Bir kanser hastasının GDO ile imtihanı

Senden et alacağız, dedi uzman dermatolog. Söylem tarzı komiğime gitmişti. Gülerek, hayırdır hocam, dedim; kasaplarda et kalmadı da mı bana göz diktiniz. Gözlüklerinin üstünden mimiksiz bir bakışla, “ben gerek duymadığım hiçbir hastamdan kolay kolay biyopsi istemem” dedi, o an anladım iş ciddi. Göğsümdeki lezyonları projektör altında görür görmez vermişti kararını.

“Peki hocam başa gelen çekiliyor. Nedir mesele? Sizi bu karara yönelten düşünceniz nedir? Ne kadar ciddi?” diye saf ve cahilce sordum.

“Muhtemelen Penfigus, biyopsi sonucunda net bir cevap verebilirim” dedi.

Hâlâ hiçbir şey anlamamıştım. “Ne kadar ciddi?” diye tekrarladım sorumu merakla.

“Oldukça ciddiye alınması gerekli” dedi.

Ben bayağı bayağı Türk filmlerindeki o bildiğimiz sahne moduna girmiştim ve hemen “ne kadar sürem var?” diye sordum.

“O kadar da değil. Seni bu işin hocasına yönlendireceğim. Bu hastalığın dilinden o profesör anlar” dedi.

Çok sürmedi on beş gün içinde tahlil raporları elime geçmiş ve Penfigus Vulgaris olduğum kesinleşmişti. İlk kez duyduğum bu sözcükleri gecikmeden internete girerek ne menem bir hastalığa yakalandığımı öğrenmek istedim. Okuduğum ilk cümle ve açıklama hemen hemen şöyle idi. ”On yıl öncesine kadar tedavisi mümkün olmayan, yüzde yüz ölümcül cilt hastalığıdır.” Okudukça delleniyor beynime balyozlar ardı ardına iniyordu sanki. Sonuçta oldukça ciddi bir yol ayrımında olduğumu uzun uzun araştırma ve okumalarım sonucunda anlayabilmiştim.

Hastaneye yatmadan önce internet aracılığıyla bu hastalığa yakalanmış kişilerle irtibata geçmiş, bir milyonda iki kişide görüldüğü söylenen bu illeti yenmeye karar vermiştim. Hastalığı tetikleyen ve azdıran stres ve sıkıntıdan uzak kalmak gibi bir çok ayrıntının yanında, beslenme alışkanlıklarımda tepeden tırnağa değişim yapmam gerekiyordu. Bağışıklık sistemimin normalden daha güçlü olduğundan kendi bünyem kendi cildimi düşman görüyor ve büllü diye tabir edilen lezyonlar oluşmasına neden oluyor. Bir süre sonra ağız içi, göz içi ve tüm vücuda yayılıyordu. Sonra aşaması iç organlara nüfuz etme aşamasına geçiyor ve öldürücü oluyordu. Hastaneye yatar yatmaz bağışıklık sistemimi baskı altına alabilmek için damardan yüz yirmi miligram kortizon enjekte etme ve diyet beslenme uygulanmaya başlanmıştı.

Mümkün mertebe doğal ve organik beslenmem öneriliyor bir çok tüketim alışkanlıklarımdan uzak durmam gerektiği söyleniyordu. Özellikle de çiğ soğan ve sarımsak ile mayalı içeceklerden kesin uzak durmalıydım. Bunları yapmak iyiydi lakin doğal ve organik ürünleri nereden temin edip de tüketecektim, sorun buradaydı.

Hastalanmadan önce yaptığım son işte neredeyse tam olarak bununla ilgili bir iş olduğundan oldukça geniş bilgiye sahiptim. İşin en temelinde ve başında neler yapıldığını bildiğim için gerçekte organik ürün bulmanın neredeyse imkansız gibi bir şey olduğunu biliyordum.

Son yıllarda pazarlama koordinatörlüğü yapıyordum. Uzun yıllar piyasaya sürülecek yeni bir ürünün pazarlanıp, tanıtılması ve bu ürünü son tüketiciye ulaştıracak bayileşme üzerine uzmanlaşmıştım. Son yaptığım iş de, yüzde yüz organik olduğunu iddia ettiğimiz fermente edilmiş koyun gübresiydi. Bunun için aylarca uğraşılmış gerekli belge ve sertifikalar gerekli bakanlık ve mercilerden alınmıştı. Bu belgeleri almak oldukça meşakkatli bir süreç gerektiriyordu. Bir çok belgeyi gerekli mercilere beyan edip onaylatmak gerekiyor, bunun için bayağı bir efor sarf edip adeta iğneyle kuyu kazar gibi sabırla işi takip etmek ve koşturmak gerekiyordu. Zaman geldi neredeyse tüm belgeler ve sertifikalar alınmıştı. İş ürünün Ülke çapında pazarlanıp alıcılara ulaştırma aşamasına geldiğinde, bunu öncelikle kurumsal bir yapı aracılığıyla piyasaya sürmek aklıma geldi.

Köylünün, geçmiş zamanlarda çeşitli şekillerde yanıltılıp zarara uğratıldığından kolay kolay alışkanlıklarını değiştirip yeni bir ürüne yönelmediğini öğrendim. Türkiye Tarım Kredi Kooperatifleri kurumu aracılığıyla ürünü köylüye ulaştırabileceğimi düşünerek, Tarım Kredi Kooperatifleri Genel Müdürlüğüyle anlaşma imzalarsam köylünün kısmen daha güvenilir gördüğü bu kurum aracılığıyla ürünü pazarlama kolaylığı sağlamış olacaktım.

Önce Ankara'da Genel müdürlükle irtibata geçtim. Gördüm ki tam da bu günlerde paralel yapı diye adlandırılan Hizmet Gönüllülerinin gönlünü almadan işler yürümüyor. Hizmet gönüllülerine yakın ortak tanışlar bularak Bitki Besleme ve Tohum Müdürlüğüyle uzun uzun defalarca gidip gelmeler ve benden istenen tüm belgeler ve sertifikaları beyan etmem gerekiyordu. İstenen belge ve sertifikalar sırasıyla, firmanın ürününe ait bilgiler, firmaya ait Ziraat Bankası hesap İban numarası, Ticari Sicil Gazetesi, imza sirküleri, ticaret odası sicil kayıt sureti, marka tescil belgesi, kapasite raporu, ürüne ait spesifikasyon, lisans belgesi, tescil belgesi, ürün etiket örneği, ambalaj ve broşür örneği, Ziraat Bankasına yatırılmış bağış banka dekontu, ORGANİK GÜBRE SINIFINA GİREN SERTİFİKASYON BELGESİ.

Tüm belge ve sertifikaları hazırlayıp gittim ki işin asıl önemli kısmını işte orada öğrenecektim. Organik gübre sınıfına girdiğine dair sertifikasyonu bakanlığın onay verdiği özel sertifikasyon şirketlerinden almak gerekliydi ve hiç de kolay olmayacaktı. Bakanlığın Ürünümüzün Organik olduğuna dair lisans belgesi vermesi dahi tek başına yeterli gelmiyordu. Gübre organik tarımda kullanılacak ise, bu özel sertifikasyon şirketlerinin onaylayıp verdiği sertifika şarttı. Bu ise en erken 24 ay süren bir süreçti. Gübrenin organik olması için koyunların da organik olması gerekiyordu, bunun içinde koyunların dünya ve AB organik üretim standartlarına uygun şartlarda yetiştirilip, beslenmesi, barınması ve gübrelerinin de uygun şartlarda fermentlenmesi zorunluluğu vardı. Bu iş için özel sertifikasyon şirketinin eksperleri koyunların kaldığı yeri inceliyor sınırlı sayıda koyunun aynı şartlarda ve hijyen koşullarda barınıp barınmadığı kontrol ediliyor, koyunların beslendiği arazi ve o arazinin üzerinde yemlendikleri toprağında, ekilen ürününde organik şartlara uygunluğu gözlemlenip raporlanıyor, koyunlara herhangi standartlara uymayan ilaç vesaire verilip verilmediğine kadar tüm bu varyasyonların en az 24 ay gözlemlenip şartlar uygunsa sertifika veriliyordu.

İşte benim iyileşebilmem için tüm bu sözünü ettiğim işlemleri yerine getiren tamamen organik gübreyi, tohumu kullanıp üretim esnasında da gerekli şartların sağlanabildiği ürünleri bulup tüketmem lazımdı. Elbette bu şekilde organik olduğu sertifikalanmış ürün yok değildi, lakin bu hem pahalıya geliyor hem de her istediğin zaman istediğin yerde bulunmuyordu.

Çoğu zaman alış verişe çıktığımda Pazar yerlerinde satılan ürünlerin organik olduğunu söyleyen satıcılara denk geldiğimde kendimi gülümsemekten alamıyorum.

İleride organik tarım konularına da değinmeyi düşünüyorum. Zira yaşadığımız dünyanın geldiği acı noktalardan biri de maalesef daha fazla kazanç uğruna GDO'lu üretim düzenine geçilmiş olması. İnsanlarımızın geleceğini doğrudan etkileyen, gelecek nesillerimizin sağlığını doğrudan riske atan bu sistemin tek amacı daha fazla kâr. Bu gidişata dur demeliyiz. Her yıl kanser hastalıklarının hızla arttığı, çocuk ölümleri ve anormal gelişme vakalarının arttığı bu gidişata dur demeli. Kapitalizmin acımasız, vahşi çıkar hesapları insanlığın geleceğiyle oynuyor. Buna da devletler, çeşitli adlandırmalar ve saptırmalarla insanlıktan gizliyor. Sağlıklı gelecek nesillerin yetiştirebilmemiz için bu gidişata dur demeliyiz.

Hastalığıma gelince uzun, çok uzun hastane yattıktan sonra, oldukça sıkıntılı aylar sonucunda sağlığıma kavuştum. Daha doğrusu ilerlemesini durdurdum.

Hepinize sağlıklı, GDO'suz ürünler tüketebileceğiniz güzel yarınlar dilerim.

09 Nis 2014
paylaş