Bizim üniversitelerimiz

İnsan, çağlar boyu yaşamın anlamını sorgulamıştır. Niçin yaşadığını bilmek, yaşamın amacını kavramak içsel bir mesele olduğu kadar felsefi bir boyuta da sahip olmuştur. Kimileri, yaşamı aslında hiç olmayan bir hayali dünyaya hazırlık olarak görmüş, kimileri yaşamını dünyayı değiştirmeye adamayı seçmiş, kimileri içinse yaşam, sürekli yeni bir gerçeği öğrenme çabası içinde geçen, aksi takdirde anlam taşımayan bir süreç olmuştur. Bazıları bu son iki grubun kesişim kümesinde yer alırlar.

Burjuvazi için yaşam, yığınların sefaleti hatta ölümü pahasına kendi lüksünü, konforunu arttırmaktır. Siyasal iktidarı elinde tutan bu bencil azınlığın, bilim yuvası olması gereken yerleri de kendi çıkarları için kullanması insanlığın önünde duran temel sorunlardan birdir. Kapitalizmin hüküm sürdüğü her yerde üniversiteler "üniversite-sanayici işbirliği" adı altında, iş adamlarının ihtiyaçları için çalışan, insanlığı açlığa, sefalete mahkum eden kapitalist ekonominin geliştirilmesi için tahsis edilmiş yerlere dönüştürülmektedir. Bu aynı zamanda bilim insanlarını esaret altına alan, düşünceyi, öğrenme tutkusunu bastıran bir ortamı da beraberinde getirmiştir. Geçmişinde keskin bir politik çıkışı olmayan, yalnızca araştırma yapmakla yetinen akademisyenler dahi, karşılarında uzaklaştırmalar, sürgün ve soruşturmaları birer silah olarak kullanan baskıcı otoriteyi bulur hale gelmiştir.

Çok değil, bir yıl önce Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, tamamıyla gözlem, deney ve fiziksel bulgulara, sayısal verilere dayanarak, sanayi bölgesi olarak bilinen Dilovası ve çevresinde, annelerden ve çocuklardan alınan laboratuvar örneklerinde kanser yapıcı ağır metallerin bulunduğunu ve değerlerin kabul edilebilir olanın çok üstünde olduğunu tespit etmişti. Hemen ardından siyasal iktidarın kurumları harekete geçmiş ve halkı korkutup, paniğe sevk ettiği gerekçesiyle ilgili bilim insanı hakkında soruşturma başlatmıştı. Sonuçta sözü edilen yerdeki kirliliğin sorumlusu da orada yatırımları bulunan sermayedarlardır. Burjuva siyasal sisteminin oturup da kendi sahiplerini yargılamayacağı da açıktır.

Üniversite-sanayici işbirliği ise özellikle dikkat edilmesi gereken bir durum. Üniversitelerin, eğitimin, sağlığın hızla ya özelleştirildiği ya da özel şirketlerin hizmetine verildiği bir ortam söz konusu. Bu yakın gelecekte "satılabilir" olmayan araştırma tezlerinin daha başlamadan biteceği, "sponsor" bulamayan çalışmaların çöpe gidebileceği, hatta özel şirketleri kâr ettirmeye yarayan düşünce ve bilimsel tez üretmeyen hiç kimsenin enstitülerde çalışamayacağı anlamına geliyor.

Üstelik bu işin sorumlularından biri de Avrupa Birliği tarafından başlatılan Bologna süreci. Haziran 1999'da ABD ve Japonya'nın, "üniversiteleri iş adamlarının hizmetine vermeleri ve böylece mali destek bulma noktasında başarılı olmaları" meselesini masaya yatıran Avrupalı liderlerin "eğitimimize çeki düzen verelim" diyerek başlattıkları bir süreç. Elbette, bir kaç yıl içerisinde yüksek lisans yapabilenlerin sayısının nasıl giderek azalacağı, müfredat dışı araştırma faaliyetlerinin nasıl azalacağı ve öğrenciler arası rekabetin nasıl artacağı, eğitimin nasıl -eskisinden de fazla- yalnızca seçkin azınlığın nail olabildiği bir ayrıcalık haline geleceği gerçeğini de unutmamak lazım.

Özetle Neo-Liberal saldırı, "emeğin esnek kullanımını sağlama" adı altında yalnızca fabrikada çalışan işçinin iş güvencesini elinden almıyor, aynı zamanda akademisyenlerin, hatta öğrencilerin düşünce üretme ve bilimsel faaliyet özgürlüklerini de kısıtlıyor. Bu durum, üniversitelerin gerçeği arama, bilgiye ulaşma çabası içinde yanıp tutuşan insanlar için birer akıl hapishanesine dönüştürüldüğü anlamına geliyor ve bu sadece akademisyenlerin değil, bütün toplumun yaşamsal sorunlarından biri olarak önümüzde duruyor.

 

 

08 Haz 2012
paylaş