- Birgün
Son dönemde adına Milli Tarım (!) denilen akla ziyan neoliberal arayışlar içerisine girilerek tarımın Dünya Bankası felsefesi ile bir holding gibi yönetilmesi için bir çaba içerisine girildi. Bu modelin gerçekleşmesiyle Türk Tarımı tamamen bitirilecek ve tarıma son darbe vurulmuş olacaktır.
1980 yılı başlarında bir azınlık hükümeti kuran Süleyman Demirel, Turgut Özal’ı tam yetki ile donatarak ekonomi yönetiminin başına getirmiş ve Özal’da kurduğu ekiple 24 Ocak Kararları diye bilinen istikrar (!) paketini hazırlamıştır. Konumuz açısından 24 Ocak Kararları’nın ilgili maddeleri şunlardır; Madde 2. Devletin ekonomideki payını küçülten önlemler alınacak, KİT’lerdeki uygulamaya paralel olarak tarım ürünleri destekleme alımları sınırlandırılacaktır. Madde 3.Gübre, enerji ve ulaştırma dışında sübvansiyonlar kaldırılmıştır.
24 Ocak kararlarının 2. ve 3. Maddesi doğrudan tarımla ilgilidir. Türk tarımının dibine deyim yerindeyse ilk kibrit suyu 24 Ocak kararlarıyla dökülmüştür. 12 Eylül darbesi ile alınan kararların uygulanabilmesi için elverişli bir ortam yaratılmıştır. Amaç açık ve nettir. Türkiye kendi iç dinamiği ile sanayileşmiş bir ülke değildir. Yani Türkiye sanayisinin mevcut koşullarda dünya kapitalizmi ile rekabet etmesi hiçbir zaman mümkün değildir. Ama geniş ekilebilir toprakları, yeterli su kaynakları, verimli arazileri ve elverişli iklimi ile Türkiye tarım için bulunmaz bir ülkedir. Türkiye’nin AB ve Dünya ile baş edebileceği yegâne silahı tarımdır. Küresel sermaye tarımsal üretimin tüm aşamalarında; yani tohum üretiminden, zirai mücadeleye, gıda üretiminden bu gıdaların tüketimine kadar tüm süreçleri kontrol etmek istemektedir. Çünkü kapitalizmin amacı insan ihtiyaçlarının karşılanması değildir. Bu nedenle kapitalizm sorgulanmadan, Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Bankası gibi kurumların işlevi anlaşılmadan ne hayvancılığı, ne tarımı, ne de gıdadaki gerçeği anlamak mümkün değildir.
Nereden Nereye
1950‘lİ yılların başında NATO’ya girilmesi ve İMF’ ye üye olunması sonrasında sanayileşme ve tarımı engellemek için MARSHALL yardımlarının devreye sokulması, bedavaya margarin, süt tozu dağıtılması ve derken zeytinyağlı yiyemem/basma da fistan giyemem türküsünün sipariş edilmesine kadar giden ve sonuçta buğday-saman ithal eden, et yiyemeyen bir ülke ve kaçınılmaz trajik bir son… Baştan söyleyelim; ülkemizin yaşadığı gıda hakkı ve yoksulluk ile ilgili kaotik ortamı doğuran ana nedenlerinden birisidir geçmiş sağ iktidarlar ve AKP. Ama asıl neden arka plandaki neoliberalizm ya da başka bir deyişle emperyalizm’dir. Açlık, yoksulluk, gıda hakkı gibi insanlık durumları yaşadığımız çağın gerçeklik ve nedenselliklerinden bağımsız olarak düşünülemez.
1970’li yıllar Türkiye’nin GSMH’sının önemli bir bölümünü tarımdan karşıladığı dönemdir. Derken arkasından YDD yani neoliberal dünya düzeni ile tanışma; 12 Eylül 1980, 24 Ocak Kararları, devletin tarımdaki sübvansiyonları azaltması sonra da kaldırması… 90’lı yıllar bu politik tercih ve dayatmalar sonucu özelleştirmelerin yaşandığı bir dönemdir. Bu dönem DTÖ Uruguay Tarım Anlaşması ve Gümrük Birliği anlaşmaları ile tarım ve gıda sektöründe köklü dönüşümler yaşanmıştır. Bu anlaşmaların sonunda EBK, SEK, Zirai Donatım Kurumu, TEKEL, Azot Sanayi, ve Türkiye Şeker Fabrikaları özelleştirilerek kapatılır. TMO, Tariş, Çukobirlik, Antbirlik, Fiskobirlik ise içi boşaltılarak işlevsizleştirilir ya da kapatılır. Bu süreç küresellerin dünya egemenliği için devletleri dönüştüren ideolojilerinin temel argümanlarından biri olarak yaşanmıştır. Çünkü amaç devletin sosyal devlet statüsünden uzaklaştırılarak küresel politikalar için elverişli hale getirilmesidir.
Artık bütün ülkelerde hiçbir şey kendi başına değildir. Dünyanın efendileri konumundaki G-7 ülkeleri ve onların DTÖ, İMF, DB gibi örgütleri aracılığı ile her şey kontrol altına alınmıştır. Tarım bitmiş, gıda güvencesi ortadan kalkmış, GDO, kimyasal katkılar, pestisitler bilinçli olarak tarıma ve gıda üretimine kontrolsüzce sokulmuş bu alanda üretim yapan ve sayıları onu geçmeyen küresel şirket dünya piyasalarının kadiri mutlak hâkimi olmuştur.
Beş küresel şirket dünya tahıl ticaretinin % 90’nını kontrol etmektedir. Bayer ve Monsanto şirketlerinin birleşmesi sonucu dünyanın tohum ve zirai ilaç piyasasının yaklaşık % 40’ı bu küresel şirketin kontrolüne geçmiştir. İşte tekelleşme budur.
Ülkemiz açısından ise durum çok daha vahim olmuştur. 24 Ocak kararları sonucu tarımsal üretimde desteklemelerin kaldırılması, kamu kooperatifçiliğinin tasfiyesi ve çıkartılan yasa, yönetmeliklerle tarımsal üretimin kotalarla geriletilip yok edilmesi nedeniyle ülke adeta makas değiştirmiştir. Son on yedi yıldaki AKP Hükümetleri döneminde uygulamaya konulan tarım politikaları sonucu; çiftçi tarımdaki gücünü yitirerek önce hiç olmadığı kadar yoksullaşmış ve daha sonra da toprağını elden çıkararak büyük kent varoşlarına göçe zorlanmıştır. Ülkemiz, küresel dünya ile rekabet edebileceği yegâne silahını da kaybetmiştir.
AKP döneminde çıkartılan ya da hazırlanmakta olan yasa ve yönetmeliklerle Türk tarımı ve gıda hakkı deyim yerindeyse ortadan kaldırılarak yok edilmiştir. Biyogüvenlik yönetmeliği GDO’yu yasallaştırmıştır. Sulama Birlikleri Kanunu, Tütün Yasası, Şeker Yasası, Tohumculuk Yasası, Hal Yasası, Mera Kanunu, Büyükşehir Kanunu, Zeytin ve Zeytincilik Yasası, Toprak Kanunu gibi yasaların çıkarılması ya da süren hazırlıkları sonucu ülke tarımı ve hayvancılığı bitirilmiştir. Gıda güvenliği ve gıda güvencesi ortadan kalkmıştır. Fındıkta, çayda, buğdayda açıklanan başfiyatlarla üreticinin sürdürülebilir tarım planları alt üst edilmiştir. Tütün ve şeker gibi katma değeri yüksek ürünlerin üretimine getirilen kota nedeniyle bu ürünlerin ekimi hızla bitirilmiştir.
Son dönemde adına Milli Tarım (!) denilen akla ziyan neoliberal arayışlar içerisine girilerek tarımın Dünya bankası felsefesi ile bir holding gibi yönetilmesi için bir çaba içerisine girilmiştir. Bu modelin gerçekleşmesi durumunda Türk Tarımı tamamen bitirilecek ve tarıma son darbe vurulmuş olacaktır.
Ülkemiz; Almanya, Fransa ve Ukrayna’dan buğday, İngiltere ve Hırvatistan’dan arpa, Gürcistan’dan saman, ABD, Yunanistan, Türkmenistan ve Hindistan’dan pamuk, ABD, Arjantin ve Brezilya’dan mısır, ABD, Vietnam, İtalya ve Tayland’dan pirinç, Etiyopya, Bangladeş, Mısır ve Çin’den kuru fasulye, Kanada’dan nohut ve mercimek, ABD ve Bulgaristan’dan kurbanlık koyun, Şili, Uruguay ve Fransa’dan büyükbaş hayvan, Bosna Hersek’ten lop et ithal eden bir ülke haline düşürülmüştür. Ülkemize özgü beş ürün dışında bütün ürünler ithal edilmektedir. 2003-2015 yılları AKP döneminde tarım ve gıda için 600 milyar TL ithalat yapılmış buna karşılık tarıma nakit olarak 79 milyar TL destek sağlanmıştır.
Dayatılan Bu Modeli Kırmak Gerek
Biliyoruz ki; hükümetler eliyle uygulanan politikalar, tüm zorbalığıyla insanları yerlerinden ve yurtlarından etmektedir. Bütün bu yanlışlıklara karşı durmak ise bilinçli bir örgütlülük, bağımsız bir tarım politikası ve sürdürülebilir tarımsal üretimden geçmektedir. Bu bağlamda; ivedilikle IMF ve DB eksenli politikaların geriletilmesine yönelik çabalar yoğunlaştırılmalı, ulusal çıkarlara dayalı, üretim, yatırım, verimlilik ve teknolojik gelişme öncelikli planlamalara dayalı ulusal bir tarım ve gıda programı hazırlanmalı, sosyal hukuk devletini gerçekleştirecek büyüme-kalkınma modelleri benimsenerek herkesin güvenli ve sağlıklı gıdaya erişim hakkı kutsal bir görev gibi düşünülmelidir.