Suruç, Ankara ve kanla dizayn edilen siyaset

19 Eki 2015

20 Temmuz 2015 günü, Suruç’ta Türkiye tarihinin en kanlı siyasi katliamlarından biri gerçekleşti ve 33 sosyalist genç yaşamını yitirdi, iki gün sonra PKK misilleme olarak Ceylanpınar’da iki polisi öldürdü ve yaklaşık iki yıldır devam etmekte olan “Çözüm Süreci” 22 Temmuz itibariyle sona erdi.

Bu saldırıdan sadece bir gün sonra, 23 Temmuz’da, Türkiye’nin “IŞİD karşıtı koalisyon”a katılmasını ve başta İncirlik olmak üzere üsleri ABD’nin IŞİD operasyonlarına açmasını teyit etmek üzere Erdoğan’la Obama’nın bir telefon görüşmesi yaptıkları haberi ajanslara düştü. Görüşme trafiği Haziran ayında YPG’nin ABD desteğiyle Tel Abyad’ı IŞİD’den alması ve böylelikle Kobane kantonuyla Cizire kantonunun fiilen birleşmesinin ardından hızlanmış ve temmuz ortasında da kesinleşmişti.

Aynı gün, bu haberden sadece birkaç saat sonra, TSK’nin günlerdir yığınak yaptığı Kilis’te, ‘ne büyük bir tesadüftür ki’, IŞİD militanları askerlerin üzerine ateş açtı ve bir asker yaşamını yitirdi. İşte bu saldırıyla birlikte yeni bir durum ortaya çıktı ve o gece yıllar sonra ilk kez PKK’nin Kandil’deki kamplarına hava saldırısı düzenlenirken, IŞİD’e yönelik de bir bombardımana girişildi, sabaha karşı ise DHKP-C’yi de kapsayacak şekilde ev baskınları düzenlenecek ve rejim ‘savaş konsepti’ne geçmiş olacaktı.

• • •

Ekim başında, Rusya Suriye’de IŞİD’e karşı doğrudan savaşa girişiyor, yoğun bir hava saldırısı dalgasını başlatıyor ve Suriye’de bütün dengeleri değiştiriyordu. Rusya’nın hava saldırıları sadece IŞİD’i değil bütün cihatçı çeteleri vuruyor, bu ise hem ABD’nin hem de yeni-Osmanlı’nın Suriye politikasını vurmak anlamına geliyordu.

Hava saldırılarıyla birlikte Rus uçakları ile TSK uçaklarının sınır hattı boyunca karşı karşıya gelişlerine ve dolayısıyla ‘angajman kuralları’nın fiilen geçerliliğini kaybetmesine dair haberler sıklaşıyor, başta Erdoğan olmak üzere AKP yöneticileri, Türkiye’nin NATO üyeliğini ve Türkiye’ye yönelik bir saldırının NATO’ya saldırı anlamına geleceğini daha sık hatırlatmaya kendilerini mecbur hissediyorlardı. Bu esnada, Suriye ordusu ve İran Devrim Muhafızları’nın Rusya’nın desteğiyle kara operasyonlarına girişeceği iddiaları artıyor, ABD’nin de buna mukabil olarak YPG’ye olan desteğini artıracağı söyleniyordu.

9 Ekim günü, Obama yeni-Osmanlı’nın da hayli yatırım yaptığı ‘eğit-donat’ın fiyaskoyla neticelendiğini kabul ederek programı sonlandırdığını ilan ediyor, Ankara Katliamı’nın gerçekleştiği 10 Ekim’i 11 Ekim’e bağlayan gece ise ABD’nin PYD’ye tonlarca silah indirdiği haberleri geliyor ve 12 Ekim günü, ABD’nin hava desteğiyle Rakka’ya yürüyeceği ilan edilen ‘Suriye Demokratik Güçleri’, PYD’nin öncülüğünde kuruluyordu.

• • •

Yine 9 Ekim günü, Nobel Barış Ödülü açıklanıyor ve ödül Tunus’taki dört STK’nin oluşturduğu, ‘Tunus Dörtlüsü’ adlı gruba veriliyordu. Bunun ise şöyle bir anlamı vardı: Tunus’ta Müslüman Kardeşler’in (İhvan) Tunus kolu iktidara gelmiş, ancak bir süre sonra, Mısır’daki gibi bir darbe olmaksızın iktidarı devretmiş ve ‘demokratik mekanizmalar’ın işleyişi devam etmişti. Dolayısıyla ödül, AKP’nin bölgesel liderliğin anahtarı olarak gördüğü İhvan rejimleri döneminin kapanışını ve Batı’nın bu kapanışı selamladığını gösteriyordu. 11 Ekim günü ise İsrail’e yakın kaynaklar AKP’nin bölgedeki müttefiklerinden Suud rejiminin bir darbeyle sarsıldığını ve Kral Selman’ın zehirlenerek suikasta uğradığını, halen hastanede olduğunu iddia ediyordu. Yine aynı tarihlerde başka bir müttefikin, yani Barzani’nin tahtı da sallanıyor, Süleymaniye’de ölümle sonuçlanan protestolar düzenleniyordu. 15 Ekim günü ise Mursi’yi deviren ve AKP rejiminin bölgedeki baş düşmanlarından olan Sisi’nin Mısır’ının BM Güvenlik Konseyi’ne geçici üye seçildiği açıklanıyor ve yeni-Osmanlıcı siyaset bir darbe daha yiyordu.

• • •

Tüm bunları, ne “Gücümüzün yetmeyeceği karanlık bir el her şeyi belirliyor” demek ne de “Ortada tıkır tıkır işleyen, asla engelleyemeyeceğimiz büyük bir plan var” demek adına yazdım. Bir daha yaşamamak adına, 10 Ekim Katliamı’nı iç ve dış bağlamına oturtmak, bütün gelişmeleri denkleme dahil etmek, hiçbir veriyi, hiçbir olguyu göz ardı etmeksizin değerlendirmek zorundayız. Bu, geride kalanlar olarak yaşamını yitiren arkadaşlarımıza en büyük borcumuzdur.

paylaş