Yolsuzluğa karşı tepki eylemi ve çöpten yiyecek toplayan kadın

Sabah saat 5.00 civarı, 2013 yılının son baharı. Henüz hastalığa yakalanmamış, işim gereği yurdun bir yanından bir yanına sürekli uzun seyahatler yaparak yoğun çalışıyorum. Yine bir kez daha yollarda olduğum günlerden biriydi ve İstanbul'dan İzmir'e yol almaktaydım. Gemlik kavşağına yaklaşmıştım ki, yolun sağında el eden bir şahsı gördüm ve hiç düşünmeden arabama aldım. Bunu hep yaparım, çok eleştiri almama rağmen yaparım. Anadolu'nun hangi noktasına gitsem yolda müsaitsem, el eden kim varsa alırım yanıma. Bunu iki nedenle yaparım. Birincisi ve önemlisi, zaten gideceğim yol üstünde ihtiyaç içinde olan biri yollarda sıkıntı çekmesin, bir faydam olsun diye ve ikincisi de gittiğim yer ile ilgili kısaca bilgi edinmek. O bölgenin genel kültürü, bakış açısı, görülmesi gereken değerleri, yöresel yiyecekleri vs.

Misafirim aşçıydı. Oldukça kurumsal, Bursa'da tanınmış bir markanın yerinde aşçılık yapmaktaydı. Ülkede havluları ve bornozlarıyla isim yapmış, daha sonraki zaman sürecinde de alışverişe gelenlere dinlenme tesisi kurmuş bir markanın Bursa'daki tesislerinde çalışıyordu.

 

Her gün bu saatlerde işe gelip gitmesi üzerinden açıldı muhabbet. Servisinin olmaması, çalışma şartlarının ağır olmasına rağmen çalışmak zorunda olduğundan konuşuyorduk. Söz her gün birçok çeşit yemeğin yapılmasına geldi. Sohbet ederken "Ne güzel, istediğiniz yemeği yiyebiliyorsunuzdur" dedim. Gelin görün ki, işin aslı çok farklıymış, öğrendikçe hayretim ve sitemli duygularım depreşti. Yapılan yemekler bilmem kaç saat içinde tüketilmediği takdirde, olduğu gibi çöpte imha ediliyormuş. Çöpe dökülmüyor, imha ediliyormuş. Dahası çalışanların öyle her istediği yemekle karnını doyurması da kesinlikle yasakmış. Patron, o gün için, çalışanların ne yemesi gerektiğine karar verdiyse ancak onu yiyebiliyorlarmış. Aşçı olsa bile. Anlattığına göre her gün dökülen yemeklerle neredeyse bir ilin tüm yoksulları doyabilir, aç insan kalmazmış. Dahası bu anlayış ve sistem, salt buraya özgü bir davranış biçimi de değilmiş. Adına "Kurumsal" yakıştırması ve güzellemesi yaptığımız bu tür gıda sektörlerinde bulunan tüm markaların, neredeyse hepsinin bu anlayışla çalışmakta olduğunu anlattıkça içimden öfkeyle karışık bir şeylerin kaynayıp taştığını hissetmiştim. Yanımdaki bu zayıf, temiz yüzlü, soğuktan burnu kızarmış adama tekrar tekrar baktım. Üç okuyan çocuğu ve yaşlanmış anasıyla, babasıyla birlikte yaşadığını anlatıyor, o anlattıkça da ben inanılmaz üzüntü duyuyordum ve gerginlikle içim şişiyordu.

 

Gecenin sonu ve sabahın ilk ışıklarıyla Bursa'dan İzmir yoluna sapmadan evvel onu, o çok benimsenen tesislerin önünde geride bırakarak yoluma koyuldum. İnerken içinde bulunduğu şartların tek sorumlusu olarak, takdiri ilahi diye adlandırdığı anlayışla bana binbir çeşit dua ve övgüler yağdırarak inmişti arabadan. Yol boyunca mola veremedim, yeni doğan güneşin ışıkları altında İzmir'e girdim.

Sistem mi? Takdiri ilahi mi? Ülke yerel seçim arifesinde ve her gün oynanan oyunların, kokuşmuşluğun kokuları, pislikleri saçılıyor ortalara. Yolsuzluk ve rüşvet tezgâhları, çıkarları ters düşen eski ortakların birbirlerini yok etme çatışmaları gırla gidiyor. Ülkenin neredeyse tüm yönetim kademelerine sızmış, çıkarcı, işbirlikçi, ajan, satılmış, ahlaktan nasibini almamış bir yığın tezgâhçıların pislikleri ortalığa saçılıyor. Buna karşın sağduyulu ve örgütlü insanlar, her türlü baskı ve şiddeti göze alarak, her gün bir araya gelerek, alanlara çıkarak, yeter "Hükümet istifa" diyerek tepkilerini ortaya koyuyorlar.

Hemen hemen ülkenin her yerinde yolsuzluk ve rüşvet sistemine karşı, tepkisel eylemlerin olduğu gibi, İzmit'te de yine eylem gecelerinden birinde gazetecilerin objektifine yansıyan görüntüler tüm izleyenlerin içini dağlıyor. Bir kadın, bir anne hemen yanıbaşından geçen yüzlerce eylemciye aldırmadan kayıtsız ve kendi sorunlu dünyasında kaybolmuş bir vaziyette çöpten, o akşam çocuklarına yedirebilmeyi umduğu yiyecek arayışında.

 

Görüntü acımasız, görüntü iç parçalayıcı, kadın yüzünü gizlemek istercesine baş örtüsünün uçlarını mümkün mertebede aşağıya çekmiş, bir umut dalıp çıkıyor çöp konteynerinin içine. Soranlara umarsızca dile getiriyor, belli ki canından can gidiyor cevaplarken. Evde altı aylık bebeğim var, diğerlerinin yanında. Onları doyurmam gerekli sözleri dökülüyor ağzından. Eylemcilerin verdiği yol parasıyla dönebiliyor evine. Peşinde gazete muhabirleriyle. Ortaya çıkan görüntü, öncekinden de vahim. Böbrek hastası çalışamayan bir oğul, onun eşi ve çocukları. Kocasının şiddetinden kaçıp çocuğuyla annesine sığınmış çocuğuyla kızı. İki göz evlerinin ödenemeyen üç aylık kiraları ile yaşam mücadelesi vermeye çalışan kocasından ayrılmış bir fedakâr anne.

Tüm bunları izleyip gözlemledikten sonra, ister istemez aklıma hani şu çok benimseyerek tercih ettiğimiz markalaşmış, kurumsal diye nitelendirdiğimiz işletmelerin politika ve anlayışları geldi aklıma. İlahi adalet, bir kısım insanın daha temiz, daha lezetli yemek yemeleri için mi kurmuştu bu düzeni? Bu sistemi? Bu çarkın işleyişi nereye kadar böyle sürebilir?

 

Tam da bu noktada "Hükümet'in istifa" etmesinin beni tatmin etmeyeceğini düşünmemin, ne kadar doğru bir düşünce olduğu ayırdına varıyorum. Bu ilahların kurduğu düzen benim benimsediğim düzen olamaz. Bu ilahlar da, benim ilahım olamaz. Ustanın dediği gibi benim kabem İNSAN'dır, İNSAN...

28 Şub 2014
paylaş