- Medya Günlüğü
Ukrayna meselesi artık Ukrayna meselesi olmaktan çıkıyor. Bu mesele, Rusya’nın ne olacağı meselesi haline geliyor. Bugüne kadarki enerji kaynaklarına dayanan devlet kapitalizminde devam mı edecek, yoksa iki yandaki iki anayoldan birine mi sapacak?
Yapı
“Rusya. Çöküş, Yükseliş, Dinamikler”de, Rusya’nın doğrudan yabancı yatırımlar istatistikleri üzerinde etraflıca durmuştum. Bunlar, görünürde, Türkiye’nin neredeyse 10 katını bulur; troyka blokunun en küçüklerinden Kanada’nın ise ancak 4’te 1’idir.
Bununla birlikte, gerçek yurt dışı yatırımların bu istatistiklerin çok daha altında olduğu sonucuna varmıştım.
Bugün, Ukrayna krizinin ardından yakıcı sınıfsal sonuçlar doğuran bu rakamlar nereden kaynaklanıyordu?
(a) Orta burjuvazi
Birincisi, Batıcı liberal muhalefetin sosyal tabanını teşkil eden orta burjuvazi yükselirken yurt dışında muazzam miktarlarda gayrimenkul almıştır. Orta burjuvazinin yükselişi ve iktidarın eylemlerindeki rolü üzerinde birçok yazımda önemle durdum. Gene bu nedenle, liberal muhalefet sokağa döküldüğünde bile bunun bir halk muhalefeti olmadığının, esas itibariyle orta burjuvazinin sınıf özlemlerini (“liberal Batı” hayranlığı) yansıttığını ve böylece, büyük burjuvazinin Batı’yla ilişkilerinin meşrulaşmasına hizmet ettiğini de her defasında vurguladım.
Bu azımsanmayacak bir yükseliş ve zenginleşmedir; zenginlik de yurt dışında (özellikle Avrupa’da) sahip olunan gayrimenkullerde yansımasını bulur. Sadece 2012’de başta Avrupa olmak üzere yurt dışında gayrimenkule yatırılan miktar 12 milyar doları buluyordu. Bugün bu neden önemli? Şu nedenle: Orta burjuvazinin çok önemli bir kısmı Ukrayna kriziyle birlikte Rusya’yı terk etti; başka deyişle bu sınıf neredeyse tamamen "deklase" oldu. Batı blokunun yaptırımlarının tam da bunu öngördüğü ve akışı bilhassa hızlandırmaya çalıştığı anlaşılıyor; zira bu, iktidarı geri adım atmaya zorlayacağını düşündükleri bir sınıfsal altüst oluşu tetikleyebilir.
(b) Devlet tekelleri
İkincisi, Rusya’nın yurt dışı yatırımlarının motoru özel sermaye değil devlet tekelleridir; bunların başında da Gazprom gelir. Bu, yatırımları istikrarlı hale getirdiği için Rusya’nın gücü gibi görünüyor. 2000’den beri sınıf farklılığının keskinleşmesine rağmen halkın alım gücünün artması ve 90’ların dehşetinin ardından görece ekonomik istikrarın sağlanması anlamında bu “güç” algısı doğrudur. Karbon yakıtları dünya piyasasına bağımlıdır ama Rusya’nın özellikle doğal gazda dünya tekeli pozisyonu, bu bağımlılığın olumsuz etkilerini ve risklerini de azaltmıştır. Keza, arkasında muazzam Sovyet altyapısı ve bilgi birikiminin olması nedeniyle maliyeti azdır.
Bununla birlikte Sovyetler Birliği’nin sonunun gelmesinde büyük etkisi olan petrol, doğal gaz ve türevlerine bağımlılık, tıpkı Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, kendisini vazgeçilmez hale getirmiştir. 2018 itibarıyla bütçe gelirlerinin yüzde 46’sını petrol ve doğal gaz oluşturuyordu. Öyle olunca, Rusya en ağır yaptırımlarla bile karşı karşıya kalsa bundan vazgeçemez; yaptırımlara karşı elindeki doğal gaz silahını yeterince güçlü kullanamaz. Batı blokunun yaptırımlarındaki pervasızlık açıkça bunun sonucudur.
(c) Offshore
Üçüncüsü, “Rusya...” kitabımda “Rus spesiyalitesi” diye andığım offshore. İstatistiklere yansıyan doğrudan yabancı yatırımların büyük bölümünü bunlar oluşturur. Ne var ki offshore, sermaye yatırımı değil sermaye istifi, kılıfına uydurulmuş sermaye kaçakçılığıdır. Sadece 2013’te “özel kişilere ait, yabancı sermayenin alt kolu olmayan en büyük ilk 50 şirketten 23’ü ya muhtelif biçimlerde offshore olarak başka ülkelerde kayıtlı alt şirketleri kapsıyordu (bunlar, ana şirketin yüzde 40-90’ını kontrol ediyorlardı) ya da karar alma merkezleri doğrudan doğruya bu ülkelerde bulunuyordu.” Bu öyle muazzam bir hırsızlıktı ki, aynı yıl Rusya’daki “yabancı” şirketlerin yüzde 21,2’sinin merkezi Güney Kıbrıs’tı. Bunlar elbette ne yabancı ne de şirketti. 2018’de, Kırım yaptırımlarından 4 yıl sonra, bu eğilim daha da şiddetlenmişti: Rusya’nın doğrudan yabancı yatırımlarının yüzde 90’dan fazlası şu ülkelere yapılıyordu: Kıbrıs (yüzde 34); Hollanda (10); İngiltere (8); İrlanda (7); Lüksemburg (6); Singapur (5); Bahama Adaları (4); Almanya (3); Virginia Adası (3); İsviçre (3); Jersey Adası (2); ABD (2); Türkiye (2); Bulgaristan (1); Belçika (1). Hiç kuşku yok ki bunların çok büyük bir kısmı offshore hesaplarıydı.
Offshore, kılıfına uydurulmuş sermaye kaçakçılığıdır; bir de kılıfına uydurulmamış olan sermaye kaçakçılığı var. Yeltsin döneminde bu hırsızlığın haddi hesabı yoktu; ama Putin döneminin artık tamamen istikrar kazandığı 2000’lerin ortasından sonra da kimi hesaplara göre yüzde 30’lar seviyesindedir (Merkez Bankası istatistiklerine göre çok daha düşüktür).
The Bell’in geçen yıl mart ayında yayınladığı bir araştırmaya göre Rusya’nın 2010’dan 2020’ye kadar toplam sermaye çıkışı 603,9 milyar dolardır. Bunun 394,6 milyar doları banka hesapları üzerinden, 209,1 milyar doları ise nakit olarak yapılmıştır. Sermaye çıkışı ancak 2014’te, Kırım yaptırımlarının ardından Kremlin’in offshore hesaplarına savaş açmasıyla görece azalmıştır (2014’te 150 milyar dolardan 2016’da 20 milyar dolara düşmüştür), ama 2018’de gene 65 milyar dolara yaklaşmıştır.
Rusya Merkez Bankası, Maliye Bakanlığı ile birlikte, Rusya’nın neoliberal dünya ekonomisine tam entegrasyonunun dogmatik (ama başkalarıyla karşılaştırıldığında kesinlikle başarılı) bayraktarlarıdır; bu nedenle sermaye çıkışını büyük bir kayıp olarak görmez. Buna rağmen Merkez Bankası bile, 2020’de, 2010-2020 arasında “şüpheli veya sınıflandırılmamış işlemlerle” yapılan toplam sermaye çıkışını 135,5 milyar dolar olarak değerlendirmişti. Bu çıkışlar 2018’den sonra neredeyse sıfırlanmıştır. Ancak bu, offshore çıkışlarının engellendiği anlamına gelmez, sadece kılıfına uydurulmamış sermaye çıkışının önlendiğini gösterir.
Sermaye çıkışları 2020’de ne durumdaydı? Bir hesaba göre, sadece ilk üç çeyrekteki çıkış miktarı 152,1 milyar doları buluyor. Eğer böyleyse, 2020 yılı, 2014’teki sermaye çıkışı rekorunu egale etti demektir.
Yaptırımlar
Ukrayna yaptırımlarının başından beri Batı basını, oligarkların mal varlıklarına (lüks yatlar, muazzam malikâneler) el konulduğu, servetlerinin dondurulduğu haberleriyle dolu. Bloomberg’e bakılırsa oligarkların offshore cennetlerindeki hesaplarında yaklaşık 300 milyar dolara yakın bir servet yatıyordu. Ancak ne kadarının dondurulduğu veya (reklam yüzü yatlar ve katlar dışında) nelere el konulduğu henüz bilinmiyor.
Gene de net olarak bilinen bazı şeyler var. Mesela Abramoviç, İngiltere’deki ilk yaptırım dalgasına yakalanmadan Chelsea’yi sattı, pasaport koleksiyonuna Portekiz vatandaşlığı da kattı, zaten üç yıl önce İsrail’de dev bir villaya taşınmıştı; Zelenskiy’in özel talebi ve Kremlin’in onayıyla (neredeyse kesinlikle İsrail adına arabulucu sıfatıyla) Rusya-Ukrayna görüşmelerine katıldı, bu sayede ABD’nin yaptırım listesinden çıktı. Alişer Usmanov ABD’nin ilk yaptırım listesine girdi, ertesi gün ABD Maliye Bakanlığı listede istisna yapıp Usmanov’u çıkardı. Bu tuhaf durum ilk gün konuşulduktan sonra medyanın balık hafızasıyla gündemden çıktı veya çıkartıldı.
Bu ikisi en çok dikkat çeken isimlerdi. Ancak Forbes’un haberine göre (1 Nisan itibarıyla) Rusya’nın en zengin 20 kişisinin yarısı, ABD, AB ve İngiltere’nin yaptırım listesine girme başarısı gösteremedi. İngiltere hükümeti bu 20 kişiden 10’una yaptırım getirdi; AB 9’una, ABD ise sadece 4’üne. İlk 20’nin sadece üçü, her üç yaptırım listesine de girmeyi başardılar. En zengin 5’ten ise sadece biri listelere girebildi: Aleksey Mordaşov. Mordaşov Vladivostok’tan; Forbes’un Rusça versiyonunun ilk sayısının kapak güzeliydi. Pek çok şirketin sahibi veya ortağı; bunların en önlüsü demir çelik devi Severstal. 1 Mart’ta AB yaptırımlarına girdikten hemen sonra şöyle demişti: “Benimle ilgili neden yaptırımlar getirildiğini anlamıyorum.” Mordaşov’un şaşıracağı kadar vardı; gerçekten ilginç, burada değilse bile ayrıntılı incelemeyi hak ediyor; muhtemelen üçlü yaptırımın arkasında Severstal’in Çin’deki yatırımları yatıyor. Başka deyişle burada ceza, daha çok Çin’e kesiliyor gibi.
İlk 5’in diğer büyükleri Vladimir Potanin, Leonid Mihelson, Vladimir Lisin ve Vagit Alekperov ise listelere girmeyi başaramadılar. Potanin, Nornikel’in patronu. Nornikel üzerinde hem “Rusya...” kitabımda hem de Rusya’da sınıf çatışmaları üzerine yazılarımda çokça durdum. Ben, tıpkı Abramoviç gibi bu şirketi de, hem Yeltsin ailesiyle ilişkileri, hem muazzam serveti, hem de uzun süre dokunulmazlığı yüzünden bir tür turnusol kâğıdı olarak görürüm. Eski ortaklardan Abramoviç, her zamanki gibi havayı kokladığından olsa gerek, 2020’de Nornikel hisselerini satmıştı. Şirket aynı yıl, Norilsk’teki çevre faciası yüzünden, üstelik de Çevre Bakanı’nın sadaka kabilinden bir cezayla dosyayı kapatmak istemesine rağmen, 2 milyar dolar cezaya çarptırıldı ve bunu eksiksiz ve taksitsiz ödemek zorunda bırakıldı. Ancak Nornikel öyle güçlü ki, Ukrayna krizine karşı sesini yükselten ilk tekel oldu. (Ayrıntılar için bak. http://medyagunlugu.com/haber/altust-olusun-esiginde-51216)
Novatek’in patronu Mihelson da serbestti, ta ki 6 Nisan’da İngiltere’nin yaptırım listesine girene kadar. Sayısız şirketin patronu Lisin hâlâ yaptırımların dışında. Lukoil’un ortağı Alekperov da öyle.
Bunların ortak nitelikleri ne? Ukrayna harekâtına karşı çıkmaları mı? Lisin daha 7 Mart’ta Putin’e “Ukrayna savaşını derhal bitirmesi” çağrısı yapmıştı. Potanin 14 Mart’ta aşağı yukarı aynı mealde konuşmuştu.
Ne var ki bu, yaptırım listelerine girmemek için bir neden değil ancak vesile olabilir.
Ortak nitelikleri sözlerinde veya eylemlerinde gizli değil. Yaptırım listelerine girmeyen veya çok geç giren, böylece (tıpkı Abramoviç gibi) rahatça kurtulmalarına izin verilen Mihelson, Alekperov ve Rotenberg gibi isimler, geçmişte sürekli Kremlin’le ilişkilendirildikleri için daha önemli. Ama hayır, “bunlar üzerinden Kremlin’le diyalog kurulabileceğini düşünüyorlar” gibi bir spekülasyon yapmıyorum. Tam tersine, aşağıda değineceğim gibi, bu mümkün değil, zira hedef zaten Rusya’da iktidar değişikliği.
Bu isimlerin çoğunun önemi, petrol ve doğal gazla ilişkili olmalarından kaynaklanıyor. Başka deyişle, Rusya ekonomisinin can damarına girmiş olmalarından.
Dolayısıyla yaptırım listesine almayarak (bu dolaylı görüngünün dışında dolaysız bağlar da olmalı) onlarla kurulan ilişki, Kremlin’le diyaloğu değil, Kremlin’i köşeye sıkıştırmayı hedefliyor. Kimi oligarklar neden listelere alındıysa bunların listelere alınmamaları da aynı siyasi nedenden kaynaklanıyor; orta burjuvazi yaptırımlar yoluyla neden tasfiye edildiyse, bu da aynı siyasi nedenden kaynaklanıyor.
Dinamikler
15 Mart’ta Medya Günlüğü’nde şöyle yazmıştım:
“Rusya’da olayların gidişatı, büyük ölçüde, sınıfsal altüst oluşun biçimine bağlı. Eğer büyük burjuvaziye taviz siyaseti devam eder ve dolayısıyla enflasyon kontrolsüz tırmanır, emekçi kitleler 98 benzeri bir felaketle tekrar karşılaşırsa, Kremlin bile tutunamaz. En makul yol, aslında en baştan tutmuş göründüğü, ama büyük burjuvazinin Nornikel nezdinde çıkışının gösterdiği gibi cesaretle karşı durduğu yoldur; yani tekelleri sınırlama, sınırlı da olsa millileştirmeler yahut kayyumun şirket değil kamu yararını gözetmesi, emekçi kitlelerin alım gücünü koruma yolu. Eğer bu yolu tutarsa, Kremlin’e siyasi destek kalıcı sosyal bir taban da bulabilir. Ben, Kremlin’in bu yolu tercih etme eğiliminde olduğunu düşünüyorum; ancak büyük burjuvaziyi geri çekilmeye nasıl zorlayacağını bilmiyorum. Muhtemelen bir ara patika bulmaya çalışacaktır; ama bu çok ince bir denge siyaseti gütmesini gerektirir. Derin bir kriz ortamında bu dengeyi sürdürmek çok güç. İçeride çatışmalı bir süreç olacaktır; çatışmadan başarıyla çıkmasının yolu da emekçi kitlelerin yoksullaşmasını önlemekten veya sınırlamaktan geçiyor.”
Rusya’nın Ukrayna müdahalesini ister haklı bulun ister haksız; bugün mesele, Ukrayna meselesi olmaktan tamamen çıkmıştır.
Çatışmaların başından beri (mealen) “savaşı Rus milliyetçi-emperyalist oligarklarının istediği” yorumlarına ısrarla karşı çıktım. Gerçekte çatışma bu oligarklara rağmen meydana gelmiştir. Dolayısıyla, büyük burjuvazinin menfaatlerine karşı ortaya çıkan bu karşıtlık, gelişmelerin gözle görülür bir sınıf çatışmasına evrilmesine yol açıyor.
Çatışma şimdilik tarafların temsilcileri arasında sürüyor. Bunun bir tarafında Ukrayna’da denazifikasyonu (Nazilerden arındırma) Kremlin’in dile getirdiği bütün diğer taleplerin de önüne koyan ve dolayısıyla (sadece bu bağlamda) kitlelerin beklentilerini de temsil eden sol var. Denazifikasyonun bütün Ukrayna’yı mı kapsayacağı, yoksa (Kremlin’in savaşın bu ikinci aşamasındaki eğilimi olduğu anlaşılan) Ukrayna siyasi sistemine doğrudan dokunmadan, NATO’ya girmeme garantisi ve Kırım-Donbass güvencesi almakla mı yetineceği tartışmalarını sol da yapıyor; ancak bunlar solun yaklaşımında nitel bir farklılık anlamına gelmiyor. Bu sol, en nihayetinde, altüst oluşta halkçı bir “sola dönüş” için mücadele ediyor.
Sol, şu ana kadar Kremlin’in krize karşı tedbirlerinde belli bir etki sağlamayı başardı; bu sayede kriz, özellikle Mişustin’in başarılı idaresiyle, kitleler nezdinde henüz şiddetli şekilde hissedilir değil. Ama “sola dönüş” hâlâ belirsiz; iktidar muhafazakârlığını koruyor.
Öte yandan büyük burjuvazi, doğal olarak, bunun tam tersini sağlamaya çalışıyor, bunu da şimdi giderek güçlenen bir pasifizm (barış taraftarlığı) söylemiyle yapıyor. Büyük burjuvazinin en parlak değilse bile son dönemde en çok öne çıkan temsilcisi, yaptırım listelerinin kurbanlarından (Putin’in toplu sözleşme görüntülerini hatırlatarak “kalem hırsızı” diyenler de vardır hakkında) Deripaska. Deripaska, Potanin’in 14 Mart gibi epey erken bir tarihte sözüm ona siyaset dışı ve “saf ekonomik” bakış açısından söylediklerine siyasi bir çerçeve çiziyor ve “devlet kapitalizminden” vazgeçilmesini, “pazar ekonomisine geçilmesini”, “Ukrayna’da çatışmanın sona erdirilmesini” istiyor. Deripaska’ya göre bu, “yeni pazarlar bulmak, ihracatla uğraşmak, yeni bir başlangıç noktası tesis etmek” için şart; böylece “10 yıl içinde başarılı bir ekonomi kurabiliriz”.
Ben bunun, Kremlin’e karşı yalancı Gandici bir perde arkasına gizlenmiş savaş ilanı olduğunu düşünüyorum. Bu savaş ilanı, troykanın savaş ilanıyla tamamen örtüşüyor.
“Troykanın savaş ilanı” retorik bir ifade değil; bugün AB’nin diplomasi şefi Borrell aynen şöyle dedi: “Bu savaş, muharebe meydanında kazanılmak zorunda.” Muharebe meydanı Ukrayna değil Rusya ekonomisidir; galibiyet ise Rusya’nın troykaya kayıtsız şartsız açılması, “devlet kapitalizminden vazgeçilmesi”, “pazar ekonomisine geçilmesi” demek.
Avrasya Ekonomik Birliği Enstitüsü Müdürü ve “Dayanışma Ekonomisi Okulu” adını taşıyan yüksekokulun rektörü V. Lepehin birkaç gün önce şöyle yazmıştı:
“Rusya, otuz yıldır Batı’ya öyle güçlü yaslandı, öyle bir şehvetle Batılı idare ve standardizasyon merkezlerinin etkisine girdi ki, sıradan bir çevre ülkesi, hatta yarı sömürge haline geldi.”
Belki de mevcut durum, irade (Kremlin) ve nesnellik (neoliberalizm) arasındaki çatışmayla açıklanabilir: irade, nesnelliği değiştirmeden bağımsızlığını korumayı bugüne kadar başardı; ama patika daralıyor.