
16 Aralık'ta gösterime giren “Aşk ve Devrim” adı kadar konusuyla da ilgi uyandıran bir film. Yönetmenliğini Serkan Acar'ın yaptığı filmin başrollerini ise Deniz Danker ve Gün Koper paylaşıyor. Basında çıkan haberlere bakılırsa devam filmi ise yoldaymış. Yapım, bu yıl Adana Altın Koza Film Festivali'nde dört dalda ödül almasına rağmen bazı eleştirmenlerden ışık, ses ve kurguya dair zayıflıkları nedeniyle çeşitli eleştiriler de aldı. Ama bizi asıl ilgilendiren yanı sinamatografisinden ziyade anlattığı hikâye. "Aşk ve Devrim" 90'lı yılların başında İstanbul'da "Kızılyol" isimli bir örgütün militanlarının başından geçen bir dizi olayı anlatıyor. Daha doğrusu belli bir olayı anlatmaktan ziyade çeşitli kesitler sunuyor. Figürasyonunda aktif siyaset içerisinden kişilerin de yer aldığı filmde yaşananlar 90'ların gerçeğine çok da uzak değil aslında. Hatta önemli bir kısmı bugün de güncel olan üniversite çatışmalarını, işçi direnişlerini ve benzerlerini fonda bolca görmek mümkün. Filmin içeriğine gelince; öncelikle, örgütlü bireyler arasındaki ilişkiler ve eylemler yer yer karikatürize edilmiş olsa da filmin genelinde sola yönelik ön yargı veya kötü niyet bulunmadığını belirtmek gerekiyor. Ağrılıklı olarak naif ve fedakâr militanların günlük hikâyesi anlatılıyor. Öte yandan ise, Aşk ve Devrim taşıdığı bütün iyi niyete rağmen başlangıcından finaline kadar bütünlüklü bir anlatımdan oldukça uzak. Taşıdığı iddialı isme rağmen ne devrime, ne de aşka dair çok fazla bir sözü yokmuş hissi uyandırıyor. Elbette böyle bir iş yapmanın kolay olmadığı açık; ama filmde bu iki mesele hakkında da fazladan kestirmeden gidilmiş gibi. Ne yazık ki; fedakâr ve gözükara olan bu devrimci gençlerin değerleri, iç dünyaları, siyasal kimlikleri çok yüzeysel bir dille aktarılmış. Onları devrimci yapan, mücadele içinde tutan siyasal amaçları, çabaları neredeyse hiç işlenmemiş. Hâl böyle olunca dönemi yaşamış veya bugün de siyasetin içinde olanlar için filmle empati kurmak belki daha kolay; ancak sosyalizme ve devrimciliğe dair çok fazla fikri olmayanlar için "bunlardan pek bir şey olmazmış zaten" hissi bırakması çok muhtemel. İşte esas sorun burada başlıyor. Solu ve sosyalizm mücadelesini sadece solculara anlatılacak acı-tatlı bir hikâye olarak görmüyorsak türlü baskılar, yoksulluklar ve zorluklar karşısında bu kadar özveriyle ve inatla mücadele edenlerin hikâyesinin halka biraz daha derinlikli ve özenli aktarılmasını beklemek çok şey istemek olmaz herhâlde. Sonuçta, “Aşk ve Devrim” adının uyandırdığı yüksek beklentileri karşılamaktan uzak olsa da izlenmeyi hakeden bir film. Umarız yönetmen ve senarist devam filminde, tamamlanmayıp eksik bırakılan noktalar üzerinde daha fazla düşünür.
