
Romanlarında olaylara farklı açılardan yaklaşarak okurlarını şaşırtan Ahmet Ümit, son romanı Sultanı Öldürmek'in ardından Yeni Dünya muhabirleriyle yaptığı söyleşide “Bize anlattıkları Fatih Sultan Mehmet, gerçek Fatih Sultan Mehmet değildir.” diyerek soruyor; “Okuduğumuz tarih, bize anlatılan tarih ne kadar gerçeği yansıtıyor?”
Yeni Dünya: Merhaba.
Ahmet Ümit: Merhaba.
Yeni Dünya: İlginç bir yazarlık serüveniniz var. Yazarlığa nasıl başladığınızı bize anlatabilir misiniz?
Ahmet Ümit: Gençken, sizin yaşınızdayken, sizden daha da gençken, yazar olacağım, kitap yazacağım diye bir hedefimiz yoktu. Avukat olmak, doktor olmak, mühendis olmak da yoktu. Çünkü bizim zamanımızda, yani ben gençken, yani bundan 37 yıl önce, tek başımıza bir kurtuluş, tek başımıza bir kariyer yapmak, sanat ya da diğer işlerde olsun, pek düşünülmüyordu. Dönemin ruhu böyle değildi. O zamanlar hep beraber kurtulmak, hep beraber bir şey yapmak, Türkiye'yi, ülkeyi, dünyayı, insanlığı kurtarmak gibi hedeflerimiz vardı.
Zaten okulda, lisede 14-15 yaşında devrimci olduk. Olur olmaz da kendimizi kavganın en ön saflarında bulduk. Kelimenin tam anlamıyla her gün kavganın içindeydik. Tırnak içerisinde profesyonel devrimcilik dediğimiz olay yaşanıyordu. Böyle olduğu için de tabii kişisel bir kurtuluş, kariyer düşünmüyorduk. Ta ki 1982 yılının Kasım ayına, yani ben 22 yaşıma gelinceye kadar.
1982 yılının Kasım ayında ne olmuştu? Biraz o döneme dönelim. Generaller, darbeciler bir anayasa hazırladı. Ve bu anayasayı halk oyuna sundu. Güya halk oyuydu bu, özgür değildi. 2 seçeneğin var, evet ya da hayır diyebilirsin ama hayır demek suç! Kimse de hayır diye çıkıp savunamıyor açıkçası. Ama tabii biz o zaman örgütlü bir gruptuk. Türkiye Komünist Partisi'nin İlerici Gençlik örgütünü, işçi gençliği yönetiyordum. Duvarlara “Kahrolsun diktatörlük”, “Anayasa'ya hayır” vb. afişler yapıştırıyorduk. İşte o afişleri yapıştırırken bir arkadaşımız gözaltına alındı. Örgütte benden bununla ilgili bir rapor istedi. İşte ben o raporu yazarken bir öykü yazmışım. O öykü de o zamanlar Prag'da 40 ayrı dilde yayınlanan “Barış ve Sosyalizm'in Sorunları” dergisinde basıldı. O dergide basılınca tabii benim aklıma da yazar olmak düştü. Hani olur mu acaba? “Bak 40 ayrı dilde yayınlandı yazdığımız” gibi. Aslında edebi açıdan çok kötü bir öyküydü ama faşizm koşullarında bir ülkede savaşan gençler, onların tutuklanması, işkence görmesi vs. millete ilginç geliyordu tabii. Zaten yayınlanan dergi de edebi bir dergi değil, politik bir dergiydi. Onun üzerine yavaş yavaş yazarlık süreci üzerine düşünmeye başladık. Yazdığım öykü dediğim gibi edebi olarak çok kötü, didaktik ama politik önemi olan bir öyküydü. Biraz da bunun farkındayım tabii. Madem yazıyoruz iyi bir edebiyatçı olalım, parti propagandisti bir yazar olmaz, olursa kötü bir yazar olur yani yazar olmaz dedim. Ondan sonra edebiyat nedir, iyi edebiyat nasıl olur, iyi hikâye nasıl yazılır üzerine kafa yormaya başladım. O süreç giderek edebiyata doğru evrildi.
Yeni Dünya: Romanlarınızı incelediğimizde ilk romanların daha politik konulara sahip olduğunu görüyoruz. Örneğin Sis ve Gece. Sonrasında politik konulardan daha farklı konulara doğru ilerleyen bir serüveniniz var. Bab-ı Esrar'da Mevleviliği-Batıniliği işlemeniz gibi. Son kitabınız da konusuyla çok dikkat çekti. Fatih'i ele aldınız. Peki neden Fatih'i ele aldınız?
Ahmet Ümit: Ben aslında kitaplarımın giderek daha fazla politikleştiği kanaatindeyim. Neden? Nedenini anlatayım. Şu doğru; ilk romanlarda, ilk öykülerde daha fazla politik konular vardı. Fakat politik konuları anlatmak başka bir şey, eserinizin politik olması başka bir şey. Giderek daha çok politik yazmaya başladım.
Patasana'yı yazdım mesela. O bence çok politik bir metindir. Çünkü bu ülkede hem Kürt meselesini, hem Ermeni meselesini ele alan ilk romandır. Çok iddialı konuşuyorum ama öyle. O kitabı yayınlanmadan önce Hrant Dink'e okutturmuştum. Çünkü azınlıkların görüşü benim için önemlidir. “Bu konuda ne diyorsunuz? Yani bir şey yazdım ben Ermeniler hakkında ama sizi incitmek istemem açıkçası” demiştim. “A çok iyi olmuş bizim için” dedi, bir de röportaj yaptılar Agos'ta. O röportaj tam sayfa Türkçe, yarım sayfa da Ermenice yayınlandı.
Edebiyatta politik olan nedir? Edebiyatta politik olan ya da edebiyatın politik tutumu, herhangi bir grubun -bu muhalif de olabilir, iktidar yanlısı da olabilir- politik görüşlerini savunmak ve bunun iddialaşmasına girmek değildir. Edebiyatta politik olan şey, hayatta yanlış olan her şeyin karşısına çıkmaktır. Örneğin siz evinizdeki sardunya ile ilişkinizi anlatabilirsiniz ve bu çok politik bir roman olabilir. Çünkü insanı, insanın bencilliğini, insanın değişimini anlatmak politik bir meseledir.
Asıl mesele Gramschi'nin söylediği gibi kültürel hegemonyadır. Kültürel hegemonya ise bizim gündelik davranışlarımızdan başlayarak insanlaşma sürecimize ters olan, bizi insanlıktan çıkaran davranışlarımızın, duygu, düşüncelerimizin karşısında yer almak; bizi insan yapabilecek duygu ve düşünceleri, olumlu şeyleri desteklemektir. Bunun alt başlıklarında ekonomik yapının, hâkim bütün anlayışların, politik yapının değişmesi hepsine girilebilir. Ama bir yazar işe insandan başlayacaktır ve insanı anlatacaktır.
Şimdi Fatih Sultan Mehmet figürüne baktığımızda ülkemizde klişe edilmiş bir Fatih Sultan Mehmet anlayışı var. Örneğin; Saadet Partisi ve o çevrede olan insanlar her yıl İstanbul'un fethini kutlarlar. Onların anlattığı Fatih Sultan Mehmet'le benim okuduğum kitaplardaki Fatih Sultan Mehmet zerre kadar birbirine benzemez. Bize anlattıkları Fatih Sultan Mehmet, gerçek Fatih Sultan Mehmet değildir. Benim anlattığım Fatih Sultan Mehmet gerçek Fatih Sultan Mehmet mi, onu bilmek mümkün değil. Aradan bu kadar zaman geçmiş. Ama ben okuduklarımdan yola çıkarak farklı bir Fatih Sultan Mehmet portresi çizdim. Ve çizerek şunu söyledim; “Okuduğumuz tarih, bize anlatılan tarih ne kadar gerçeği yansıtıyor?” Yanıt vermedim çünkü romanlar yanıt vermez, soru sorar. İyi romanın, iyi sanatın gizli amaçlarından biri tüketicisini düşünmeye sevk etmek, kafasını karıştırmak ve başka sanat ürünlerini yahut oradan yola çıkarak bilimsel makaleleri okumasını sağlamaya çalışmaktır. Bu roman Fatih Sultan Mehmet üzerine, Fatih Sultan Mehmet'e başka bir bakış açısı geliştirmek üzerine yazılmış bir romandır. Bunu yapan bir kişi var. Roman alanında değil, o da Yalçın Küçük'tü. Fatih Sultan Mehmet üzerine bir yazı yazdı. Çok enteresandır Yalçın Küçük'ün tezleri. Dayandığı temeller, kanıtları çok tartışılabilir. Ama Fatih Sultan Mehmet'e bakış açısı tabularını yıkmıştır. Hem solcuların, hem klasikleşmiş muhafazakâr bakış açısının tabularını yıkmıştır.
Bizde, bizim sol anlayışımızda tarihe bakarken her şeyi olumsuzlamak gibi bir şey var. Kolayca anlatıyoruz. Mesela din hakkında konuşurken diyoruz ki, Marks'ın “Yahudi Sorunu” üzerine yazdığı bir makale var. Ve o makaleden bir tek şeyi alırız; “Din halkların afyonudur” Bunu bir şablon olarak sunarız. Bundan kurtulması gerekiyor solun. Dünyada şu anda, ne yazık ki rüzgarlar soldan yana esmiyor. Ama esecek. Dünyanın, insanların, çalışan sınıfların, yer kürenin haberi olmayabilir ama; kirlenmekte olan yerkürenin sola ihtiyacı var. Ama yenilenmiş bir sola ihtiyacı var. Kendisiyle hesaplaşmış, bu soruların cevabını vermiş bir sola ihtiyacı var. Din meselesi “halkların afyonu” diye, tarih meselesi “kazananların yazdığı tarihtir” diye geçiştirilecek bir şey olmaktan çıkmıştır. Sol artık bütün bunların hepsiyle ilgilenmek zorundadır. Ahmet Ümit olarak ben de hasbelkader tarihi, romanlarımda böyle ele almaya çalışıyorum. Farklı bir yönüyle anlatmaya çalışıyorum. Ama yanıtını vermiyorum, çünkü tarihi bilmiyorum.
Yine Bab-ı Esrar'a dönecek olursak mesela; “Solun Mevlana ve mistisizme bakış açısı nasıl olmalıdır?” Böyle bir sorunu yok solun. Bunu kapatıyoruz. Böyle bir mesele yok diyoruz. Çok genel bir bakış açımız var. “Bunların hepsi idealist felsefedir” cevabı çok basit. Bu soruyu yanıtlamıyor. Öyle bir düşünce var, onu anlamalısın. Mistik kültürü anlamadan pozitivist kültürü anlayamazsın. Neden anlayamazsın onu da söyleyeyim. Tarihin gelişimi içerisinde Orta Çağ'ı yaşayan Hristiyanlar; karanlık kafalı Hristiyanlar Antik Yunan döneminin filozoflarını reddetti. Okumuyorlardı çünkü hepsini pagan, putperest olarak görüyorlardı. Ama çok enteresandır o dönemin Müslüman filozofları döndüler Aristoteles'i, Sokrates'i okudular. Ve sonra Akinolu Thomas diye bir Hristiyan bilim adamı, Müslüman bilim adamlarının dikkati sonucu Aristoteles'i, Sokrates'i okudu. Ve sonra o adamın reformları Hristiyanlık'ta bir açılıma yol açtı ve üst üste konan şeyler Marks'ın düşüncesinin doğmasına yol açtı. Yani kültürü pasta gibi bıçakla mistik olan, pozitivist olan diye bölemeyiz. Mistik olanın içinde pozitivist olan var. Bu kültürün diyalektiğidir. Hem bir entelektüelin, hem bir Marksistin bunları bilmesi gerekiyor. Onlarla hesaplaşmak, onları anlamak, yadsımak, onlardan bir şeyler almak için bunları bilmek gerekiyor.
Yeni Dünya: Solun yenilenmesinden kastımız sadece solun konuşmadığı, kapalı kutu konuları konuşması, tartışması mıdır?
Ahmet Ümit: Birkaç şeyi kastediyorum yenilenme derken. Kaybettiğimiz inisiyatifi kazanmalıyız. İnisiyatifi kaybettik. Sol, SSCB'nin yıkılmasıyla birlikte dünyada tarihin motoru olma inisiyatifini kaybetti. Tarihin motoru muydu? Öyleydi. Ne zamandan beri öyleydi? 19. yy'dan, 1830'lardan başlayarak; 1848'ler, 1871'ler, Paris Komünü, 1917, 1945... Uzunca bir dönem. Sonra patinaj yapmaya başladı. Bu çok önemli bir mesele ve tartışılması gerekiyor bunun. Dünya ve Türkiye için nasıl bir sol olacak? Sol tarihin sahnesinde aktif rolünü tekrar nasıl alacak? Neden gerileme yaşandı? Bütün bu meselelere bakıp ele almak lazım.
Bu, yazar olarak benim işim değil. Başlı başına çok kapsamlı bir çalışma. Ama ben solcu bir yazar olarak, Marksist bir yazar olarak Marks'ın yaptığı gibi anlamaya, çözümlemeye ve kendi sözümü söylemeye çalışıyorum.
Yeni Dünya: Peki tekrar kitaba dönecek olursak. İnsanların merak ettiği bir konu var. Fatih'le ilgili, baba katilliğiyle ilgili bir konu seçtiniz. Bu konu Türkiye'de Abdi İpekçi tarafından ortaya atıldığında özellikle ırkçı-milliyetçi çevreler tartışmayı açanlara çok büyük tepkiler göstermişti. Siz kitabınızla beraber bu tartışmaların tekrarlanmasından hiç çekindiniz mi? Kitabın çıkmasının ardından bu ırkçı-milliyetçi çevrelerden size bir tepki geldi mi?
Ahmet Ümit: Patasana'da, Kar Kokusu'nda, Sis ve Gece'de hep netameli konuları yazdım. Kendimi hiç rahat hissettiğim bir dönem bilmiyorum. 14-15 yaşında bıçaklandım. 16 yaşında öldüresiye dövüp bıraktı polisler beni. Hayatımız böyle yani. Türkiye'de de rahat bir dönem bilmiyorum ben. Bunlar olmasa bile trafik kazasında ölebilirsin, iş kazasında ölebilirsin. Bu ülke öyle bir ülke. Bir şey yapmak istiyorsan -yani kahramanlık vs. değil, yalan onlar- iyi bir şey, namusluca bir şey yapmak istiyorsan bunu göze almak zorundasın. Ne oldu? Bir şey olmadı. Çünkü artık bunlar tartışılıyor. Bunu ilk anlatan ben değilim. İşte söylediğin mesele: 1964'te Abdi İpekçi gündeme getirdi. Abdi İpekçi'den önce Elif Naci diye bir müzeci gündeme getirdi. Ama ondan da önce bunu bir Alman profesörü söylemişti. Bugün de İlber Ortaylı dahil pek çok kişi bunu söylüyor. Reşat Ekrem Koçu'nun Fatih kitabında bile bunlar anlatılmıştı. Ama insanlar bununla yüzleşmek istemiyorlar ve bu konuyu kapatmak istiyorlar. Şimdi söylediğin zaman bir sürü tarihçi “Tabii olabilir” diyor ama ekliyor; “Bunu neden konuşuyoruz?” Halbuki bunun konuşulması lazım. Neyin konuşulması lazım? Hep olay şanlı tarihimiz söylemi ile anlatılıyor. Şanlı tarihimiz de o şanlı tarihimizdeki kan, o şanlı tarihimizdeki entrika, o şanlı tarihimizdeki yenilgiler. O şanlı tarih neden bir Osmanlı İmparatorluğu'nun Habsburglarda olduğu gibi ilerlemesine, kapitalist gelişmeye yol açmadı. Aynı dönemde Habsburglar vardı Avrupa'da. Ve oradan ne oldu bir Fransız Devrimi ortaya çıktı, bir Alman Devleti ortaya çıktı, bir kapitalizm ortaya çıktı, dünya ölçüsünde bir işçi sınıfı çıktı. Ama bizde neden çıkmadı? Biz neden tartışmıyoruz bunları? Biz bunları hiç tartışmadık ama sol da tartışmadı. Yani Kemal Tahir'ler bir Asya tipi üretim tarzından bahsetti ama derinlemesine konuşulmadı.
Mesela Fatih Sultan Mehmet'le oğlu Beyazıd arasında dağlar kadar fark vardır. Biri bütünüyle batıya açık, deyim yerindeyse Rönesansçı bir adam, bir dünya imparatoru. Ama oğlan geliyor her şey bitiyor. O resim yaptırıyor, öbürü resmi attırıyor. Çok enteresan dönemleri var tarihin ama inceleyemiyorsun. O zaman bundan bir şey çıkmıyor. Mesela Konstantinapolis kuşatmasında Türkler ve Bizanslılar mı savaşıyor? Yalan, öyle bir şey yok. Çok uluslu bir savaş o. Dışarıda Osmanlı da çok uluslu, Slavlar vs. var, içerisi de çok uluslu. İki farklı anlayış savaşıyor orada. Ama biz öyle anlamıyoruz: “kahpe Bizans ve kahraman Türkler”. Böyle bir şey yok ve bu yalan üzerine devam ediyor her şey. Bununla anlaşmak, yüzleşmek lazım.
Mesela Anadolu'nun tarihi, Türklük. Anadolu nedir? Nereden geliyoruz? Biz Osmanlı mıyız? Tamam, ama sonra Romalıyız. Sonra Hititliyiz. Hitit gelenekleri bugün hâlâ Anadolu'da kullanılıyor. Gidin Antep'e, Çorum'a, değişik yerlerde kullanıldığını göreceksiniz. Bütün bunları anlamak, anlatmak lazım ciddi anlamda. Bizim derin devletimiz kadar derin tarihimiz var. Ve bu derin tarihe inmekle olacak, bu tarihi anlamak.
Mesela Spartaküs; Trakyalı bir adam, dünyanın ilk ayaklanmasının lideri. Sonra bu ölçüde bir ayaklanma bizde niye yok? Halkı bastırdılar o yüzden mi? Her yerde halkı bastırdılar ama dünyada devrimler oldu. Bizde ne oldu? Birkaç tane söyleyeyim. Bab-ı Ali Ayaklanması, Şeyh Bedrettin sonra Kabakçı, birkaç ayaklanma, başka hiçbir şey yok. Neden? Bir ülkede devrimciler varsa buna neden ulaşılamıyor? Çünkü bu sosyal psikolojiyle alakalı bir şey. Kul kültürü denen şey, Hititlerden bu yana süren büyük imparatorluk algısı acaba ayaklanmaların olmamasında psikolojik bir etken midir? Çünkü Hititlerde kral ölünce tanrı olacak. Roma'da kral ölünce tanrı oluyor. Osmanlı'da Fatih Sultan Mehmet “Ben Allah'ın yer yüzündeki gölgesiyim. Zillullahım” diyor. İktidarla kutsal arasındaki bağlantı ve bu bağlantının halk üzerine yarattığı büyük travma nasıl kırılır bilmiyorum. Bunlar önemli meseleler. Benim romanlarımda bu şekilde okunabilir bunlar.
Yeni Dünya: Aslında siz romanınızda Osmanlı'nın iktidar ilişkilerini incelediniz. “Yazar, ters giden her şeye muhalif olmalıdır” diyen bir muhalif yazar olarak, o dönemin iktidar ilişkilerini incelerken nelere dikkat ediyorsunuz?
Ahmet Ümit: Gerçekçi olmanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. İktidar meselesinde evrensel olan bir yapı var. Bu Roma'da da böyle, Osmanlı'da da böyle, Hitit'te de böyle. İktidarı korumak için kan döküyorsun, birilerini öldürüyorsun. Bu öldürme önce ailede başlıyor. Yani baba katilliği, oğul katilliği, kardeş katilliği. Bütün iktidar yapılarında bu görülebilir. Hititlerde bunu önlemek için Telipinu Fermanı yayınlıyorlar. “Prensleri öldürmeyeceksin.” Yani bu kadar yaygın. Roma'da işte büyük Konstantin; yani İstanbul'u Roma'nın başkenti yapan adam kendi öz oğlunu öldürtüyor. Bizde Osman, öz amcası Dündar'ı öldürterek başlıyor. I. Murat öldüğü zaman iki kardeşi var. Kosova'da Yıldırım Bayezid var, bir de kardeşi var. Yakup sanırım çocuğun ismi. Yıldırım Bayezid, babasının ölüsü soğumadan Yakup'u öldürtüyor. Fatih'in babası II. Murat kendi kardeşini öldürüyor. Küçücük çocuklar bunlar. Fatih kendi kardeşini öldürtüyor, sekiz aylık mı, bir yaşında mı ne bir çocuk. Bu çok önemli bir şey, insani bir mevzu. Bunu “Devletin bekası” için diyerek açıklıyor adam, ama sen bir kere öldürmeye başladığın zaman katile dönüşüyorsun. Amaca gitmek için her yol mubah dersen olmuyor.
Yeni Dünya: Peki geçmişi inceledik, tarihi inceledik, tarihe bu açıyla baktık. Bugünkü iktidara nasıl bakmak gerekir? Kitabın son sözü, “Gün akşamludur devletlum” bugüne uyarlanabilir mi?
Ahmet Ümit: Tabii bugüne uyarlanabilir. Bugünkü iktidara şöyle bakmamız gerekiyor. Tabii orada yine Marks'ın söylediği şey geçerli, yani bu iktidarın ayakta kalabilmesi için bir altyapı ekonomisinin olması lazım. Altyapı ekonomi ne? Tamam MÜSİAD çıkıyor Kombassan'dan. Konya'dan mesela bir burjuvazi çıktı. Burjuvazi olabilmek için Fransa'ya, İngiltere'ye, Almanya'ya mal satmak zorunda; oradan para almak zorunda. O ilişkiye girdiği adamla arasındaki ilişki bildiğin seküler-kapitalist ilişki. Kapitalizmde öyle dinsel bir yapı yok. Orada problem başlıyor onlar açısından.
Bugünkü durumu şuna benzetebiliriz: rejim, eski rejim yerine oturuyor. Aslında her şey dengeye oturuyor. Dengeye oturdu derken bu olumlu bir şey değil; çünkü olumsuzun da bir dengesi vardır. Deprem gibi yani fay hattı geriliyor. Kırıldığı zaman normale dönüyoruz. Ama o kırılma anı bizi mahvediyor. Kırılma normale dönmek demek. Toplumla doğa arasında da böyle bir benzerlik kurabiliriz.
Bu arada bir şey oldu? Ne oldu? Devletin sahipleri el değiştirdi. Statükocu, vesayetçi, Kemalist, faşist derin devlet bitti. Yerine bu şeriatçı, ümmetçi demeyeceğim ama paradan yana, muhafazakâr görünümlü ama esas olarak paraya değer veren, var olmak için muhafazakârlığı kullanan bir grup geldi. Bunlar aslında öyle insanlar değil, ama prim yaptığı için muhafazakârlığı kullanıyorlar. Fettullah Gülen'le savaşıyor, onun karşısında Müslüman olduğunu kanıtlamak için “Çamlıca'ya cami yaptıracağım” diyor. Bira festivalinde birayı yasaklıyor. Fettullah Gülen “Bunlar dindar değil” diyecek, bunlar da “Hayır. Bak ben cami yapıyorum” diyecek. Bugün Mimar Sinan Camii'nin açılışını yaptılar. Bunların nedeni bu. Peki ne olacak? Asıl şimdi başlaması lazım her şeyin. Eğer olursa, ki olacak; yeniden bir sol hareket, yeniden bir demokratik hareket, bu sefer şahane olur. Çünkü saflar netleşiyor.
Yeni Dünya: Peki Osmanlı'daki iktidarın kanlı ilişkisi bugünkü iktidar ilişkilerinde de geçerli mi sizce?
Ahmet Ümit: Yüzde yüz geçerli. Kemalizm döneminde aydınlatılmamış bir sürü cinayet var. Mustafa Suphilerin cinayeti de bunlardan biridir. İttihatçıların tasfiye cinayetleri vardır. Daha sonra tek parti döneminde de, Adnan Menderes döneminde de geçerlidir. 6-7 Eylül Olayları'nda vs. hep devam etmiştir. Adnan Menderes'in öldürülmesi, bu bir darbedir. İktidar içi çatışmalardır bunlar. Tabii ki hepsi ABD'nin onayı ve desteği ile olmuştur. Onların onayı ve desteği olmadan hiçbir şeyin yapılması mümkün değil. Bugün de devam ediyor bütün bu çatışmalar. Ama bunu Fransız usulü gibi değil Prusya usulü dediğimiz, reformist yöntemlerle uzlaşarak geçiştiriyorlar. Burada artık entrika var. Büyükanıt'ın gizli sırları var, bu sırlarla hükümet başka bir şey yapıyor. Fettullah Gülen ötekinin bilmem nesini ele geçiriyor. Herkesin dosyası var herkesin elinde. Baykal tam anlamıyla bir seks skandalıyla düşürülüyor. Günümüzün yeni entrikaları bunlardır; ama bu entrikaların hepsi Roma'dan Osmanlı'nın, Osmanlı'dan Cumhuriyeti'n aldığı mirastır. Çirkin, ahlaksız, kirli bir miras.
Yeni Dünya: Sıradaki çalışmanız da sanırım bu çirkin mirası biraz daha aydınlatmaya yönelik olacak?
Ahmet Ümit: Aydınlatıcı lafı biraz fazla, ama Osmanlı'nın son dönemine dair. Osmanlı'nın son dönemiyle günümüz arasındaki bağlantıyı, geleneği anlatan; biraz da belki ulus devlet denen kavramı ele alan ve sorgulayan bir roman düşünüyorum. Fakat hâlâ düşünüyorum. Taslak vs. çıkmadı. Yapım aşamasındayız.
Yeni Dünya: Peki kitabın dışında herhangi bir çalışması var mı Ahmet Ümit'in?
Ahmet Ümit: Habertürk'te “Yaşadığın Şehir” diye bir program yapıyorduk. Şehirlerin görünmeyen, anlatılmayan tarihi. İşte onu gerçekleştireceğiz. Mesela Troçki'nin İstanbul'a gelişi, yahut işçi sınıfının önemli grevleri. Mesela Kavel, Paşabahçe grevleri, 15-16 Haziran gibi. Yahut çeşmeleri, Roma, Osmanlı sarayları gibi şehrin bilinmeyen gizli tarihini anlatmaya çalışacağız usta bir konuğumuzla beraber.
Yeni Dünya: İstanbul aşığı bir yazara, şu anki İstanbul'a ilişkin aklından geçenleri sormadan olmaz.
Ahmet Ümit: Bugünkü durumun korkunç bir şey olduğunu söyleyebilirim. Bugün Başbakan Mimar Sinan Camii'nin açılışını yaptı. Ama bugün eğer Boğaziçi Köprüsü'nden geçerken dönüp bakarsanız Mimar Sinan'ın, yani bugün adına açılış yaptıkları büyük mimarın kalfalık eserim dediği; İstanbul'a siluetini kazandıran Süleymaniye Camii'nin minarelerinin arkasında bir lenduha görünür. O lenduha bugün İstanbul'un siluetini bozmaya devam ediyor. İstanbul sadece bu iktidarın, bugün bu ülkede yaşayanların değil. İstanbul bir kültür mirası.
Burayı bizimkiler kurmadı. Bundan 2700 yıl; belki de 6000 yıl önce burada yaşayan çok farklı dillerden, dinlerden, ırklardan insanlar kurdu. Burası bizim babamızın malı değil. Biz de buradan çekip gidebiliriz. Sorun bu mücevhere bakmak. Ama bu mücevher kendisine kötülük yapanların hepsini tarihe düşüyor. Şu anda bu şehir para için, rant için talan edilmekte. Yeşil alan yok, park yok, spor alanları yok ve tarihî eserlerimiz hızla çürütülmekte. Bir saldırı altında İstanbul. Ve bize ihtiyacı var.
Yeni Dünya: Çok teşekkür ederiz. Yeni Dünya okurlarına son bir mesajınız, son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Ahmet Ümit: Yeni dünyaya, yeni bir gözle bakın diyorum.
