
Yeni Dünya olarak ayın konuğu köşesi için Hava İş Genel Başkanı Atilay Ayçin ile söyleşi gerçekleştirdik. Atilay Ayçin ile henüz Yüksek Hakem Kurulu TİS bitirmesinden önce 25 Temmuz 2012'de yaptığımız söyleşide havacılık işkolunun grev yasağı kapsamına alınmasını, bu saldırıya karşı hava yolu işçileri ile sendikal hareketin gösterdiği tepkiyi ve son olarak hava alanındaki direnişi değerlendirdik.
Yeni Dünya: Merhabalar Atilay Bey.
Atilay Ayçin: Merhabalar.
Yeni Dünya: Sizi sınıf mücadelesindeki duruşunuzdan dolayı zaten tanıyoruz ama bir de Yeni Dünya okurları için bize kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
Atilay Ayçin: Ben 1954 Dersim doğumluyum. 1989 yılından bu yana Türkiye Sivil Havacılık Sendikasının Genel Başkanlığını yürütüyorum. Evliyim. Bir oğlum var. Genel Başkan seçilene kadar da Türk Hava Yollarında 15 yıl uçak teknisyenliği görevi yaptım.
Yeni Dünya: Bugüne kadar yapılan toplu sözleşmeler ve toplu sözleşme süreçlerinin nasıl geçtiği konusunda bize biraz bilgi verebilir misiz?
Atilay Ayçin: 1989 yılında biz yönetim anlayışı olarak yeni bir anlayışla, sınıf ve kitle sendikacılığını temel alan bir sendikacılık anlayışla Hava İş sendikasının yönetimine aday olduğumuzu söylemiştik. Değişim grubu olarak yapmış olduğumuz uzun bir muhalefet çalışmasının sonrasında o dönem Türk Hava Yollarında çalışan arkadaşlarımızın ağırlıklı tercihiyle yönetime geldik. Tabii biz yönetime geldiğimizde o güne kadar sendika yönetiminde bulunan mevcut kadrolar ağırlıklı olarak işverenlerle yapılan görüşmelerle toplu sözleşmenin bitişine karar verdiği için üye genel olarak kendi taleplerini toplu sözleşmeye yansıtma fırsatı bulamamışt. Bunun 15 yılına ben kendim fiilen şahit oldum. Biz üyedeki bu beklentiyi doğru tespit ettiğimiz için yeni bir anlayışla hareket ettik. Toplu sözleşme süreçlerinin üyeye açık yapılması, taslakların üyeyle birlikte hazırlanması, toplu sözleşme görüşmelerine üyenin bizzat dahil olarak orada kendisi ile yapılan pazarlıkları dinlemesi görmesi, duyması ve orada kendisi ile ilgili olarak verilecek karara yabancı olmaması gerektiği görüşünü benimsedik.
Biz 1989'da yönetime ilk geldiğimizde tabii üyenin bizden çok büyük beklentileri vardı. Gerek ücret konusunda olsun, gerek çalışma şartları açısından olsun, gerek demokratik taleplerin günün ihtiyaçlarını karşılaması açısından olsun üyenin çok büyük, çok yüksek beklentileri vardı. Ve biz ilk toplu sözleşmemizde, 91 yılında, Türk Hava Yollarında 38 gün; o dönem yine örgütlü olduğumuz Havaş'ta 40 gün süren bir grevle sürece başlamıştık. Ve o dönem süren grevler sonrasında gerek demokratik talepler açısından olsun, gerek sosyal hakların geliştirilmesi açısından olsun, gerek ücret açısından olsun toplamın taleplerinin yüzde doksanını karşılamış olduk. Ve bizimle birlikte Hava-İş'te yeni bir sendikal anlayış oturdu. Bu toplu sözleşmeyle birlikte.
Bizim temel bir sloganımız vardı. Sendika yönetimine geldikten sonra bütün kapıları üyeye açacağız. Burası üyelerin çok rahatlıkla gelip gittiği bir mekân olacak. Bizler sendikacılığı ağırlıklı olarak işyerlerinde üyeyle birlikte yapacağız. Çünkü insanlarla yüz yüze yapılan politikanın temel politika olduğuna inandık. Yani doğru şeyler yaptığımızda gidip insanların övgüsünü aldığımız gibi yanlış şeyler yaptığımızda veya eksik bıraktığımız konularda üyelerden gelen eleştirilerin de fiili olarak bize yapılmasından çekinmememiz gerektiğine inandık. Böyle bir sendikacılık anlayışını Hava-İş'te oturtmaya çalıştık ve 23 yıldır hiç sapmadan bugüne kadar getirdik.
Tabii Hava-İş'te o güne kadar işverenlerle kapalı kapılar ardında yürütülen bir sendikal anlayış hâkim olduğu için bizim bu anlayışımız Türkiye'de ilk defa hem Türk İş genel kurulunda kendini hissettirdi, hem de Türkiye sendikacılık hareketine yeni bir ivme kazandırdı. Özellikle işverenler bizim bu duruşumuzdan, bu tavrımızdan, getirdiğimiz bu tür yeniliklerden çok ciddi anlamda rahatsız olmaya başladılar. Ve biz başta Türk Hava Yolları ve örgütlü olduğumuz şirket işverenleri dahil olmak kaydıyla çok ciddi iktidar baskılarına, tehditlere, işveren sendikalarının baskılarına maruz kaldık. Ama süreci üyelerle götürdüğümüz için yapılan tüm baskılar sonuç vermedi ve 23 yıldır bu anlayışı hiçbir sekteye uğratmadan bugüne kadar taşıdık.
Bizde taslağı üye hazırlar, toplu sözleşme görüşmelerimiz üyeye açık yapılır ve toplu sözleşmenin hangi aşamada bitmesi gerektiğine üyenin kendisi karar verir.
Sonuç olarak bizim bütün toplu sözleşmelerimiz çok sıkıntılı, çok zorlu geçti. Bunun da nedeni üyenin kendisinin sürece dahil olması. Yani bizde taslağı üye hazırlar, toplu sözleşme görüşmelerimiz üyeye açık yapılır ve toplu sözleşmenin hangi aşamada bitmesi gerektiğine üyenin kendisi karar verir. O nedenle işverenler bizlerle üye önünde tartışmaktan çekinir ve kaçınırlar. Tabii patronlar, hükümet, işveren sendikaları bizim bu tavrımızı değiştirebilmek için çok uğraştılar, çok çaba sarf ettiler. Ama bu konuda gerek bizim, gerek üyenin taviz vermemesi sonucunda bunu bir sistem, bir gelenek hâline getirdik ve yıllardır böyle sürer. Ama bütün sözleşmelerimiz ya grevli bitmiştir, ya greve bir kala bitmiştir. Bunun da bir nedeni, üyenin sürece dahil olması ve her konuda kararlara katılmasıdır. Bir ikincisi, toplu sözleşmelerimizde biz kazanılmış haklarımızdan kesinlikle taviz vermiyoruz ve özellikle yasaya atıfta bulunulan maddeleri olabildiğince en asgari seviyelerde ve olabilmesi gereken maddelerde tutmaya çalışıyoruz. Bu nedenle bizim tartışmalarımız çok zorlu geçer, süreç çok uzun sürer ama üyenin istediği gibi biter.
Yeni Dünya: Bu dönemde grev yasağına alınmanızı nasıl yorumluyorsunuz?
Atilay Ayçin: Bizim bu duruşumuz, Türkiye'de sendikal anlayışa getirdiğimiz bu yenilik, bu ivme doğal olarak birçok yeri rahatsız etti demiştim. Bugünkü mevcut siyasal iktidar rahatsız olduğu gibi şirket yönetimine atadığı yöneticiler de bizim bu tavrımızdan rahatsız olduklarını çok sıkça dile getirmeye başladılar. Ve bir şekilde bu geleneğin, bu anlayışın terk edilmesi gerektiğini söylediler. Ancak biz bunun kesinlikle olamayacağını, bunun Hava-İş'te yerleşmiş, oturmuş bir sistem olduğunu, bir gelenek olduğunu ve kesinlikle değişmeyeceğini söyledik. Bunun üzerine hükümet ve dolayısıyla işverenler bizim sendikal anlayışımızdan rahatsız oldukları gibi bizim üyeyle ilişkilerimizden, diyaloğumuzdan da rahatsız olmaya başladılar.
Diğer kurumlarda denedikleri yöntemleri ve farklı olanlarını da burada denediler. Bizde denenmeyen yöntem kalmadı.
Tabii kendilerinin yandaşı olmayan, kendilerine payanda olarak kullanamadıkları bir sendika yönetiminden rahatsız olmalarının sonrasında yapacakları şeyler vardı. Diğer kurumlarda denedikleri yöntemleri ve farklı olanlarını da burada denediler. Bizde denenmeyen yöntem kalmadı. Yani bizde delege seçimlerine, yönetimin belirlenmesine müdahale etmeye başladılar, yönetimi kendi içinde bölerek sendikayı zaafa uğratmaya çalıştılar, genel kurullarımıza müdahale ettiler, toplu sözleşme dönemlerimizde yalan yanlış bilgiler yayarak sendika yönetimiyle üyeleri karşı karşıya getirmeye çalıştılar. İşkolu itirazı yaptılar. Ki, biz Türkiye'de hava taşımacılığı işkolunda örgütlü olan tek sendikayız. Bu konuda yasanın belirlemiş olduğu gerekli olan barajları yüzde yüz oranlarla aşan bir sendikayız. O nedenle bizim işkolunda yetkili sendika olup olmadığımızın bakanlıktan tespiti istemek abesle iştigaldir. İşveren bunu yaptı, yani işkolu tespiti istediler. İşkolu tespiti bir buçuk yıl kadar sürdü. Ardından sözleşme imzalama yetkimize itiraz ettiler. Onu da hallettik. Toplu sözleşme sürecini çıkmaza sokarak resmî ara bulucuya itiraz ettiler. Ki bunların hepsi yasanın belirlediği kurallara ve yasanın belirlediği şekilde yetkili organlar tarafından yapılan atamalardır. Yani sendikanın yararına ve çıkarına olabilecek herhangi bir keyfiyet söz konusu değildir. Ama buna rağmen sırf süreci çıkmaza sokmak, iş yerinde sendikada zafiyet yaratmak, bir şekilde üyeyle sendikayı karşı karşıya getirmek, sendikanın iş yerlerindeki denetimini ve kontrolünü ortadan kaldırmak için uğraştılar. Ayrıca üye aidatlarını da kesmeyerek sendikayı hem siyasi anlamda, hem ekonomik anlamda bir çıkmazla, bir oldu bittiyle, bir çaresizlikle karşı karşıya bırakmaya çalıştılar. Bunun nedeni her türlü entrikaya rağmen sendika yönetimini devirmeyi, sendika yönetimini değiştirip kendilerine yamanmış bir yönetim yapmayı başaramamış olmalarıdır.
Böyle olunca en son Türk Hava Yollarında bu dönem 23. Dönem Toplu Sözleşme görüşmelerimiz başlamadan yine yetkimize itiraz ettiler. İtiraz da bizim çabalarımız sonucunda 14 ay sonra bizim lehimize sonuçlandı. 01.01.2011 tarihinde başlaması gereken toplu sözleşme görüşmelerine bir buçuk yıl sonra başlayabildik.
Eğer bu korsan yasa önerisinde bizim grev yasağı kapsamına alınmamızla ilgili önerge meclise iner ve kabul görürse biz o gün özverili çalışmama hakkımızı kullanacağız dedik.
Normal 60 günlük ilk görüşme süresi bitti ve maddeler üzerinde bir uzlaşma sağlanamamış oldu. Neden? Çünkü işveren idari konularda yapmış olduğumuz değişiklikleri kesinlikle tartışmayacağını söylemekle beraber yıllık yüzde üçlük ücret artışı önerisiyle yıllık enflasyonun da altında bir ücret teklifi önererek toplu sözleşmenin gidişatını zaten kendisi çıkmaza soktu. Yani; bir, toplu sözleşme yapma yetkimize itiraz ederek; iki, düşük ücret teklifi getirerek ve idari maddeler üzerinde yapılan değişiklikleri tartışmayarak işveren sözleşmenin sürecini çıkmaza kendisi sürükledi. En son resmî arabulucu aşamasına gelindiğinde, resmî ara bulucu resmî kurumlarca atanmasına rağmen, bakanlığın belirlediği kişiler arasından yapılmasına rağmen, onun da görev süresine itiraz ederek süreci iyice çıkmaza soktular. Ve biz bu resmî arabulucu sürecine yapılan itirazla uğraşırken, o itirazın haksız ve yersiz bir itiraz olduğunu mahkemelerde çözmeye çalışırken hiç ilgisi olmayan bir yasa taslağının içerisine, torba yasa taslağının içine bizim grev yasağı kapsamına alınmamıza ilişkin bir madde eklendi. Ve ilgisiz bir bakanlığın, ilgisiz komisyonlarından jet hızıyla geçirilerek; jet hızıyla da cumhurbaşkanının onayından geçirilerek Resmî Gazete'de yayınlandı ve yürürlüğe girdi.
Biz bu süreçte yaklaşık beş bin üyemizle Türk Hava Yolları Genel Müdürlüğü'nün önünde yapılan basın açıklamasında bir karar almıştık. Eğer bu korsan yasa önerisinde bizim grev yasağı kapsamına alınmamızla ilgili önerge meclise iner ve kabul görürse biz o gün özverili çalışmama hakkımızı kullanacağız dedik.
Özverili çalışmama hakkı ne demektir? Türk Hava Yolları şu an 200 uçaklı filoya sahip. Ve uçuş noktaları, uçuş kilometresi açısından, kargo taşımacılığı ve artan yolcu kapasitesi açısından şu an çalıştırmış olduğu personele ilave 8 bin personel daha alması lazım. Uluslararası standartlara uygun uçuş yapabilmesi için. Aylık uçuş programlarını aksaksız yürütebilmesi için. Fakat 8 bin eksik personelle çalışıyor. Böyle olunca da bu eksiği şu an mevcut personelin olağanüstü gayreti ve çabasıyla, fazla mesaileriyle götürüyor. Yani konunun anlaşılabilir olması açısından şöyle bir örnek vereyim. Türk Hava Yollarının sekiz yıl önce 70 uçağı vardı, çalışan 12 bin 560 kişiydi. Bugün 200 uçağı var, çalışan 13 bin 560. Bin kişi artmış. Ama uçak sayısı yüzde yüzün üzerinde, yolcu sayısı yüzde yüzün üzerinde, uçulan kilometre mesafe yüzde yüzün üzerinde artış göstermiş olmasına rağmen, yani şirketin yoğunluğu ve iş kapasitesi artarken personel sayısı ona denk, ona paralel artmamış. Doğal olarak bizim personelin, üyelerimizin özverili çalışmasıyla bütün uçuşlar zamanında yapılıyordu, aksamasız yapılıyordu.
İşte biz o özveriyi ortadan kaldırınca Türk Hava Yollarının uçakları, 250 sefer dolayında uçak, o gün 29 Mayıs itibarıyla uçamadı. Ve biz o gün sadece uçmama hakkımızı kullandık. İşveren bunun üzerine 305 arkadaşımızı yasa dışı eylem yapmak gerekçesiyle ve yasal olmayan sms üzerinden yaptığı bildirimlerle iş akitlerini feshederek işten çıkardı.
Meclis bu korsan yasayı onayladı, cumhurbaşkanı onayladı. Resmî Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girdi. Ve biz böylece grev yasağı kapsamına alınan işkolları arasına girdik. O nedenle de şu an 23. Dönem toplu sözleşme görüşmelerimiz yüksek hakem kurulunda, yüksek hakem kurulunun bu konudaki vereceği kararı bekliyoruz.
Yeni Dünya: THY yönetiminin bu işçi düşmanı tutumunun altında neler yatıyor?
Atilay Ayçin: Türk Hava Yollarının mevcut yönetiminin işçi karşıtı, işçi düşmanı politikası bugüne mahsus bir uygulama değil. Yani AKP'nin nasıl kendisini iktidar yapan güçlere biat etmek, onların sınıfsal çıkarlarını gözetmek, onların iktidarı olmak gibi bir anlayışı ve özleri varsa; bu anlayışa uygun politikalar üretiyorsa; onun atadığı şirket yönetiminde bulunan insanların da -en başta yönetim kurulu başkanı olmak üzere yönetim kurulu, genel müdür ve genel müdür yardımcılıkları da yani aşağıya doğru yöneticilerin hepsinde- kendilerinden olmayana, kendi politikalarına biat etmeyene, kendi söylediklerinin dışında dik duran, baş kaldıran, hak arayan herkese karşı bir düşmanlık var. Yani Türk Hava Yollarında çalışan bir kişinin yarınlara garantili, güvenceli bakabilmesi için AKP'li olması gerekiyor. Kaldı ki sadece AKP'li olmak da yetmiyor. AKP'nin politikalarına uygun hareket etmesi gerekiyor, biat etmesi gerekiyor. Hak aramaması gerekiyor. Haklarını savunmaması gerekiyor. Eğer bunların dışındaysanız; yani dik durmak gibi, hak aramak gibi, haksızlığa boyun eğmemek gibi bir anlayışa sahipseniz Türk Hava Yollarında uzun soluklu çalışmanızın ve yarınlarla ilgili garanti ve güvence duymanızın hiçbir anlamı yok. Garantisi de yok. Yani bu konudaki mevcut yasaların sağlamış olduğu kısmi güvenceler de yeterli değil. Kalabilmenin tek yolu şirketin politikalarına uygun hareket etmek, biat etmek.
Türk Hava Yolları yönetiminin böyle davranmasının arkasında ne var? Kadrolaşma. Bazı sektörler böylesi kadrolaşmayı temel alan anlayışları kaldırabilir. Ama bu şirket 24 saat hizmet üreten ve havada uçan bir aygıta, bir araca hizmet veren bir şirket. Yani burada insan motivasyonu, insanın yarınlarla ilgili güvencesi, işyerinde çalışma barışının korunması, insanın mesleki bilgisini mesleki kariyerini kullanabilecek yetkinliğe ve özgürlüğe sahip olması önemli oluyor. Burası çok önemli özgürlüğe sahip olabilmesi. Mesleki otoritesini ve yetkisini kullanmaktan dolayı sorgulanmak korkusu yaşamamalı. Onun için bu özgürlük çok önemli. Ve tabii yapmış olduğu iş uluslararası standartlara uygun bir iş olduğu için uluslararası standartlarda çalışma şartlarının kendisine sunuluyor olması lazım.
Eğer siz burada kârlılık marjını hedef alan temel politikalar üretecek kararlar alırsanız uçuş emniyetini sağlayan bazı uygulamaları aksatmanız ya da göz ardı etmeniz gerekir.
Şu anki mevcut Türk Hava Yolları yönetimi bütün bunları yapabilecek yeterlilikten yoksun. Çağ dışı ve çok ilkel bir mantığa sahip. Bu sektörün kaldıramayacağı iki temel anlayıştan yola çıkarak politikalarını belirliyorlar. Bunlardan bir tanesi kadrolaşma, bir diğeri ise aşırı kârlılık oranı. Bu sektör yapmış olduğu iş gereği aşırı kârlılığı bünyesi kaldırabilecek bir sektör değil. Bu sektör kârlılık marjı düşük olan bir sektördür. Eğer siz burada kârlılık marjını hedef alan temel politikalar üretecek kararlar alırsanız uçuş emniyetini sağlayan bazı uygulamaları aksatmanız ya da göz ardı etmeniz gerekir. Bugün şirkette en ciddi tehlike budur.
Bir ikincisi kadrolaşma olayı. Bu şirketin bugünlere gelmesinde çalışanların çok büyük katkısı var. Yani bir teknisyenin yetişebilmesi, bir uçucunun yetişebilmesi için beş yıl geçiyor. Beş yıldan kastım şudur: yetkin olabilmesi, yalnız başına karar verebilmesi, uçuş operasyonunun devam edip etmeyeceği konusunda kararlı olabilmesi, bilgili olabilmesi, donanımlı olabilmesi ve inisiyatif kullanabilmesi. Bu çok önemlidir. Kabindeki personel içinde önemlidir, teknisyen için de önemlidir, kokpitteki personel için de önemlidir. Eğer insanlar bu yetkinlikte değilse o uçağın emniyetli uçuşundan bahsetmek mümkün değil.
Başka bir konu da emeklilikle ilgili. Biliyorsunuz hükümetler tarafından emeklilik yasaları hazırlandı. Kadınlarda 58, erkeklerde 60 emeklilik yaşı. Ama bu şirket, bu politikanın tam dışında insanları 48 yaşında, 50 yaşında, 51 yaşında emekliğini doldurdu diye işten çıkmaya ya da emekli olmaya zorluyor. Yani siz bir yandan insanları emekliliğe zorlayacaksınız ve emekli olmayanları işten çıkaracaksınız ve onların yerine kadrolaşmayı esas alan anlayışınıza uygun kendi adamlarınızı alacaksınız. Bir sefer adamlar işe uygun değil. İş adamlara uygun değil. Ve işe girenlerin yetişmesi için en az beş yıl uçakla birlikte çalışmaları gerektiği gibi bir dizi eğitimden de geçmesi gerekir. Şimdi siz Türk Hava Yollarına en az bir on yıl daha hizmet edebilecek yetkinlikte kadroları kapının önüne koyacaksınız. Ki bu Türk Hava Yollarının “benim işime yaramaz” diyerek işten çıkardıkları insanlar bugün özel sektörü, özel sektör yapan insanlar. Bu insanlar eğer işe yaramıyor olsalardı özel sektör gibi aşırı kârlılığı esas alan ve en ufak bir hata ve yanlışta insanları kapının önüne koymaktan çekinmeyen bir yerde başarılı olamazlardı. Orada başarılı olabildiklerine göre demek ki bu insanlar daha uzun yıllar Türk Hava Yollarında hizmet edebilirlerdi. Ama temel anlayış kadrolaşma olduğu için yetkin, yetişmiş, deneyimli ve şirkete çok büyük maliyetlere mal olan kişileri işten çıkarıp kendi yandaşlarınızı bu şirkete doldurursanız bu şirkette uçuş emniyetini de riske atarsınız.
İşte bu şirketin çalışanlara karşı, kendinden olmayanlara karşı, kendilerinin politikalarına uygun hareket etmeyen ve kendilerine biat etmeyen anlayışlara karşı bu kadar saldırgan, acımasız, çağ dışı ve ilkel olmalarının arkasında insanları kendilerine yandaş yapamamaları yatıyor.
Yeni Dünya: Bu süreçte İLO konferansında THY'deki grev dolayısıyla Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanının sorunun çözümüne katkıda bulunacağı sözü verdiği gazetelerde yayınlandı. Daha sonra bakan ve THY yönetimi bir iki saatlik bir görüşme yaptılar. Ancak daha sonra sorunun çözümüne yönelik hiçbir adım atılmadı. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?
Atilay Ayçin: Şimdi bu konuda bir defa yönetim kurulu başkanı Hamdi Topçu, hani bir tanım vardır, tek ayak üstünde kırk tane yalanı söyleme konusunda çok yetenekli. Kendisi herhâlde eğitim sürecinde bir insan tek ayak üzerinde her tarafı ikna edecek kırk tane yalanı nasıl söyler konusunda çok geniş kapsamlı bir eğitime tutulmuş. Kendisi Türk Hava Yollarında yaşananları dışarı aktarma konusunda olağanüstü yalan söyleme yeteneği olduğu için olayları çarpıtarak dışarıya aktarıyor. Mesela Türk Hava Yollarının Skylife dergisine yazdığı yazıda insanların deneyimli, birikimli, becerikli, donanımlı olmasından övgüyle söz ediyor. Ama insanların bu artılarını bir olumsuz gerekçe olarak gösterip şirketin temininde zorluk çekilen, özellikle personelle çalışmak zorunda olmasının sendika tarafından karşılanamaz taleplerle art niyetli olarak kullanıldığını ileri sürüp işkolunun grev yasağı kapsamına alınması gerektiğini savunuyor. Yani özellikle gerçekleri saptırma ve yalan söyleme konusunda çok yetenekli.
Kendisiyle bizim yaptığımız görüşmede olsun, bakanla yapılan görüşmede olsun yine bu yeteneğini öne çıkarmış ve arkadaşlarımızın işe iade davalarının iki ay gibi kısa sürede sonuçlanacağını, eğer mahkemelerde işe iade ile ilgili karar çıkarsa arkadaşlarımızı işbaşı yaptıracaklarını söylemiş. Bakanı da bu şekilde aldatmış. Kandırmış. Yani çalışma yaşamı ile ilgili bir bakanın da tabii yasalardan bu kadar bîhaber olması, Türkiye'de açılan bir işe iade davasının en erken bitme süresinin bir ile bir buçuk yıl arasında değiştiğini, bunun bir Yargıtay sürecini de işin içine koyarsanız iki yılı bulduğunu bilmemesi de hayretle garipsenecek bir konu. Oraya da bu şekilde bir yalan söyleyerek işe iade davaları iki ay içinde olumlu biterse çalışanları işe alacağız gibi bir laf etmiş. Bu bir yalan. Çünkü bu davalar en erken bir buçuk yıl içerisinde bitecek.
İkincisi bakanın İLO'da bizim bağlı olduğumuz üst kuruluşumuz İTF'nin genel sekreteriyle yapmış olduğu görüşmede verdiği bir söz varmış. “Ben Türkiye'ye döndüğümde yetkililerle görüşeceğim, şirket yöneticileri ile görüşeceğim ve bu işten atılan 305 kişinin işe alınması konusunda yetkilerimi, ağırlığımı kullanacağım” demiş. Bunu bizzat İTF'nin genel sekreteri bize aktardı. Maalesef yapılan görüşme iki saatlik sözde bir görüşme. Göstermelik bir görüşme. Verilen söze uygun şekilde görüştünüz mü, görüştük anlamında bir görüşme. Bu görüşmenin amacı zaten insanların işe iade edilmesi değildi. Çünkü Türk Hava Yolları yönetimi kendilerinden olmayan bu insanlara; bir, sendikanın militanı gözüyle bakıyor; iki, kendilerine biat etmeyen insanlar olarak bakıyor; üç, bu insanların özellikle 29 Mayıs günü yapılan eylemde önderlik ettiğini ileri sürerek zaten bunlara karşı siyasi bir hınç ve kin içerisinde. O nedenle bunları almaktan çok almamak için ne gerekiyorsa onu yapıyor. Ha, bunun için yalan söylemesi gerekiyorsa yalan söylüyor.
Yani bu gerek bizimle, gerek bakanla yapılan görüşmeler insanların işe alınması özü ve amacıyla yapılan görüşmeler değil. Tamamen dışarıya verilen sözlere ilişkin durumu, zevahiri kurtarmaya dönük görüşmelerdi. Bu nedenle biz bu tür görüşmelerin ancak yurt dışından gelecek Türk Hava Yolları karşıtı kampanya ve baskıların artması, şirketin hareket alanının daralması ve bizim buradaki mücadelemizin sonrasında olabileceğini düşünüyoruz.
Yeni Dünya: Bu süreçte DİSK'ten Sendikal Güç Birliği Platformu'na kadar birçok sendikal yapı ve konfederasyon, sendika ve demokratik kitle örgütü size destek ve dayanışma eylemleri düzenledi. Ortak basın açıklamaları, yürüyüşler, protesto eylemleri yapıldı. Bizler de Yeni Dünya Halk Gazetesi olarak hava alanındaydık bütün bu eylemler boyunca. Bu ortak yapılan eylemleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Sürece nasıl katkıları olacak?
Ancak artık işyerlerinden bölgelere, bölgelerden de Türkiye'de merkezileşen noktaya doğru bazı fiili eylemlerin başlatılması gerektiğini düşünüyoruz.
Atilay Ayçin: Tabii ki olumlu katkıları oldu, olmaya da devam edecek. Çünkü her mücadelenin pratik boyutu, siyasal boyutu, kültürel boyutu, kamuoyu boyutu ve psikolojik boyutu var. Özellikle bizim bir hizmet sektörü olmamız nedeniyle işçi arkadaşlarımız hizmet sektöründe çalışan insanların işçilerin profiline uygun bir profilleri var. Türkiye standartlarına uygun bir ücret alan, uluslararası ilişkileri olan bir sektörde çalışıyorlar. Bu nedenle de entelektüel boyutları da gelişmiş. Yani beyaz yakalı denilen kesimden arkadaşlar. Tabii aylık uçuş programları çok yoğun olduğu için biraz Türkiye gerçeğinden uzak olan arkadaşlardı. Yani bunu özellikle buradaki 58. gününde olan eylem sonucunda daha iyi anladılar. Kendilerinin tanımıyla söylüyorum “uçak, ev ve otel arasında sıkıştırılmış bir dünyada yaşıyorduk. Ama bugün artık biz bu üçgenin dışında yeni bir dünyanın, bir başka dünyanın olduğunu da gördük” Yani slogan atmaya başladılar, slogan üretmeye başladılar, marşlar yazmaya başladılar, diğer grevlerde olan yerlere dayanışma ziyaretlerine gitmeye başladılar. Burada yemek yapmaya, yemek dağıtmaya, buranın temizliği ile ilgili; günlük gazetelerin takibiyle, haftalık dergilerin takibiyle ilgili, siyasi partilerin, gazetelerin, televizyonların, basının ziyaretiyle ilgili bireysel sorumlulukların yanı sıra komiteler şeklinde oluşturulmuş ortak sorumluluklar, kollektif sorumluluklar da almaya başladılar.
Tabii ki bu dışarıdan gelen ziyaretlerin bu anlamda arkadaşlarımıza psikolojik katkısının olduğu gibi yol göstericilik anlamıyla da katkısı oldu. Ama bunlar yeterli mi derseniz ziyaretleri sadece bu boyutuyla yeterli bulmak mümkün değil. Buraya gelen bütün sendikalara, konfederasyonlara, emekten yana olan gönül dostlarımıza, sınıf yoldaşlarımıza söylediğimiz şu: bizim üzerimizden AKP iktidarı Türkiye'de sendikalara bir saldırı başlattı. Bir gözdağı vermeye, korku salmaya çalışıyor. Buraya yapılan ziyaretler tabii ki psikolojik değerlerin, moral değerlerin motivasyonu açısından önemlidir. Bunları çok önemsiyoruz ve saygı duyuyoruz. Ancak artık işyerlerinden bölgelere, bölgelerden de Türkiye'de merkezileşen noktaya doğru bazı fiili eylemlerin başlatılması gerektiğini düşünüyoruz.
Neden düşünüyoruz? Bu grev yasağı kapsamına alınmamız sadece bizim sorunumuz değil. Yani bu artık bizim sorunumuz olmaktan çıktı. Bunun boyutu değişti. Çünkü Türkiye'de artık tartışılan bir kıdem tazminatı var. Ulusal istihdam strateji planının içinde yeni çalışma sistemleri, yeni çalışma yöntemleri var. Yine mevcut kazanılmış hakların ortadan kaldırılması var. Yine işte bölgesel asgari ücret var. İşçi istihdam büroları var. Yani topyekûn, kıdem tazminatını da kapsayan, bir sindirme, saldırı ve imha politikası var. Bunu engellemenin tek yolu birlikte mücadele etmektir.
Kaldı ki sendikalar artık asli işleri olan toplu sözleşmelerini bile yapamaz hâle geldiler. Bu konuda hükümetin belirlemiş olduğu politikayı kabullenen, bir iki dayatmayla bir iki eylemle sadece parasal konularda bir iki artı puan kazanan bir sendikacılık sitemi var. Yani sendikalar sitemden beslenen, sistem içi kurumlar olmaya başladılar. Oysa ki sendikaların tanımı kendilerini sistem dışında tarif eden, sistemden beslenmeyen, sisteme teslim olmayan, sistem içi tarife uygun olmayan kuruluşlar olmalıdır. Bir sendika politikaları ve pratik mücadele anlayışıyla kendisine yasalar tarafından biçilen kalıplar içinde kalmaya başladığı andan itibaren teslim olmuş ve özelliğini yitirmiş demektir. Var oluş amacını yitirmiş demektir. O nedenle Türkiye'de artık bu ziyaretlerin boyutunu değiştirerek iş yerlerinden fiili eylemliliklere, bölgesel ortak eylemliliklere ve bölgelerde oluşturulan eylemliliklerin Türkiye'de ortaklaştırılan fiili eylemliliklere dönüşmesi lazım. Aksi hâlde bizim üzerimizden Türkiye'ye verilen mektup eksik okunmuş yanlış okunmuş demektir.
Bir şey daha söylüyorlar: “bugünün suskunları ve sessizleri yarının kaybedeni olacak” diyorlar.
Eğer biz burada kaybedersek, bizi teslim alamazlar onun altını çizerek söyleyeyim ama bu bir savaştır yenilmek de mümkün, bir şekilde yenilirsek ve grev yasağı kapsamında kalırsak bizden sonra susanlara sıra gelecek. Bizim arkadaşlarımızın attığı slogan Türkiye'nin gerçeğini yansıtan bir slogan. Yani şu “susma, sustukça sıra sana gelecek” sloganını “korkma, korktukça sıra sana gelecek”, “uçma, uçtukça sıra sana gelecek” olarak değiştirmişler. Bir şey daha söylüyorlar: “bugünün suskunları ve sessizleri yarının kaybedeni olacak” diyorlar. Bu tam bu sürece uygun bir slogandır. Umuyoruz bu sürece artık o klasikleşmiş ziyaretler dışında fiili eylemliliklerle destek verilir ve sahip çıkılır ve hükümet bu adımın arkasını atacak ikinci adıma cesaret edemez, diye düşünüyoruz.
Yeni Dünya: Hava işkolunda grev yasağıyla birlikte uluslararası hukuka aykırı bir şekilde bir işkolunda daha grev yasaklanmış oldu. Hem de Türkiye İLO'nun 87 ve 98 nolu sözleşmelerine taraf olduğu hâlde bu uygulama başladı. Hava-İş olarak siz İTF'ye üyesiniz ve çok yakın ilişkileriniz olduğunu da biliyoruz. Uluslararası arenada bu yasak büyük yankı buldu. İTF'nin bu bağlamda katkıları neler oldu? Yani uluslararası sendikal hareket bu sorunun çözümüne yönelik yeni eylem ve etkinlikler planlıyor mu?
Atilay Ayçin: Tabii bizim böyle bir korsan yasayla, böyle bir korsan süreçle karşı karşıya kalmamızın sonrasında, doğal olarak biz iç muhalif güçleri hareketlendirdiğimiz gibi, onların destek ve dayanışmasına ihtiyaç duyduğumuz gibi, uluslararası alanda da dostlarımız harekete geçerek bizimle dayanışma içerisinde oldular. Bu bağlamda yurt dışı faaliyetlerimiz üst kuruluşlarımız olan İTF ve ETF üzerinden yürütüldü.
İTF'in örgütlü olduğu 154 ülkede bir dizi eylemler yapılmaya başlandı. Bunlar yavaş yavaş işyerlerine, yani İTF ve ETF'nin örgütlü olduğu işyerlerine yansımaya başladı.
Bir yandan İTF ve ETF üzerinden yürüyen çalışmalar devam ederken bir yandan da Almanya'da yapılan bir sempozyuma katıldık. Oradaki sendikaların ve bizim Türk işçilerin ortaklaşa faaliyet sürdürdükleri kuruluşların ortaklaştırdığı bir sempozyumdu. Ben oraya katıldım. Yine Arjantin'de Türk Hava Yollarının da içinde olduğu Star Alliance grubunda örgütlü bulunan sendikaların ortaklaşa yapmış oldukları bir toplantı vardı. Oraya dış ilişkiler uzmanımız katıldı. Çok geniş katılımlı yapılan bu toplantılardan oy birliğiyle destek kararları çıktı. Bu kararlara uygun, özellikle Almanya, İngiltere, Belçika, Avusturya, Amerika, Tayland gibi İTF'nin örgütlü olduğu 154 ülkede bir dizi eylemler yapılmaya başladı. Bunlar yavaş yavaş işyerlerine, yani İTF ve ETF'nin örgütlü olduğu işyerlerine yansımaya başladı. Yani artık Türk Hava Yollarının uçakları buradan gittiğinde zaman zaman alanda park edecek yer bulamayabilir, zamanında yolcusu indirilmeyebilir, yolcusu alınamayabilir, zamanında yakıtları verilemeyebilir, uçakların yer transit chek bakımları zamanında yapılamayabilir, zamanında kalkamayabilir. Yapılacak eylemlilikler yavaş yavaş pasif protesto eylemlerinden pratik radikal eylemliliklere doğru gidiyor. Bu anlamda gerçekten yurt dışında çok olumlu bir destek başlatılmış durumda.
Ayrıca tabii buradaki eylemi ve direnişi gören, Türk Hava Yollarıyla seyahat eden turizm acentalarının ve kişilerin, kuruluşların başlattığı kampanyalar var. Türk Hava Yollarıyla uçmama kampanyası gibi kampanyalar kendisini hissettirmeye başladı. Yani şirket yönetiminin yayınlamış olduğu maillerden de anlıyoruz ki bu kampanyalar Türk Hava Yollarını ciddi rahatsız etmeye başladı. Aksi hâlde eğer Türk Hava Yolları böyle bir rahatsızlık duymamış olsaydı çalışanlara yönelik böyle bir mail atmazdı.
Eğer bu saldırgan politikaların sonuç vermesi söz konusu olursa hepimiz mevzilerimizi kaybedeceğiz, varlığımızı kaybedeceğiz ve anlamsız hâle geleceğiz.
Biz şuna inanıyoruz. Tabii bu eylemlilik bizim kendi kararımızdır. Ama bu eylem burada başarıya ulaşacaksa ve hükümet bu saldırgan politikalarından vazgeçecekse yurt içi ve yurt dışındaki bu eylemliliklerin ortaklaşmasıyla, birleşmesiyle ve ortak noktaya doğru hareket etmesiyle ve tek noktaya vurmasıyla başarıya ulaşacaktır.
Artık uluslararası sermaye nasıl kendi aralarındaki sınırları kaldırdıysa işçilerin de kendi aralarındaki sınırları kaldırarak eylemleri evrenselleştirmesi ve uluslararası bir niteliğe büründürmesi gerekir. Biz bu eylemin de ancak böylesine bir evrensel nitelikte ve içerikte yapılacak dayanışmayla başarıya ulaşacağına inanıyoruz.
Yeni Dünya: Az önce konuşma imkânımız oldu ama biraz daha detaylandırmak gerekirse Hava işkolundaki grev yasağı aslında çok köklü ve ağır bir yasak. Türkiye tarihinde bu tür uygulamalara gidenler cuntacılardı. Böyle bir yasağa Türkiye emek hareketinin gösterdiği tepki ve eylemleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Hükümetin böylesine ağır bir saldırısına Türkiye sendikal hareketinin gerekli ve yeterli karşı duruşu gösterdiğini düşünüyor musunuz?
Atilay Ayçin: Bizim işkolumuzda uygulanan grev yasağı sektörel olarak, işkolu olarak bir defa dünyada eşi benzeri olmayan bir grev yasağı. Kaldı ki AKP'nin özellikle 12 Eylül Anayasa Referandumunda seçim alanlarında söylediği ve kendi seçim bildirgesinde söyledikleriyle çelişen bir uygulamadır. Nedir? Grev yasakları kalkacaktı, aynı işkolunda birden fazla sendikaya üye olma hakkı getirilecekti, grev yasağı kapsamındaki iş kolları daraltılacaktı, sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılacağı söylenmişti. Buna benzer çalışma yaşamını rahatlatacak kararların alınıp uygulamaların başlatılacağı söylenmişti. Bir defa bugünüyle de baktığımızda AKP'nin parti söylemleriyle de hükümet söylemleriyle de çelişen bir uygulama. Uluslararası yasa, hukuk, vicdan, insani değerler, insanı kararlar açısından da, tarif edilebilir, örnek alınabilir bir karar değil. Yani dünyanın hiçbir yerinde hava taşımacılığı işkolu grev yasağı kapsamında değildir. Ha, siz eğer çalışma yaşamına barış getirirken, bir tarafın hareket alanını daraltıp bir diğer tarafın hükümranlığını ve saldırganlığını arttırarak çalışma barışını koruyacağınızı zannediyorsanız; yani bir yanda işverenlere alabildiğince özgürlük ve geniş hareket alanı sağlayıp bir yanda grev hakkıyla kendisini toplu sözleşme masasında ifade eden işçilerin grev haklarını ellerinden alarak çalışma barışını, adaleti koruyacağınızı söylüyorsanız; bir defa, sağlanan bu barış adaletli bir barış olmaz, dengeli bir barış olmaz. Bunun adı barış da olmaz. Bunun adı tek taraflı tahakkümdür, tek taraflı teslim alma politikasıdır. O nedenle bu konuda bugüne kadar özellikle kıdem tazminatı, ulusal istihdam strateji planı, yeni sendikalar yasası, yeni grev, toplu sözleşme, lokavt yasası ve benzeri çalışma yaşamı ile ilgili yasalara yönelik hükümetin başlatmış olduğu saldırıların tamamı antidemokratiktir ve uluslararası evrensel hukuk kurallarıyla örtüşmemektedir.
Sendikaların duruşu açısından, acıdır ama bu bir gerçektir, ciddi bir karşı çıkış olduğunu söylemek söz konusu değil. Yani bugün bize yapılan yarın başkalarına yapılacak. Hükümetin temel politikası bir yandaşlaştırma politikası. Yandaşlaştıramadığı kurumları politikalarıyla benzetme politikası. Benzetemediği kurumların içini boşaltarak işlevsiz hâle getirme politikası. O nedenle biz başından beridir bütün sendikalara, konfederasyonlara artık kendi aranızdaki bu ayrışmaları kaldırarak sizi ayrıştıran değil, birleştiren noktalarda bir araya gelin dedik. Çünkü yapılan saldırı işçi sınıfına dönük genel bir saldırıdır, önemli bir saldırıdır. Eğer bu saldırgan politikaların sonuç vermesi söz konusu olursa hepimiz mevzilerimizi kaybedeceğiz, varlığımızı kaybedeceğiz ve anlamsız hâle geleceğiz. Bu nedenle bu saldırıya karşı topyekûn bir karşı çıkışın hayata geçirilmesi, örgütlü bir karşı çıkışın hayata geçirilmesi gerekir. Maalesef bugüne kadar mevcut sendikaların, konfederasyonların bunu gerçekleştirdiğini söylemek mümkün değil.
Biz bedeli ne olursa olsun ödemeyi göze alarak ilerlememizi sürdüreceğiz.
Yani artık klasikleşmiş bildiriler, basın açıklamaları ve işyerleri ziyaretleri üzerinden yapılan dayanışma ve destekler anlamını yitirdi. Az önce de onu söyledim. Fiili, işyerlerinden bölgelere, bölgelerden Türkiye'nin merkezine yürüyen eylemlilik sürecinin başlatılması lazım. Ve bu eylemlilik sürecinin içerisinde emekten yana olan, AKP'nin saldırgan politikalarına, kapitalizmin çöküş politikalarına karşı çıkan bütün unsurların yer alması gerekir. Gerçekten özellikle bu neoliberal politikaların bize biçtiği bu kılıfın, bu elbisenin mutlaka üzerimize geçirilmeden bertaraf edilmesi gerekir. Sendikalar ve konfederasyonlar, emekten yana güçler bugüne kadar bunu yapabilmiş değil. Bu bir zafiyettir. Hepimizin ortak eksikliğidir. Tez elden, yarınlarda geç kalmış olmamak için, bir an evvel, herkesin bir araya gelip bizi birleştirecek unsurları, Türkiye'nin yarınlarında olabilecekleri doğru saptayıp bunlara karşı çıkış politikalarının kimlerin üzerinden hayata geçirilmesi gerektiği konusunda canlı tartışmalar yaparak örgütlü bir dayanışmayı, örgütlü bir karşı çıkışı hayata geçirmesi gerekir. Bu yapılamazsa yarın hiç kimsenin, yani kısmi olarak birbirinden farklı şeyler, doğru sözler söyleyen ve kısmi olarak fazla şey yapan unsurların da bu yapılan saldırılar karşısında durma şansı da olmayacak ve o yenilginin, o kayıpların sorumlusu da hepimiz olacağız. O nedenle sizin aracılığınızla da kamuoyuna söylemek istediğim şudur. Eğer bu ülke demokrasisiyle, insan haklarıyla, halkların bir arada özgürce ve barış içinde, adaletli bir barışla yaşayacağı ülke olacaksa; eğer bu ülkede çalışanların da, emek dünyasının da olduğu hatırlanacaksa, bu, ancak bir işçi hükümetiyle, emekten yana bir iktidarla mümkün olacaktır. Ben sizin aracılığınızla bu gerçeği, bu özlemi tüm demokrat güçlere, devrimci unsurlara bir çağrı olarak iletmek istiyorum.
Yeni Dünya: Tam olarak mevcut durumu göz önünde bulundurarak bu sürecin geleceği hakkında neler söylemek istersiniz?
Atilay Ayçin: Bu süreç mutlaka başarıya ulaşacaktır. Bir defa burada duran arkadaşlarımızın duruşu, sürece motive olmaları, buradaki direnişte gerçekten bir performans gösteriyor arkadaşlarımız, bu sürecin başarıyla biteceğinin göstergesidir. Bu süreç mutlaka işten atılan 305 arkadaşımızın işe dönmeleriyle ve grev yasağının geri dönüşüyle sonlanacaktır. Grev yasağıyla ilgili Anayasa Mahkemesi aleyhte karar verirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne gideceğiz. Buradaki iş mahkemeleri aleyhte karar verirse arkadaşlarımızın işe iade davalarını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne kadar götüreceğiz. Biz bedeli ne olursa olsun, bu bedeli ödemeyi göze alarak ilerlememizi sürdüreceğiz.
Yeni Dünya: Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz
Atilay Ayçin: Ben teşekkür ederim. Size kolay gelsin.
Yeni Dünya: Sağ olun size de kolay gelsin.
