır. Bu sadece, Çin’in Rusya’yı kollamayacağı, zira kendi çıkarlarının batıyla bir çatışmayı kaldıramayacağı anlamına geliyor.

3) Ukrayna’ya müdahaleyi “emperyalist Rus milliyetçi diktatörlüğünün” saldırganlığı olarak gören yorumlara gelince, bunların yanlışlığına Medya Günlüğü’ndeki yazımda değinmiştim. 

4) Öyleyse ne? Batı blokunun bu boyutta tepki göstereceğini ve Rusya’nın bütünüyle tecrit edileceğini öngörmeyen bir siyasi miyopluk mu? Böyle olduğunu da düşünmüyorum. Kuşkusuz, bir öngörü eksikliği var; ama bu tayin edici önem taşımıyor. Bana öyle geliyor ki, NATO karşısında güvenlik endişesi bahane değil gerçektir; Ukrayna’nın Donbass’a saldırıya hazırlandığı iddiası (Rusya’nın müdahalesinden sonra bu bölgede Ukrayna kuvvetlerinin büyük bir güç yığınağı yaptığının ortaya çıkmasından anlaşıldığı gibi) bahane değil gerçektir; Ukrayna’nın nükleer silah edinme niyeti ve Amerikan askeri-biyolojik laboratuvarları bahane değil gerçektir; ama en önemli neden, Rusya’da sınıfsal bir altüst oluşun hazırlanmasıdır. 

“Askeri emperyalizm”?

Lenin’in Çarlık Rusya’sını “askeri emperyalizm” olarak gördüğü, dolayısıyla bugün de emperyalizmin sadece sermaye ihracının determinant olduğu bir ilişkiye indirgenemeyeceği şeklinde yorumlarla karşılaştım.

Bu yanlıştır. 

Lenin, Rusya’yı “askeri emperyalizm” diye nitelemiyordu; “askeri-feodal emperyalizm” diye niteliyordu. Bu esasen, kapitalizm öncesi sömürgecilik ve emperyalizm siyasetinin bir devamıydı, zira (Lenin’in sözleriyle): “Sömürgecilik siyaseti ve emperyalizm, kapitalizmin son aşamasından, hatta kapitalizmden önce bile mevcuttu.” Rusya’nın “askeri-feodal emperyalizmi” esas itibariyle arkaik bir biçimdi, ama bu arkaik biçim, şimdi, emperyalist kapitalizm aşamasıyla iç içe girmişti. Kapitalizmin muazzam ölçekte geliştiği, ama feodalizmin tasfiyesinin de son derece yavaş ilerlediği, askeri fetihleri ve yayılmayı başlıca siyaset bellemiş feodal bir imparatorluğun emperyalizmi — bu, “eşitsiz gelişmenin” bir başka görüngüsüydü. Gene Lenin’in sözleriyle: “[Rusya’da] Çağdaş kapitalist emperyalizm ... prekapitalist ilişkilerle çok kesif bir ilişkiler ağıyla dolaşıktır.” 

Çarlık Rusya’sında kapitalizmin gelişmişlik düzeyi küçümsenemez; Lenin’in verdiği bir tabloya göre 1910’da işçi sayısı 2 milyona yaklaşmıştı ve yüzde 90’a yakını da 50 kişiden fazla işçi çalıştıran işletmelerde toplanıyordu. 1.000 kişiden fazla işçi çalıştıran işletmelerin toplam işçi sayısı ise 700 bini geçiyordu. Dahası, bu sanayi sermayesi banka sermayesiyle de iç içe geçmişti. Çarlık emperyalizmi buna yaslanıyordu; eşitsiz gelişim yüzünden arkaik bir biçimin iktisadi muhtevasını şimdi sadece feodalizm değil, mali sermayenin bu iktisadi gücü de teşkil ediyordu. 

Stalin, Lenin’in “Çarlık emperyalizmiyle” ilişkili görüşlerini daha ileri götürmüştü; ona göre: “Çarlığın ve batı emperyalizminin çıkarları iç içe geçmiş ve sonunda tek bir emperyalist çıkarlar yumağı içinde kaynaşmıştır.” Çarlık, “emperyalizmin ajanı ve müttefiki, kapitalist emperyalizmin rezervi” idi. 

Her tarihi dönem kendi nesnelliği içinde değerlendirilmeli. İki ayrı tarihi dönemden iki benzemez karşılaştırılamaz. Bugün, sosyalizmin çöküşünün eski feodal aidiyet ilişkilerini canlandırdığı ve böylelikle bütünüyle şekilsiz, yapay bir üstyapı kurduğu kimi Orta Asya cumhuriyetleri dışında feodalizmden söz etmek mümkün değil. Kaldı ki onlar da bu üstyapıya rağmen kapitalist ülkelerdir. 

Demek ki:

1) Çarlığın “askeri-feodal emperyalizmi”, bu geçiş dönemindeki arkaik devletin “emperyalist çıkarlar yumağıyla kaynaşmış” olmasının sonucuydu. 

2) Ancak bu, güncel değil, tarih tartışmasıdır; zira bugün dünya sistemi içinde kapitalist aşamaya bütünüyle ulaşmamış bir emperyalizm olamaz. 

Bu nedenle, “Rusya…”nın sonuç bölümünde, Lenin’in emperyalizm tanımına dayanarak şöyle demiştim: 

“… emperyalist dünya sistemi içinde hiçbir kapitalist ülke olamaz ki, tekelleri ve mali oligarşiyi yaratmış olmasın. Bu iki aşamanın farklı ülkeler arasında karşılaştırılması, bize esas itibariyle nicel bir tablo sunar; yani sermaye temerküzünün şu veya bu ülkede şu veya bu seviyede olduğunu, tekellerin şu veya bu büyüklükte olduklarını, mali oligarşinin şu veya bu büyüklükte sermayeyi kontrol ettiğini gösterir. Diğer aşamalar ise [sermaye ihracı, uluslararası tekelci ittifaklar, yeryüzünün bölüşülmesinin tamamlanması] doğrudan doğruya emperyalist ülkeleri tanımlar, yani karşımızda artık nitel bir tablo vardır; dolayısıyla bunlar, bir ülkenin dünya sisteminde diğerleri karşısındaki yerini tespit etmenin başlıca kriterleridir. Bir kez daha; sistemin alametifarikası sermaye ihracıdır; bu da doğrudan doğruya emperyalist hegemonya üretir. Emperyalist tekeller, emperyalist ülkelerin mali oligarşileri, dünya piyasasına öyle devasa boyutlarda girerler ki, bu piyasanın diğer unsurlarını, diğer dev şirketleri, üreticileri, tüketicileri ve devlet kurumlarını da domine ve manipüle ederler. Böylece karşımıza, ‘oyunun kurallarını’ emperyalizmin tayin ettiği küresel siyasi, idari, ekonomik vb. sistem çıkar. Küresel sermaye, ulusal sistemlerin teknik, yönetsel, mali yapılarını da dayatır ve kontrol eder. Bununla kalmayıp bütün dünya mali sistemini de tayin eder. Bu, günümüzde, dev bankaların derivatif hacimlerinde ve kambiyo piyasasındaki paylarında çok açık ortaya çıkar. Demek ki ‘oyunun kuralları’ ekonomik (ticaret ve yatırım, dolayısıyla soygun hürriyeti), askeri (NATO), hukuki (uluslararası hakem mahkemeleri), ideolojik (batı değerleri), kültürel (küresel bir elit kültürü), eğitsel (Bologna sistemi) vb. olabilir ve olur. Başka deyişle bütün bu sistem, çevre ülkelerin ekonomik, siyasi, ideolojik bağımlılığının sağlanması üzerine kurulmuştur. Dolayısıyla, ‘emperyalizm içsel bir olgudur’ (bu sözler Mahir Çayan’a aittir). Bütün bunlar, fazladan olarak, emperyalist rant teminine de yol açar. Bir başka deyişle, denebilir ki, neoliberalizm dönemi, finanslaşma, mükemmelleşen bir emperyalizm olarak karşımıza çıkar.” 

Devlet kapitalizminin üç biçimi

Ben iktisatçı değilim, ama gene de, ukalalık sayılmasını göze alarak şunları söylemek isterim. 

“Rusya…”da devlet kapitalizminin iki biçimi üzerinde durmuştum; şimdi bunlara bir üçüncüsünü ekleyeceğim. 

Birinci biçim, Almanya’nın klasik devlet kapitalizmidir. Bu kapitalizm, dev mali-sınai tekellerin menfaatlerini korumak için kurulmuştur. 

İkincisi, Rusya kapitalizmidir. “Dev tekellerden bütünüyle bağımsız olmamakla birlikte sadece bu tekellerin ihtiyaçları için örgütlenmiş bir devlet kapitalizmi değil. Onun kendi geleneksel öncelikleri var; bu öncelikler içinde ‘stratejik sektörleri’ oligarklardan ve yabancı etkisinden (kırılganlıktan) temizlemeyi ilke ediniyor.”

Üçüncüsü, Lasalcı sosyalizmdir. Zamanında Mahmut Esat’ın (1930’lu yılların büyük kafa karışıklıkları içinde) savunduğu, tam da bu biçimdi. Retoriğin muhtevadan daha çok önem taşıdığı, kapitalizmin gerçek doğasını kavramaktan uzak, onu ehlileştirmeye yönelik bir biçim. Ama bu biçim vardır ve özellikle kapitalizmin altın çağının sona ermesiyle birlikte sol Keynesçilikte işlevsel bir yankı bulup devletin belirleyici olduğu karma ekonomi olarak karşımıza çıkar. 

Putin’in “azami iktisadi hürriyet” ifadesi ve yaptırımlara karşı alınan tedbirler, bu türden bir eğilimi gösteriyor. Başka deyişle, kapitalist restorasyon sonrası Rusya’nın geleneksel sağcılığından Belarus’un geleneksel “solculuğuna” geçiş. 

Ama gene de bunun bütünüyle sol Keynesçilik olacağını sanmıyorum. Bu siyaseti Rusya için en optimal haliyle uygulamaya karar verdiğinde bile bazı oligarkları tasfiyeye girişir, onların ve orta burjuvazinin aleyhine “adaletli” bir gelir dağılımı yaratmaya çalışırken solculaşacak, devlet tekellerini ve devletle bütünleşmiş tekelleri (herhalde bunların başında Lukoil geliyor olmalı) kollarken sağa kayacaktır. 

Ama gene de bu durumu, ilk iki temel biçimden bir sapma olarak tanımlayacağım: Devlet kapitalizminden devlet “sosyalizmine” geçiş. Bu ikincisini, gerçekte bütünüyle korumacı bir kapitalizm olduğunun altını çizerek, tırnak içinde kullanıyorum. 

Büyük burjuvazinin durumu

Nornikel Yönetim Kurulu Başkanı V. Potanin birkaç gün önce RBK’ya verdiği uzun mülakatta, “millileştirmelerin gasp halini alabileceğini”, “yaptırımlara verilecek cevaplarla kapıyı kapatmamak gerektiğini” söyledi. 

Bu, büyük burjuvazinin safını belli ettiğine yorulmalı.

Potanin’in mülakatında ilginç bir karşılaştırma da var. Liberal dogmaya göre hiçbir şeyin düzenlenmemesi, “eski Sovyet” “dogmaya” göre ise her şeyin her zaman düzenlenmesi gerektiğini, ilk yöntemin insanların hayat seviyesinde düşmeye, ikincisinin ise mal kıtlığına ve pazar ilişkilerinin kopmasına yol açtığını söylüyor. Konuşmanın devamı şöyle: “Bu yüzden, fiyat artışının tüketicilere etkisini yumuşatmak için ne şekilde davranılabileceğine dair üreticilerle diyalog yoluyla ulaşılacak bir altın oran gerekli.” 

Bu sözler, büyük burjuvazinin olası bir sol Keynesçi tehlikeye karşı şimdiye kadar uygulanmakta olan sağ Keynesçi iktisat siyasetine rıza gösterdiğine işaret. 

Potanin, alınan tedbirleri beğenir görünürken şunu da araya sıkıştırıyor: “Son haftalarda meydana gelen durumun sonuçları arasında pek çoğu öngörülmemiş ve analiz edilmemişti.” Bu da büyük burjuvazinin rahatsızlığını gösteriyor; bu rahatsızlığı Kremlin’le doğrudan karşı karşıya gelmekten kaçınsa bile açıkça gösterecek kadar cesaretli. 

Millileştirmelere ve karşılıksız müsaderelere kategorik olarak karşı olduğunu ekliyor; ona göre bu, ülkeyi “100 yıl öncesine, 1917’ye götürür ve böyle bir adımın sonucu da küresel güvensizlik olur.” Oysa, beyefendiye göre, “bu [yabancı] şirketleri ve onların çalıştığı sahaları canlı tutmamız gerek.” Dahası da var: “Bu şirketlerin yönetimi, yabancı aksiyonerlerin onların yönetiminden kendiliğinden çıktığı şartlarda [kayyum atanması durumunu kastediyor] … onlar için de kârlı olmalı; mülkleri korunuyor ve birileri de, her şeyin yıkılması yerine onlara göz kulak oluyor, çünkü business çıkışsız olamaz.” 

Yani? Katiyen millileştirme olmamalı; “namuslu” kayyumlar atanmalı, bunlar şirket hâlâ varmış gibi “namuslu” idare etmeli, gelirler banka hesaplarında (veya döviz olarak, nakit?) toplanmalı ve eski sahipler geri döndüğünde kendilerine altın tepside sunulmalı. 

Ben, bu sözleri, büyük burjuvazinin yaklaşan tehlike karşısında Kremlin’le uzlaşma arayışı olarak yorumluyorum. 

Peki orta burjuvazi ile ne olacak? Önemli bir soru bu. Daha önce de birçok defa, Rusya’da liberal muhalefetin sosyal zeminini bu sınıfın oluşturduğunu yazmıştım. Bunların önemli bir bölümünün Avrupa’da veya başka ülkelerde süresiz oturumu vardı ve operasyon başladığından Rusya’yı kütlesel olarak terk ettiler. Geri dönerler mi, ne zaman, dönerlerse işlerine kaldıkları yerden devam edebilirler mi? Doğrusu, çok zor görünüyor; zira bunların işleri, ister turizm gibi hizmet alanında olsun, ister inşaat, teknoloji ve yedek parça gibi üretim alanlarında, dış pazara bağlıydı. Yaptırımlar orta burjuvaziyi fiilen yok etti.

Sınıfsal altüst oluş

Bütün bunlar, yeni bir sınıfsal altüst oluşa işaret ediyor. 

Tekraren; bana öyle geliyor ki, Kremlin’in önünde iki ana yol ve ikisinin arasında da belirsiz bir patika var. 

Ana yollar şunlar: Ya yakın bir zamanda dünya kapitalizmine entegrasyonun kaldığı yerden yeniden başlayacağına kanaat getirecek ve böylece büyük burjuvaziyle uzlaşma arayışına girecek; ya da sınıfsal altüst oluşu sınırlarına kadar zorlayıp “azami iktisadi hürriyete” dayanan, orta burjuvaziyi fiilen tasfiye ederek küçük burjuvazinin yükselmesinin önünü açan, bu arada emekçi kitlelerde ortaya çıkabilecek hoşnutsuzluğu engellemeye yönelik önleyici tedbirler alacak. 

Birinci yolu, Nornikel patronunun açıklamasında görüldüğü gibi, büyük burjuvazi dayatıyor. Burada dikkat çekici olan çok önemli bir nokta var. Potanin, “Nornikel ve pek çok başka şirketin daha” yabancı ortaklarına kâr paylarını kuponla veya yüzde olarak ama her halükârda döviz cinsinden ödemeden yana olduğunu, ancak Merkez Bankası’nın bunu kabul etmediğini söylüyor. Oysa aslında genellikle bunun tersi kabul edilir; genel düşünceye göre Rusya’da Merkez Bankası’nın, liberal iktisat siyasetinin uygulayıcısı olduğu, hükümetin ise özellikle Medvedev’in başbakanlıktan alınmasından sonra daha muhafazakâr bir çizgiye kaydığı düşünülür. Ancak Potanin’in sözlerinden, Merkez Bankası’nın döviz ödemelerini tamamen yasakladığı halde Nornikel’in ve Rosneft’in Maliye Bakanlığı ile anlaşarak “acil ödemeler” için izin kaptığı anlaşılıyor. (Rosneft’in devlet tekeli olarak özel durumu tamamen anlaşılır; Nornikel’in ise kendisini onunla denk görmesi, çok ilginç doğrusu.) 

Demek ki şu anda ekonomi idaresinde genel izleğin tersi eğilimler ortaya çıkıyor. 

Her halükârda şu çok açık: Nornikel (diğer büyük tekellerin de aynı yönde kulis yaptıklarına kuşku duyulamaz) dövizle kâr payı ödemelerinin devam etmesi için dayatıyor. Büyük burjuvazi aynı zamanda enflasyona karşı bir tedbir olarak alınan ani faiz artışından (şu anda yüzde 20 seviyesinde) hızla vazgeçilmesini, başka deyişle işletmelerin kredi olanaklarının açık tutulması için faizlerin düşürülmesini istiyor. Bu, büyük burjuvazinin, emekçilerin alım gücünü üstelik de çok ağır yaptırım şartlarında tüketecek yüksek enflasyon için kulis yaptığı anlamına gelir. 

İkinci yolu sosyal gerilim ve yükselen sol dayatıyor. Bu yol, emekçilerin hayat standartlarının korunması için büyük sermaye üzerindeki denetimin sıkılaştırılması anlamına geliyor. 

Özetle, Rusya’da olayların gidişatı, büyük ölçüde, sınıfsal altüst oluşun biçimine bağlı. Eğer büyük burjuvaziye taviz siyaseti devam eder ve dolayısıyla enflasyon kontrolsüz tırmanır, emekçi kitleler 98 benzeri bir felaketle tekrar karşılaşırsa, Kremlin bile tutunamaz. En makul yol, aslında en baştan tutmuş göründüğü, ama büyük burjuvazinin Nornikel nezdinde çıkışının gösterdiği gibi cesaretle karşı durduğu yoldur; yani tekelleri sınırlama, sınırlı da olsa millileştirmeler yahut kayyumun şirket değil kamu yararını gözetmesi, emekçi kitlelerin alım gücünü koruma yolu. Eğer bu yolu tutarsa, Kremlin’e siyasi destek kalıcı sosyal bir taban da bulabilir. Ben, Kremlin’in bu yolu tercih etme eğiliminde olduğunu düşünüyorum; ancak büyük burjuvaziyi geri çekilmeye nasıl zorlayacağını bilmiyorum. Muhtemelen bir ara patika bulmaya çalışacaktır; ama bu çok ince bir denge siyaseti gütmesini gerektirir. Derin bir kriz ortamında bu dengeyi sürdürmek çok güç. İçeride çatışmalı bir süreç olacaktır; çatışmadan başarıyla çıkmasının yolu da emekçi kitlelerin yoksullaşmasını önlemekten veya sınırlamaktan geçiyor.

Demek ki bu biçimin başarılı olup olamayacağını söylemek için henüz çok erken. Teorik olarak evet; çünkü Rusya bu altyapıya ve teknoloji birikimine sahip, Sovyet özlemi ve sosyal adalet talepleri canlı. Fiiliyatta ise her şey çatışmanın boyutuna ve büyük burjuvaziye karşı tutuma bağlı. 

Ama eğer başarılı olursa, troykanın keyfiyet hukukundan bıkmış dünyaya 1950-1960’lı yılların “kapitalist olmayan yoluna” benzer muazzam bir etkide bulunabilir. Dolayısıyla, Rusya’nın içinde bulunduğu durum, bir kez daha, dünya çapında bir sarsıntı yaratabilir. 

Uluslararası hukuk 

Uluslararası hukuk halklar hukuku değil devletler hukukudur. Ama vardır, sınırları belirsiz de olsa elle tutulur, devletlerin davranışlarına hukuki meşruiyet kazandırır. 

Ben öteden beri ısrarla, Rusya’nın uluslararası hukuk konusunda Yalta düzenini savunmaya devam eden muhafazakâr bir güç olduğunu düşünüyorum. Bu, sadece nüfuz alanları teşkil etmek anlamına gelmiyor. Yalta’nın simgelediği şey, özel bir tür şiddet eyleminin meşruluğunu kabul etmek üzerine kurulmuştu. Bu, faşizmin şiddet yoluyla tasfiyesiydi. 

Aslında bu konuda, “Kırım’ın hukuku” ile başladığım işi devam ettirerek, “uluslararası hukukun ‘preamble’ı faşizmin tasfiyesidir” başlıklı bir yazı yazmaya niyetliydim. Ama Cemil Ozansü’nün Jurnal Türkiye’de yayınlanan yazısı, bunu gereksizleştirdi. Ozansü, meseleyi olanca açıklığıyla, derin bir tarihi ve hukuki perspektif içinde ortaya koyuyor. Bu vesileyle, henüz okumamış okurlarınızın okumasını öneririm. (**) Yalnız bu yazıya sadece şunu eklemek isterim:

Dünyanın içinde bulunduğu durumla ilgili 1939 ve 1941 analojisini daha önce birkaç defa yapmıştım. Batı basınında dizginlerinden boşalmış Blizgkrieg ve Hitler karşılaştırmaları, hatta Batı entelijensiyasının liberal şahikalarından gelen Hitler’i masumlaştırmaya yönelik tarih çarpıtıcılığı, analojiyi başka bir çerçeveye taşımayı gerekli kılıyor: Ukrayna çatışması, Rusya açısından erken ve bu defa hazırlıklı bir Kış Savaşı olarak görülüyor. 

Soruya döneyim. Rusya’nın Ukrayna’da Neonazi iddiası faşizmin tasfiyesine, yani Yalta düzeninin “preamble”ına yöneliktir. Bu iddianın genel kabul görmemesi onu hukuksuz kılmaz. Bu sadece, uluslararası hukukun artık bütünüyle işlemez olduğunu gösterir. 

Rusya solu savaşa nasıl bakıyor? 

Sol savaşlara, birbiriyle tarihi devamlılığı olan, ama birbirine taban tabana zıt iki farklı pencereden bakar. İlki, 1914: “Emperyalist savaşı kendi burjuvazine karşı iç savaşa çevir”. İkincisi, 1941: “Faşizme karşı savaş kutsaldır ve faşizme karşı savaşan kim olursa olsun demokrasi güçleri arasındadır.” 

Bu iki tutumun teorik ve tarihi temellerine değinmeyeceğim. Ancak pratik tarafı büyük önem taşıyor. Bugün Rusya solunun savaşa yaklaşımında iki tutumla da karşılaşmak mümkün. 

Rusya Komünist İşçi Partisi, birinci tutuma yaklaşıyor. Büyük şehirlerde küçük burjuvaziden epey destek bulduğunu söylemek de mümkün. Aynı küçük burjuvazi, gene büyük şehirlerde liberal protestolara da destek verir. Başka deyişle, önemli bir pasifizm cephesi var ve RKİP bu cephede tayin edici olmasa bile sembolik bir önem taşıyor. 

Ancak solun ezici bir çoğunluğu, bu kapsamda Sovyet döneminde yetişmiş entelektüeller de, 1941 yaklaşımıyla bakıyor: Ukrayna’da faşist harekete karşı savaş, kutsal bir savaştır. Öyle olunca, faşizmi ezmeye yönelik her girişim demokratik bir anlam taşır. 

Ukrayna’da ne tür gelişmeler yaşanabilir?

Bu konuda fazla bir şey söylemeyeceğim. Ukrayna’da 1992’den beri bütünüyle antikomünist bir millet inşası sürdürülüyor. Bunu daha önce de yazmıştım: “Ukrayna rejimi kimlik inşasını zaten tam da, Neonazilerin ve Neonaziliğin belirleyici olduğu Banderist, ultra sağcı bir zemin üzerinde kuruyor.” “Anti-Rusya” temelindeki bu inşa süreci sonucu Ukrayna halkının etnik Ukraynalı kısmı, ideolojik olarak önemli ölçüde protofaşist bir hamurla yoğruldu. Bu nesnel olgu, Ukrayna’da en azından Maydan darbesinden beri kanlı milli boğazlaşmalara neden oldu ve bundan sonra da olabilir. 

Rusya’nın Ukrayna’dan taleplerini hatırlayalım: (a) Demilitarizasyon, (b) denazifikasyon, (c) NATO’ya girmeme güvencesi, (d) DHC ve LHC’nin bağımsızlıklarının ve Kırım’ın Rusya’ya bağlandığının tanınması. Son talebin nihai aşamada nasıl formüle edileceğini bilmiyorum. Ancak Rusya’nın ilk üç talepten formülasyon olarak bile vazgeçeceğini düşünmüyorum. Ukrayna rejimi bunlara karşı ayak direrse çatışma daha da boyutlanacak ve “Ukrayna’nın devletliliği” bu defa gerçekten bir soru işareti halini alacaktır. Demilitarizasyon ve NATO’ya girmeme aslında aşağı yukarı örtüşen şeyler. Ancak ilki, genellikle, Ukrayna askeri olarak son derece güçsüz bir ülkeymiş gibi gösterilerek Rusya “ayısının” ölçüsüz baskısı sanılıyor, buradan da Ukrayna direnişine bakarak Rusya’nın kof olduğu sonucu türetiliyor. Bu doğru değil; Ukrayna ordusu güçlüydü ve direnişinin gösterdiği gibi hâlâ da güçlü. 

Bunlar ve denazifikasyon, anayasal ve idari bir reform anlamına geliyor. Ben, bu sürecin sonunda Ukrayna’nın federalize edilmesini bekliyorum. 

* Olası bir çatışma üzerine düşünceler

** Rusya, “uluslararası hukuku” ihlal mi ediyor yoksa inşa mı ediyor?

paylaş