Ekümenopolis

09 Tem 2012

Yunanlı kent bilimci Constantinos  Doxiadis 1967 yılında ekümenopolis kavramını tanımlamıştı. “Polis” şehir, ekümenopolis ise kabus ve korku şehri, ucu olmayan şehir demektir. Ekümenopolis, nüfusu 30 milyona dayanmış, her tarafı betonlaşmış, havası, yeşili, suyu tükenmiş, yaşanması bir ızdırap ve çile olan kentleri tanımlıyor. Bu kavram, ülkemizde çarpık kentleşme, nüfusun hızla artması, çok katlı betonarme yapıların çoğalması, sosyo-ekonomik açıdan alt düzeyde olanların şehirlerin dışına itilmesi ile özellikle İstanbul için sık sık kullanılan bir kavram olageldi.

Köklü bir planlama geleneğinin zaten olmadığı İstanbul'da, neoliberalizmin insan yerine kentsel rantı ön palana çıkartan yaklaşımı yıllardır uygulana geliyor. Herkes bu yağmada kendine bir pay kapma peşine düşünce sonuçta insan yaşamını tehdit eden sorunlar yumağıyla debelenen 15 milyonluk bir “megakondu” çıktı. 

Yapılan araştırmalarda 1980 yılında o zaman nüfusu 3.5 milyon olan İstanbul için yapılan ilk metropolitan ölçekli planın raporunda kentin coğrafyasının en fazla 5 milyon nüfusu kaldırabileceği ortaya konuyor. Bugün ise İstanbul'un nüfusu 15 milyon. İstanbul için düşünülen akıl almaz projeler sonucunda 15 yıl sonra İstanbul'un nüfusunun 23 milyon olacağı varsayılıyor. Yani bu, coğrafyanın kaldırabileceği nüfusun 5 katı demek.

İstanbul bugün su ihtiyacını Bolu ve Trakya'dan çekiyor, imarlaşma ile doğa tahrip ediliyor, yeşil alanlar gözle görülür bir şekilde azalıyor. Tüm bunlara rağmen “İstanbul” için düşünülen 3. köprü, uydu kent gibi akılalmaz projelerle kalan su havzaları ve ormanlık alanlar da tehdit ediliyor.

“Yatırım için en karlı kent burası!” Özellikle AKP hükümetinin politikalarıyla birlikte son on yıldır İstanbul sanayi kentinden, finans ve hizmet kentine dönüştürülüyor. Böylelikle İstanbul diğer dünya kentleriyle yabancı sermayeyi çekme yarışına sokuluyor. Bu uğurda kentsel mekanların inşaasında kamusal yararı gözeten yasal denetimler tek tek ortadan kaldırılıyor, sermayenin ve rantın önünü açan düzenlemeler getiriliyor. Yeni kanunlarla akılalmaz yetkilerle donatılan TOKİ ve belediyeler, özel yatırımcılarla işbirliği içinde kentsel toprağı yeni “vizyona” doğru şekillendirmeye çabalıyorlar, ormanlık arazileri imara açan 2b yasası gibi.

“Kentsel Dönüşüm” denilen olgu ile bir yandan emeğiyle geçinen büyük kitlelere “lüks” yaşamın umudu aşılanırken, bir yandan yoksulluk sınırında yaşayan milyonlarca insana kentten izole edilmiş yaşamlar sunuluyor. Kentin inşaasında ve bir sanayi merkezi olmasında alınteri olan emekçiler kentsel dönüşüm kisvesi altında sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik ayrışmaya tabi kalıyor. Bunun içindir ki İstanbul Sulukule'de, İzmir Kadifekale'de, Ankara Dikmen'de olduğu gibi birçok kentte insanlar borçlandırılarak öz yaşam alanlarından uzaklaştırılıyor. Kentin çeperinde insan deposu olarak tasarlanmış konutlarda ise yeni yoksulluk döngüleri insanları çaresizliğe, umutsuzluğa sürüklüyor. Aynı zamanda kültürlerin yitmesine, geleneksel değerlerin kaybolmasına, istihdam sorununun artmasına, komşuluk ilişkilerinin zayıflamasına sebep oluyor.

Kentler toplumun aynası ise gelecek nesillere nasıl bir İstanbul bırakacağız? 2011 yapımı Ekümenopolis Belgeseli bu soruya cevap arıyor. İmre Azem'in yönetmenliğini yaptığı belgesel, İstanbul'a bütüncül bir yaklaşımı amaçlıyor, değişim kadar değişimin altındaki dinamikleri de sorguluyor. Belgeseli izlerken; sermayenin yararına, ekolojik dengeyi gözetmeden, tarihi dokuyu ve insan yaşamını hiçe sayan planlamalarla yapılan barajlara, HES'lere karşı duruşumuzun ne kadar anlamlı olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz. Yakın zamanda Samsun'da plansız yapılan TOKİ konutlarını sel basması sonucu yaşamını yitiren 11 insanın bu büyük rantta ne ilk ne de son kurbanlar olacağına kanaat getiriyorsunuz.

Değişime seyirci kalmamak, onu sorgulamak, çocuklarımıza ve torunlarımıza miras olarak Ekümenopolis bırakmamak için el ele verelim.

paylaş