Yüzü sermayeye dönük olanın kıblesi de emperyalizm olur

Uluslararası sermaye ve küresel kapitalizmin yaşamını sürdürebilmesi için gerekli koşulların her dem taze tutulması ve sürekli değişen koşullara paralel yeni stratejiler geliştirilerek krizlerin aşılması çabası hepimizin az çok bildiği kapitalizmin tanımını belirleyen argümanlardandır.

Sermayenin sömürüsünü devam ettirebilmesi ve istikrarlı bir büyüme trendi yakalama gayreti onun doğasında olan biricik unsurdur. Elbette ki bu amaç doğrultusunda yararlanabileceği her türlü kaynağı kullanma, her türlü fırsatı değerlendirme ve her türlü algıyı yaratma konusunda zerre kadar tereddüt etmez. Onun için başat sorun kârdır ve büyümektir.

Kapitalizmin yaşam kaynaklarının en başında sömürü gelmektedir. Sömürü ise ancak ve ancak insan emeğiyle olur. Bu sömürülecek emek gücünü sağlayacak olan insan faktörü de günümüzde hali hazırda üreme yoluyla elde edilebilmektedir.

Yani ne o büyük hikâyedeki gibi ol deyince oluyor, ne de leylekler kapımıza getiriyor. Bizatihi biz, yani kendimiz yapıyoruz.

Sermaye için insanın tek geçerli değeri vardır. O da sermayenin hizmetine sunacağı emek gücüdür. Peki, bu emek gücü değerini nereden alır? Elbette ki üretimden.

Bu demek oluyor ki üretim için gerekli unsurların en başında gelen faktörlerden biri de insan emeğidir. O halde insan emeği sermaye için olmazsa olmazlardandır. Bu kadar değerli bir faktörü sermaye ancak piyasadan tedarik edebilmektedir. Bunu henüz kendisinin yapma, icat etme gücü yoktur.

Kapitalizm hepimizin çok iyi bildiği gibi piyasa ekonomisiyle yürür. Arz/talep dengesi kapitalizmin piyasa ekonomisini oluşturur. Bu desturla Adam Smith’in o ünlü “laissez faire, laissez passert” (Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) sözünde somutlaştığı gibi piyasa serbest bırakılarak kendi dengesini yaratması sağlanmaya çalışılır.
 
Serbest piyasa ekonomisinde kıt kaynaklar sorunu

Gelişmiş ülkeler kategorisinde yer alan Avrupa ülkeleri ve Amerika kıtasının küresel sermaye açısından yaşamakta olduğu en önemli handikaplardan birisi de genç nüfus sorunudur. Gittikçe yaşlanan Avrupa nüfusunun S.O.S verdiği, bu nedenle kamu hizmetlerinin dahi devamının sağlanabilmesi için sürekli emeklilik yaşının yükselttirilerek çare olmaya çalışıldığı herkes tarafından bilinmektedir. Yani gelişmiş emperyalist ülkelerde üretimin gerçekleşmesi bağlamında şu an yaşanan en kritik meselelerden birisi üretim faktörleri arasında en önemli unsurlardan biri olan genç nitelikli emek faktörünün kıt olması sorunudur.

Yine kapitalist İktisadi kurallardan birisi de arz/talep denklemi doğrultusunda piyasada kıt bulunan kaynakların değerinin artacağı ve buna karşılık piyasada bol bulunan kaynakların değerinin düşeceği biçimindedir. Buna en iyi örnek olarak iktisat kitaplarında su ve elmas paradoksu gösterilir. Su, insan yaşamı için son derece hayati bir önem arz ettiği halde piyasada bol miktarda bulunduğu için ucuz, ancak hayati hiçbir öneme sahip olmamasına rağmen sadece piyasada çok az miktarda bulunan elmas ise çok pahallı fiyata alıcı bulabilmektedir. Elmasın değerini belirleyen şey çok faydalı ya da çok güzel olduğu için değil, piyasada çok az bulunabilirliğindendir. Bunun gibi pratik hayattan bir örnek verecek olursak pazara gittiğimizde o hafta domates bolsa, fiyatı düşük; kıtsa fiyatının yüksek olduğunu kolaylıkla gözlemleyebiliriz.  Zaman zaman medyada hal mafyasının bir takım zirai ürünleri denize döktüklerini, yollara boca edip ezdiklerini görmüş ya da okumuşuzdur. Bunun tek sebebi piyasada beklenenin çok üstünde üretim gerçekleştirilmiş olan ürünün itlaf edilerek üretim fazlalığının piyasadan çıkarılıp geriye uygun miktarda(!) bırakılan ürünün değerinin olması gerektiği düşünülen miktara çıkarılmasını sağlamaktır. Yine piyasada yeteri miktarda üretilmediği için fiyatı yüksek olan ürünün dış piyasadan temini (ithal) yoluyla piyasada bollaşmasını sağlayarak olması gerektiği düşünülen düzeye inmesi sağlanır ki bu da düpedüz piyasaya müdahaledir.

Üretim faktörlerinden emeğin arz/talep sorunu   

Şimdi konumuz olan serbest piyasa ekonomisinin işleyiş mantığı içerisinde kalarak, üretim sürecinin en önemli faktörlerinden, emek faktörünün rolünü irdeleyelim.
Üretim faktörleri genel anlamda üçe ayrılmaktadır.

  • Emek (fiziki emek, zihinsel emek)  
  • Sermaye (sosyal sermaye, maddi sermaye)
  • Doğal Kaynaklar (hammadde, toprak)

Ancak bunlara bir faktör daha eklenmiştir. Bu dördüncü faktör de yukarıda sıraladığımız üç faktörün organize edilmesini ve yönetilmesini sağladığı ifade edilen teşebbüs faktörüdür.

Emek, üretimin temel faktörlerinden birisi olup, insan faaliyetinin (fiziki ve/veya zihinsel) üretime katılması durumudur. Bu faaliyet sonucunda elde edilen kazanca “ücret” diyoruz. Ücret işçinin emeğinin değişim değeridir. Bu değişim değeri emek piyasasındaki nesnel koşullara göre değerlendirilebilir. Bu koşullardan biride emeğin pazarlık gücüdür. Emeğin pazarlık gücünü oluşturan etkenlerden biri emeğin örgütlü oluşu, diğeri ise piyasadan temin edebilirliği ile ilişkilidir. Arz edilen emek talebin üstünde ise emek otomatikman değersizleşmektedir. Hele bu emek örgütlü değilse büsbütün değerini yitirmekte, neredeyse yok pahasına alıcı bulabilmekte ve her türlü sosyal haktan mahrum bırakılarak köle emeği konumuna düşürülebilmektedir. İşin içerisine niteliksel faktörler de girince emeğiyle geçinen önemli bir kesimin piyasada değişim değeri şansı tamamen ortadan kalkmakta bu durumda sermaye emekçiden koparabileceği tavizin en büyüğünü koparabilme fırsatına sahip olmaktadır. Emekçinin açlık sınırında yaşayabileceği, bir ücret ile hayatını ortaya koyabileceği koşullarda çalışmaya zorlanacağı durum yaratılmış olur. Bu da sermayenin daha çok kâr elde edip altın çağını yaşayacağı koşulları kendisine gümüş tepside sunmakla aynı anlama gelmektedir. İşgücü arzı talebin ne kadar üzerinde olursa, talep fazlası arz o an itibariyle çalışan kesimi de tehdit altında tutan, daha iyi ücret ve daha iyi koşullar talep edilmesinin önünde en büyük engeli oluşturur. Üretimin dışında kalan emek gücü piyasada yer bulabilmek için sürekli çıtayı aşağı doğru çekerken, piyasada yer bulabilmiş emek gücü de bu yeri koruyabilmek için kendini sürekli taviz vermek ve her türlü hak ihlaline sessiz kalmak zorunda hisseder. Bu taviz, emek cephesinde olduğu kadar sosyal ve siyasal alanda da kendisini ciddi bir şekilde hissettirir. Böylece nitelikli emeğin de niteliksel ayrıcalığı ortadan kalkar ve pazarlık unsuru olarak emek cephesinin elindeki bir kozu daha sermaye tarafından bertaraf edilmiş olur.


Değersizleştirilmiş emek kimin işine yarar?

Yazımızın başında emperyalist devletlerin yaşlanmış ve dolayısı ile üretkenliğini yitirmiş, ekonomik değerini kaybetmiş iş gücü nüfusuna sahip olduğundan ve bu nedenle yeni işgücü yaratılmasına ihtiyaç duyduğundan bahsetmiştik.

Bir yandan bunu aklımızda tutarken bir diğer yandan ülkemizi yönetenlerin yıllardır dillerine pelesenk ettikleri ve büyük bir hevesle küresel sermayeye pazarlamaya çalıştıkları genç nüfus yapısının iştah kabartacağına güvenerek Avrupa Birliği batağına girebilmek için olmadık şaklabanlıklar yaptıkları süreci şöyle bir hatırlayacak olursak; yerli sermaye ve onun temsilcisi hükümetlerin ülkemizde biriktirilen ve biriktirilirken aynı zamanda kölelik şartlarında çalışmaya razı edilerek kılçıksız lokma haline getirilen bu atıl emek gücünü AB'ye girmek için bir koz olarak kullanmaya çalıştıkları, şayet AB'ye girilemezse dahi küresel sermayenin nerede ucuz, dinamik ve örgütsüzleştirilmiş iş gücü bulursa oraya konuşlanacağı hesabından hareketle bu denli ısrarlı oldukları gerçeğini görmek gerekir.

Siz bunun yanına bir de diğer üretim faktörlerinden doğal kaynakların fütursuzca talan edilebildiği, bunun için her türlü yasal düzenlemenin ve devletin elinde bulundurduğu şiddet mekanizmalarının seferber edildiği bir ülke haline getirildiğimizi koyun ve bakın bakalım çok uluslu sermayenin keyfine.

Ayrıca, 2. Dünya Savaşı sonrasında özellikle Almanya’da yaşanan, genç nüfus sıkıntısını aşmak için ülkemizden işgücü temin edildiği ve bu sayede travmatik bir nesil yaratıldığı örneğinde olduğu gibi bu emperyalist ülkelere pazarlama yoluyla genç emek gücünün bir kısmının dışarıya ihraç edilmesi hayalleri de kurulmaktadır.

Ülkemizde çığ gibi büyüyen işsizlik sorunu varken, erki elinde bulunduranların ısrarla nüfusun çoğalması için toplumu bu denli zorlamalarının altında yatan esas neden, kendisinin çevreden merkeze doğru iş gücü hareketliliğin sağlayabilecek potansiyele sahip en güçlü ülke olduğuna inanmasıdır.

Hâlihazırda işsiz nüfusunun 2/3'ünün genç nüfus olması ve bu popülasyonun devletin de teşvik ve telkinleri sayesinde büyük bir hız kazanarak daha büyük rakamlara ulaşılması gayreti, elbette ki küresel sermayenin de iştahını kabartmaktadır.

Normal şartlarda elinde bu denli işsiz genç emek gücü biriktirmiş bir ülkenin, tam tersi bir politika ile ülke genelinde nüfus kontrol yöntemlerini teşvik ederek popülasyonu aşağı doğru çekmeye çalışması gerekirken, bunun tam tersi bir politikayla popülasyonun artması için devlet eliyle teşvik kampanyaları yürütülmektedir.

Buna en son insanların dinsel inançları da dâhil edilmiştir.

Üç hatta son zamanlarda dört çocuğun yapılması yönünde yürütülen kampanyada referans gösterilen İslam inancını belirleyen kaynaklara bakıldığında bu konuda ne bir ayet ne de bir hadise rastlanılmamaktadır. Yani tamamen asparagas bir kampanya yürütüldüğü ve halkın kutsalının amaca alet edilmesinde herhangi bir sakınca görülmediği de gün gibi ortadadır.

Hal böyle iken bütün bu gayretin altında yatan meram nedir?

Açık ve net bilinmelidir ki bütün bu gayret, çok uluslu küresel sermayenin hizmetine sunulacak muazzam bir işsizler ordusu yaratarak kendi halkının emek gücünü esnek çalışma koşulları ve örgütlenmenin önüne konulan engellerle de iyice zayıflatarak modern köle pazarında satışa çıkarıp çok uluslu küresel sermayenin hizmetine sunmaktır.

Aslında söylemde haklılık payı da yok değildir. Yüzü sermayeye dönük olanın kıblesi de emperyalizm olur. Bu talep kesinlikle AB’nin IMF’nin ve Dünya Bankasının talebidir. Her ne kadar ben söylemiyorum rabbim söylüyor, onun habibi istiyor dense de biz biliyoruz ki onlar sadece küresel sermayenin sözünü dinler, emirlerini yerine getirirler.

Bu küresel sermayenin hem talebi hem de post-modernist yaklaşımın çevre ve yarı çevre ülkeler kuramında tanımlamaya çalıştıkları gelişmemiş/gelişmekte olan ülkeler için öngördükleri yeni ekonomik reçetelerinin bir parçasıdır.

Ayrıca, bu politikanın bonusu sayılabilecek bir diğer yanı da kuşkusuz kadının sürekli ve sistemli bir biçimde çocuk yapması teşvik edilerek, kamusal alandan uzaklaştırılması sağlanmış olacaktır. Bu da bir başka yazının konusu olmaya namzettir.

15 Haz 2016
paylaş