Gündemimiz yoğun İŞİD/İLİD tehlikesi, Lice'de ve devamında Adana'da kaybettiğimiz canlar, Soma işçisinin devam eden örgütlenme ve hak arama mücadelesi... Böylesine yoğun gündemlerin içinde bir başlık var ki sürekli başat kalmayı başarabiliyor: Cumhurbaşkanlığı seçimleri! Türkiye'nin 12. Cumhurbaşkanı kim olacak? 12. Cumhurbaşkanlığı seçimi Türkiye tarihinde yeni bir yol ayrımını mı işaret edecek? Ve daha pek çok soru etrafında süregelen seçim tartışmaları yiten canların, Ortadoğu'dan yükselen dinci-gerici terör atağının ve pek çok gündemin arasından sıyrılıp baş köşeye oturmayı başarıyor.
Cumhurbaşkanlığını biber gazı ile tanıyan bir kuşağız
Bizim yaş kuşağımız Cumhurbaşkanlığı'nın ne demek olduğunu biraz geç anladı. Darbecilikten müebbet hapse mahkum, rütbeleri sökülmüş er Kenan Evren'in cumhurbaşkanlığını çoğumuz hatırlamaz. Turgut Özal ve şarkıda adı hep başbakan olarak geçse de Süleyman Demirel ilk hatırladıklarımız. Ahmet Necdet Sezer'in ulusalcı güçler tarafından kahraman ilan edildiği günlerden, anayasa kitapçığının fırlatılması meselesine giden süreçte çoğumuz güncel meseleleri tartışır yaşlara erişiyorduk. En iyi hatırladığımız ise tabi ki mevcut cumhurbaşkanı Abdullah Gül. Gül'e kadar cumhurbaşkanı bize hep iki farklı tonton dede figürü üzerinden, karikatürize bir biçimde "cumhurbaba" şeklinde öğretildi.
Okullarda, ailede, atölyede bize öğretilen cumhurbaba figürünün çok baba olmadığını ise Abdullah Gül ile kavrayabildik. Gül'ün gençlikle karşılaşmasına ilişkin kısa bir örnek vermek gerekirse bu şüphesiz 27 Mayıs 2011'deki Uluslararası Yüksek Öğretim Kongresi (UYK) protestoları olacaktır. Üniversiteyi yeni-liberal politikalar eşliğinde patronlarla birlikte dizayn etmek isteyenlerin Abdullah Gül başkanlığında gerçekleştirdiği kongreyi protesto eden 1000'i aşkın genç, polisin TOMA'lı, biber gazlı, coplu, gözaltılı saldırısıyla Dolmabahçe'den Karaköy'e, Taksim'e sürüklendi. Kuşağımız cumhurbaşkanlığını bu olayla birlikte biber gazı tadıyla, emperyalist-kapitalist bloğun yanında bir makama olarak algıladı.
Seçiliyor mu atanıyor mu?
Gençlik, cumhurbaşkanlığını biber gazıyla hatırlarken bizden önceki kuşakların algıları daha da acı. 80'lerin gençleri için cumhurbaşkanlığı Evren'in işkencehaneleri demek. 90'larda ise Özal'ın, yeni-liberal yıkım sürecinde yaşanan ekonomik ve sosyal kıyım hafızalara yer etmiş. Bugün tüm bu algıyı yıkmak için bize sadece tek bir teselli sunuluyor: “Bundan öncekiler parlamento tarafından seçilen değil atanan cumhurbaşkanlarıydı. Bu sefer halk seçecek!”. Bir saniye nefes alıp şöyle sormak lazım: “Öyle mi?”. Milletvekilleri seçiminin bile anti-demokratik yoldan, parti liderlerinin sultasında atanan adaylara evet/hayır demek yoluyla yapıldığı ülkemizde cumhurbaşkanlığı seçimi demokratik olabilecek mi? Seçime iki aydan az bir süre kala adayların isimlerinin hala siyasal partilerin zirvesinde saklı kaldığını unutursak bu seçime demokratik diyebiliriz. Ama bu ülkede siyaset yapan biz gençler unutmayı değil ısrarla her yerde hatırlamayı, hatırlatmayı seçiyoruz.
Yalanlarınız size kalsın
AKP cephesinde değişen birşey yok, muhtemele adayların hepsinin ellerinden kan akıyor. Bize demokrasi yalanları atanların sundukları adaylara baktığımızda ise meselenin iç yüzü daha da ortaya çıkıyor. İktidarını gerici, vurguncu bir savaş rejimi üstüne inşa eden AKP cephesinden henüz net bir isim verilmese de Erdoğan'ın adaylığa bir adım daha yakın olduğu görülüyor. AKP'nin yedek planı ise net değil. Bir kanadın Abdullah Gül'ün parti başkanı olmasını önerdiği biliniyor. Bu isimler gençliğe ne anlatıyor? İnsan gerçekten hayret ediyor!
Erdoğan'ın ve Gül'ün yüzüne baktığımızda sırtımızdaki cop izlerini, ciğerlerimizdeki biber gazını, polis terörünü, Soma'da katledilen, taşeronlarda köleleştirilen işçi arkadaşlarımızı/abilerimizi, yüzü kezzapla yakılan kadınları, acıyı, baskıyı, nefreti görüyoruz. Bu adayların yüzünde gülümseme olan tek yer herhalde ayakkabı kutularındaki dolarlara baktıkları an.
Teyitli bilgi yayalım; CHP'den Osmanlıcı, dinci-gerici aday!
AKP'den kafamıza öbür yana çevirdiğimizde CHP cephesinde de yeni bir şey olmadığı dikkatimizi çekiyor. Mayıs-Haziran 2013 Büyük Halk Direnişi'nde tabanının çoğu sokaklarda olan CHP kendi kitlesinden ders alamamış gözüküyor. Gericiliğe karşı ilericiliği, dinciliğe karşı laikliği, baskıya karşı özgürlükleri, eski Türkiye'ye karşı yeni bir Türkiye'yi isteyen kitlesini koyun sanan CHP Türkiye'nin karşısına eski bir AKP "projesiyle" çıkıyor. Abdullah Gül'ün de lobi faaliyetleriyle İslam İşbirliği Teşkilatı Genel Sekreteri seçilen Ekmeleddin İhsanoğlu bugün AKP adayına “karşı” cumhurbaşkanı adayı olarak sunuluyor. Türkçü-İslamcı-ABD'ci MHP ile işbirliği içinde. Gezi günlerinden kalan jargonla söyleyecek olursak: Teyitli bilgi yayalım; Ekmeleddin İhsanoğlu, Türkeş'e Ortadoğu konusunda danışmanlık yapmış, Osmanlıcı, direnen halk kitlelerine karşı olan, dinci-gerici bir adaydır. Kısaca CHP-MHP bloğunun tercihiyle seçimlerin rengi iyiden iyiye dinci-gericiliğe ve kapitalist bir yeşile mahkum edilmek istenmektedir.
İhsanoğlu'nun kariyerini, öğrencilerinin çeşitli yayınlarda kendisi hakkında anlattıklarıyla birleştirdiğimizde ise manzara daha da vahimleşmektedir. İhsanoğlu, gençliğin biber gazı kokan cumhurbaşkanı algısını değiştirmek bir yana daha da pekiştirecek potansiyeldedir.
Bir ihtimal daha var, o da direnmek mi dersin?
Kabul etmek gerekir ki CHP ve MHP'nin İhsanoğlu kararı gerici, vurguncu, savaş rejimine karşı olan cepheye ciddi bir darbe indirmiştir. Bu darbe CHP'ye sempati duyan geniş bir kesimin, direnenlerin safında yer almasından dolayı gerçekleşmektedir. Darbenin ağırlığı meclisin az sayıdaki Kürt ve sosyalist milletvekilleriyle, Türkiye'nin komünist, sosyalist partileri, ilerici, devrimci, demokrat, yurtsever demokratik kitle örgütlerinin bütüncül hareket edememesiyle bir kat daha artıyor. Demokratik güçlerin cumhurbaşkanlığı mücadelesine etkin bir şekilde katılabilmesi için hem zamanla hem de kendisiyle yarıştığını söylemek yanlış olmaz.
Yarışa girmek ve yarıştan zaferle çıkmak için çuvaldızı kendimize batırıp direnişi hatırlamak gerekiyor. O genç, o coşkulu, o muzaffer direniş günleri bize eşit, katılımcı bir demokratik karar alma mekanizmasını, birlikte mücadeleyi, direnenlerin asla yenilmeyeceğini göstermemiş miydi?
Öyleyse şu an ki yılgınlık, kapalı kapılar ardında herşeyin halktan gizli yürüdüğü süreç neyin nesi?
Silkinip kendimize gelmek için neyi bekliyoruz? Yarın duvarlara şu sözü neden kazımıyoruz: “Önümüze sağın dört cephesini koysalarda hâla bir ihtimal daha var. Direnenlerin cumhurbaşkanı adayını çıkarmak, cumhurbaşkanını sokaktan yükseltmek elimizde”
- Ersu Eren