Haziran'ın ilk dersi: Kazanmaya inan!

“Gerçek düşmandan sınırsız bir cesaret akar içinize”

                                                              F. Kafka

Devrimimizden sonra okullarda siyasi tarih dersinde öğrencilerimizin “Mayıs-Haziran 2013 Büyük Halk Direniş'i” başlığı altında okuyacakları sürecin birinci yılı geride kaldı. 31 Mayıs 2104 günü Türkiye'nin önemli bir bölümünde direniş ruhu yine sokaklardaydı. İstanbul, Ankara, İzmir başta olmak üzere Adana, Antakya, Bursa, Samsun, Antalya, Kocaeli, Artvin, Denizli, Trabzon, Ordu, Sinop, Karabük, Kayseri, Zonguldak, Çanakkale gibi çok sayıda ilde eylemler vardı. Üç büyük kentte yaşananlar neyse ama özellikle Adana ve Antakya'dan gelen direniş kareleri halkın direnişine sahip çıktığının göstergesiydi.

AKP'nin yeni istibdat rejiminin muhafızları direnişin devam etmekte olduğu gerçeğini en iyi bilenlerden olduklarından işi şansa bırakmamak için çok çalışmışlar. Özellikle İstanbul'da alınan “güvenlik önlemleri” 1 Mayıs'ı bile gölgede bırakacak düzeydeydi. Daha açık söylemek gerekirse AKP en azından İstanbul'da 31 Mayıs günü müdahale gücünü resmen ve fiilen darbe düzeyine çıkarttı.

Peki bu yeni darbeci efendiler görülmemiş zulümlerine, son teknoloji silahlarına, günlerdir kitle iletişim araçlarından yükselttikleri “Gezicilerin kafalarını ezeceğiz” tehditlerine, dahası ana muhalefetin çapsız liderinin ağzından duyurulan “provokasyon olacak” lafının yardımına rağmen amaçlarına ulaşabildiler mi? Görüntülere ve yandaş medyada kopan “yine terör estirdiler” feryatlarına bakılacak olursa: Hayır!

O zaman son bir yıllık kesitte direnişi örgütleyenlerin 1 Haziran 2014 günü itibarıyla yapması gereken ilk şeyin bu ısrarlı hayırın gerekçelerini anlamak ve altını doldurmak olduğunu tepsitle başlayalım.

Gezi'yi anmak mı?

Bu 31 Mayıs öncesi sol, sosyalist, ulusalcı, liberal v.b. çevrelerden yapılan çağrıların içeriğine bakılacak olduğunda hatırı sayılan bir kısmının “Gezi isyanını anmak” çerçevesinde olduğu sıkıntıyla görülebilir. Sıkıntıyla diyoruz çünkü çoğunlukla dil düşünceyi etkiler! TDK sözlükte anma kelimesinin karşısında “ölmüş bir insanı hatırlamak için yapılan tören” yazılı. Şayet mesele bu süreçte devlet teröründe hayatını kaybedenleri anmaksa, evet buna bir anma etkinliği gözüyle bakılabilir. Fakat kusura bakmasınlar biz bunu kabul edemeyiz! Çünkü bu AKP'nin ceberrut rejimine son vermek için ölümü bile göze almış kardeşlerimize hakaret olacaktır. Antakya sokaklarında canını vermeden birkaç gün önce “Abdullah'ı kaybetik öfkemiz bin kat arttı, Ali İsmail'i kaybettilk direncimiz bin kat arttı” diyerek halkı direnişe çağıran Antakyalı Ahmet'in duruşunu anlayamamak olacaktır.

Son bir yıl içerisinde kurban verdiğimiz canları elbette unutmayacağız. Ancak şunu net söylemeliyiz ki 31 Mayıs'ta sokaklara çıkanlar sadece bir anma yapmaya veya Gezi'ye çiçek bırakmaya gitmediler. 31 Mayıs'ta sokağa taşan öfke direniş günlerinde ortaya konan ve halen karşılanmayan taleplerinin gerçekleşmesi içindi. On binlerce yurttaş AKP hükümetinin gericiliğine, sömürücülüğüne, savaş kışkırtıcılığına, mezhepciliğine, yolsuzluklarına ve zorbalıklarına karşı sokakları doldurdu. İşte halk kitlelerinin temel motivasyonu buradan geliyor.

Artık kimsenin kuşkusu olmasın ki meşru talepler hayata geçirilmeden milyonların öfkesi dinmeyecek. Ne kadar ironik ki bir yılın ardından iktidar, direniş hareketinin içindeki kimi unsurlardan daha çok bu gerçeğin bilincinde. Direnişin bitmediğini, her fırsatta ortaya çıktığını iyi bilen Tayyip Erdoğan'ın son bir yıldaki bütün konuşmalarında Gezi'ye değinmesi boşuna değil. Almanya Mitingi'nde bile “Gezicilere” öfke kusması tehlikenin güncelliğinin ne kadar farkında olduğunu göstermiyor mu?

Dolayısıyla 2013 1 Mayıs'ı ardından da daha kitlesel bir şekilde, 31 Mayıs'tan itibaren, iktidara karşı sokağa çıkanların yapması gereken şey en az AKP gericiliği kadar “iktidar bilincine” sahip olmaktır. Yoksa iktidarı alma zorunluluğunun farkına varamamış bir halkın işi zor. Aksi ihtimalde adeta bir kene gibi memleketin üstüne yapışmış olan bu kan emici iktidardan kurtulmak ancak büyük felaketlere veya tesadüflere bağlıdır ki buradan bir kurtuluş mu yoksa topyekün bir kayıp mı çıkar hiç belli olmaz.

Velev ki güçsüz olalım...

İktidar zorunluluğunun bilincinde olması beklenen sosyalist kanatta ise son bir yıldır “ne kadar güçlüyüz?” tartışması bir türlü bitmiyor. Yaygın kanıya göre muhalefet güçsüz; dolayısıyla da karşı iktidarını hayata geçirme yeterliliği yok. Bu görüş sahiplerine göre son yerel seçimlerde sosyalistlerin ve genel olarak da muhalefetin aldığı oy bunun bir kanıtı!

Rahatlıkla ve yüksek sesle söylemek gerekiyor ki kendini devrimci olarak niteleyenlerin böylesi kolaycı bir analize ikna olması mantıksızdır. Zira devrimler tarihi sayısallıkla siyasal gücün ne kadar ayrı kavramlar olduğunu en çok da devrimcilere göstermiştir. Ayrıca yine sandık aritmetiğiyle, sokak aritmetiğinin farklı olduğunu da en iyi bilmesi gerekenler devrimcilerden başkası değil.

Başlıca tespit olarak altını çizmek gerkirse iddia edilenin aksine, Mayıs-Haziran hattında ortaya konan halk muhalefeti hiç de azınlık görüntüsünde değil. Devletin resmi tespitlerine göre sadece bir aylık sürede 80 ilde 10 milyona yakın yurttaş TOMA'lara, gaz bombalarına, büyük bir medya demagojisine rağmen sokaklara iniyorsa kim sayısal azlıktan bahsedebilir? Dünyada pek çok devrim nüfusa oranla çok daha az olan kalabalıklarla kotarıldı. O halde yenilenler olsa olsa sokakta zulüm karşısında sıkılı olan yumrukların sandıkta da kendi yanlarında olacağını düşünen yarı politik saflar.

Muhalefet yapmaktan bile korkan ana muhalefet partisi CHP'nin; şoven, Turancı demogojiden öte bir ufku olmayan yavru muhalefet MHP'nin, Türkiye partisi olma iddiasına rağmen ne yazık ki “bölgesel çıkarlar” eksenini aşma başarısı gösteremeyen HDP'li dostların, Ergenekon'dan çıkış yolunu bulmak adına bayağı bir uzlaşmacılığı seçen İP ve türevlerinin direniş kitlesinden anlamlı ve sürekli bir destek alması beklenemez. Çünkü bunların hiç biri topyekün ve radikal bir değişim vaadini temsil etmemekteler. İşte güçsüzlük de burada. Ancak bu direnişin değil, direnişi idare etme iddiasındakilerin güçsüzlüğü.

Değişim isteyen kitlelerin çokluğuna rağmen, bu hareketin gerektirdiği duruşa ve niteliğe sahip özneler ne yazık ki halen daha kabuğu kıramadılar. Bunun için de ne direnişi ne de direnenleri suçlayamayız.

Kısaca mesele dönüp dolaşıp yine “öncü” meselesinde düğümleniyor. Sokağa çıkan insan sayısı ne kadar çok, öfke ne kadar kabarık olursa olsun bu eski meseleye kitleleri de ikna eden bir noktadan çözüm bulamadıkça güçsüz olmaya da devam edeceğiz. Öte yandan tarihsel ve sosyal olarak paralelimiz sayılabilecek olan Mısır örneği bir kez daha göstermiştir ki kararlı halk kitleleri, öncünün güçsüzlüğüne rağmen, gerici iktidarla hesaplaşmayı çok da fazla ertelememekte. Türkiye'de de kitlelerin harekete geçmek için bizim hazırlanmamızı bekleyeceğini ummak için çok sebep yok. Gezi'nin sola verdiği en anlamlı derslerden birisi de belki bu.

 

Yeni Haziran'a yeni perspektif için notlar

2013 Haziran'ından 2014 Haziran'ına kadar olan süreç dün, bugün ama daha da önemlisi hızla yaklaşan yarına içkin ödevlerle dolu. Sosyalistler ve ilericiler adına bir yıllık açık hava okulundan çıkan dersleri pratiğe geçirmek ve eksik kalan notları hızla ikmal etmek kaçınılmaz bir zorunluluktur. Hatırlanacağı gibi geçen Haziran sürecini pek çokları -haklı da olarak- “tarihsel bir fırsat” olarak değerlendirmişti. İşte 2014 Mayısın'dan Haziran'a devrolan saatlerde yaşananlar fırsatın halen kapımızda olduğunu gösteriyor. O halde somut durumdan çıkartmamız gereken bazı somut müdahale görevlerimiz olması gerekmez mi? İşe görev olarak baktığımızda söylenebilecek çok şey olduğu muhakkak ama -her bir maddeye tekrar ve daha ayrıntılı dönmek sözüyle- içinde olduğumuz Haziran'ı yakalamak adına acilen ;

1- Hükümet istifa demeye ısrarla devam etme zorunluluğunu bilinçte tutmak

2- Soma'da bir kez daha kendini hatırlatan işçi sınıfı gerçeğine ve onun sosyal, ekonomik taleplerine yönelmek, emekçi ekseninde daha somut konuşmayı başarmak

3- Türkiye'nin sadece üç büyük kentten ibaret olmadığını hatırlayarak son bir yılda direnişin olduğu bütün illerde sendikal, siyasal bağları kuvvetlendirme yolları aramak

4- Başta sosyalistler olmak üzere Mayıs-Haziran günlerinde sokağa çıkan bütün çevrelerle esnekten, kalıcıya yerel ve merkezi ittifakları zorlamaya ısrarla devam etmek

görevlerini önümüze koymalıyız.

Öncelikle sayılanların hiç birinin esasında harici bir görev değil “eşyanın tabiatı” gereği yapılması zorunlu olan “rutin” işlerimiz olduğunu hatırlamak ve hatırlatmak gerekiyor. İşte o zaman erişilen politik gücün “meydanda şu kadar kişiydik, karşımızda da şu kadar TOMA vardı” klişesinden bizi kurtaracağına inanabiliriz. Peki bu rahatlığı nereden mi alacağız? Tarihsel bir determinizmin getirdiği romantizmden değil; kendi örgütlülüğümüzün “karşı örgütü” çözecek iradesine ve bilincine olan güvenden!

01 Haz 2014
paylaş