Tek partiden AKP'ye özgürlükler

Başbakan Türkiye’nin geçmişi hakkında konuşmayı çok seviyor. Sadece Başbakan değil, çeşitli bakanları da aynı şekilde, gözleri nemli, sesleri çatallanmış şekilde “tek parti döneminin baskılarından, istibdat rejiminden” bahsetmeyi seviyorlar. “Ah o zamanlar ne kadar baskı vardı; neler çekti halkımız” diye feryat ederek ellerine aldıkları gazete kupürlerini defalarca gösterdiler.

En son, tek parti döneminde ahır olarak kullanıldığını iddia ettikleri bir cami haberini bile halka karşı uygulanan baskılara örnek olarak verdiler.

Bu haberleri gösterip CHP’nin ne kadar özgürlük düşmanı bir parti olduğunu kanıtlıyorlar. Sonra da kendilerini CHP’den ayırıyorlar. Hemen ardından klasik bütün sağ partilerin yaptığı gibi, tarihlerini Celal Bayar-Adnan Menderes ekibinden başlatıp Özal ile devam ettirmeyi de seviyorlar. Böylece, bize Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana sanki iki cenah varmış gibi göstermeye çalışıyorlar. Tabii, Celal Bayar ile Adnan Menderes’in çok uzun yıllar boyunca CHP’li olarak başbakanlık, bakanlık ve milletvekilliği yaptığı, yani doğrudan o dönemdeki tüm politikalardan sorumlu oldukları da ustaca bir manevra ile gözden kaçırılmış oluyor.

Sağ politikacıların bu yaklaşımına göre, bir yanda “özgürlüklerin düşmanı”, tek parti döneminin temsilcisi CHP bulunuyor. Öte yanda ise “memleketi refaha kavuşturan” AKP dahil bu sağ çizgi takipçileri bulunuyor. Bir tarafta baskı, zulüm, diğer yanda ise refah ve özgürlük varsa, doğal olarak hepimize de ikinci çizgi takipçilerini alkışlamaktan başka bir şey kalmamış oluyor.

Gerçek böyle mi acaba? Tek parti döneminde siyasal özgürlüklerin gasbedildiğini elbette biliyoruz. Takrir-i Sükûn kanunu ile sendikaların, partilerin kapatıldığını, muhalif unsurlara yaşam hakkı tanınmadığını biliyoruz.

Tamam da, bugün ile eski Türkiye’yi karşılaştırırsak ne göreceğiz acaba?

Yani hakikaten tek parti dönemi ile bugünkü arasında büyük bir uçurum mu var? Gerçekten de eski dönemde halk inim inim inlerken, bugün bolluk içinde mi yüzüyor? İşçiler, emekçiler dün cendereye alınmışlardı da bugün geniş geniş evrensel normlara uygun tüm özgürlüklerini kullanabiliyorlar mı?

Cevabını bulmak için biz de şöyle kısacık bir tarih turu yapalım.

Tek parti dönemine gidelim. 1935 CHP programının sadece birkaç maddesine bir göz atalım, bakalım ne çıkacak. O dönemin CHP programının aynı zamanda Hükümet ve Devlet politikalarını da belirleme gücüne sahip olduğunu hatırlatalım.

1935 CHP programında yer alan “İş verenlerle işçilerin çalışma birliğinde uyum esastır. İş anlaşmazlıkları uzlaşma ile ve buna imkân olmazsa devletin kuracağı uzlaştırma araçlarının yargıçlığı ile kotarılır. Grev ve lokavt yasaktır.” ifadelerinde benim siyah yazdığım kavramlara bakınca ne görüyoruz acaba?

Benim yazımı yazdığım gün, 23 Mayıs’ta, tüm kamu emekçileri, Hükümet yanlısı Memur-Sen Konfederasyonu dahil, kendilerine teklif edilen komik maaş zammını protesto etmek için iş bırakmışlardı. Yüz binlerce memur sokaklarda idi.

Sebep?

Sendika hakkının fiilen yok edildiği bir çalışma düzenini protesto etmek. Sendika olmanın mecburi şartları “kurumsal bir kimliğe sahip olmak, serbest toplu sözleşme olanağına sahip olmak ve istediği zaman iş bırakmayı, yani grev yapmayı” içeren 3 ayaktan oluşur. Bu ayaklardan herhangi birinin yokluğu, gerçek manada bir sendika sisteminin olmadığı anlamına gelir.

Bugün hâlâ memurların toplu sözleşmesi, Aziz Çelik’in tanımlamasıyla “toplu sohbetten” öteye gidemiyor. Grev hakkı ise yok sayılıyor.

AKP çalışanlara neyi reva görüyor?

Aynen 1935 yılında olduğu gibi, çalışanlara “uyum ve uzlaşma” öngörülüyor. “Uyum ve uzlaşma” esas olmadığı takdirde ise, yine aynen 1935 yılında olduğu gibi “grev yasaktır” maddesi dayatılıyor.

Peki, tek parti döneminde onca zorluğa katlanmış ve bugün artık “özgür ve refah içinde yaşayan” çalışanlar, “uzlaşamazlar” ise ne yapmaları bekleniyor? Olur ya, insanlık hâli, sınıf hâli, bir yanda işçi sınıfı ve emekçiler, diğer yanda sömürücü asalaklar, bazen uzlaşamazlar.

O takdirde çalışanlardan ne yapması bekleniyor? 77 yıldır dayatılan ne ise onu yapmaları bekleniyor:

1935 yılındayken, çalışanlar patronlarla uzlaşamadıkları takdirde “İş anlaşmazlıkları devletin kuracağı uzlaştırma araçlarının yargıçlığı ile kotarılır” idi.

2012 yılındayız. Çalışanlar patronlarla uzlaşamadıkları takdirde, “iş anlaşmazlıkları devletin oluşturduğu Yüksek Hakem Kurulu tarafından çözülecektir.”

Türkiye emekçileri olarak, AKP’nin iddiasına göre ileri demokrasi dönemine geçmiştik, değil mi?

12 Eki 2012
paylaş