“Zafer, Ankara'nın üstüne doğarak, sisi dağıtan, her yanı aydınlatan güneş gibi az ötemizde. Zafer, Türkiye'nin dört bir yanından bir yanından emek için demokrasi için barış için Ankara'ya koşanlarda. Hayatımızı karartanlardan sorulmamış hesap kalmayacağı, ülkenin her sokağının Haziranlaşacağı günler yakın.” 10 Ekim 2015, saat 06.45, Ankara-Polatlı yakınları.
Yukarıda okuduğunuz satırlar 11 Ekim 2015'te sizlerle buluşmasını hedeflediğim değerlendirme yazısının ilk karalamasıydı. 15-16 Haziran'dan Haziran 2013'e Haziran'lara inanan bir gencin ülkeyi ve geleceğimizi nasıl gördüğünü anlatacaktı. Bu satırların yazılmasından sadece 3 saat sonra olanlar kalemlerimizi parçaladı, kelimelerimizin üstüne yol arkadaşlarımızın kanını fırlattı. İçinde kan geçmeyen kelimeler armağan etmek isterdim sizlere ama artık tüm kelimelerimiz kan revan içinde.
Diyarbakır, Suruç, Ankara öldürülerek çoğalanlar
Bir travma ne kadar yakınınızda yaşanırsa, ne kadar yakınlarınıza zarar verirse ona o kadar dahil olur acıyı içinizde hissedersiniz. 5 ayda yaşanan 3 patlama acıyı yavaş yavaş tüm Türkiye'ye yaydı. 5 Haziran Diyarbakır Katliamı'nda Kürt Halkı ve devrimcilerin hüznü, Suruç'ta 33 sosyalistin katledilmesiyle daha geniş bir kitleye ulaştı. Suruç Katliamı, Kürt halkının yoğun olduğu bir bölgede yaşansa bile katledilenler arasında İstanbul'dan, Ankara'dan, Bursa'dan insanların olması, onların değdikleri her noktada ayrı travmalara, acılara sebep oldu. Acının çemberi Ankara Katliamı'nda son noktasına ulaştı. Çünkü katledilenler Türkiye'nin tüm “Artık yeter” diyenleriydi. Kürt Halkı'nın, devrimcilerin katledilmesinin maalesef olağanlaştırıldığı Türkiye'de bombalar bu sefer tüm muhalif kesimlerin tehdit altında olduğunu ortaya koydu. Topyekün emek ve demokrasi güçlerine yönelik bir saldırı olarak Türkiye'nin kara defterinde yerini aldı. Ölerek çoğaldık 5 ayda, 3 patlamada.
Yaşadığına utanan binler
Katliama tanık olan bizler aramızda konuşurken farkettik ki artık “İyi misin” sorusuna kolaylıkla cevap veremiyoruz: “Fiziksel olarak iyiyim” en sık kullandığımız cümle. Bir de kimseye söyleyemeyip sadece aramızdaki konuşmalarda ortaya çıkan o berbat his: “yaşadığına utanmanın ağır yükü”. Konu ile ilgili yazılan yazıları okumaya, olay anı videolarına, fotoğraflarına bakmaya gücümüzün yetmemesi zaten bilinen bir gerçek. Yaşanılanı anlatmaya, bilmeyene, hissetmeyene ulaşma çabasıyla ele alınan bu satırlar bile baş ağrısı, yürek yanmasıyla size ulaşabiliyor.
Faşizme karşı omuz omuza
Katliama, öncesine ve sonrasına ilişkin birşeyler yazma girişiminde aklıma tüm ayrıntılarıyla 10'uncu ayın 10'unda saat 10.00'da yaşadıklarımız geliyor. Çok değil, patlamadan 5 dakika önce yoldaşlarla patlamanın olduğu alana doğru yürüyor oluşumuz. Son anda Haziran kortejinin batçık (yerel ağzımızda dalış tüneline verilen isim) girişinde olduğunu farkederek geri dönüşümüz. Bölgelerden gelen dostlarla ilk kucaklaşmalar. Cephem patlama alanına dönükken pankartların, barış dostlarının havaya uçmasına eşlik eden kulakları sağır edici gürültü. Gezi'den edindiğimiz tecrübeyle kitleyi sakinleştirmek için olabilecek en yüksek noktaya çıkıp çağrı yapmamız. Korkumuz, hüznümüz, nefretimiz, kinimiz, yaşadığımız mahşer. Ayakta durmak, devam edebilmek için kendi kendimize yaptığımız telkinler. Ve ölümü göğüsleyip yükselen haykırış “Faşizme karşı omuz omuza'”.
Ayağa kalk/rabe serwxe Türkiye
Uzaktan bakanın “adam sen de, altı üstü bir slogan” diyebileceği haykırış, kitle patlama alanından uzaklaştığında gerçekliğini daha da arttırıyor. Türkiye'nin dört bir yanından yakınlarını merak edenler telefonlara sarılmış, telefonlarımızın çoğu özgürlük türkülerinden oluşan zil sesleri durmak bilmiyor. Patlamaları, yoldaşlarının kaybını yaşayanların konuşmaları kısa ama her “Bende bir şey yok merak etmeyin”in ardından “bunu yapanlar hesap vermeli” sözleri çıkıyor ağızlardan. Emeğe dost olduğu, demokrasi ve barış istediği için öldürülmeye çalışılanlar yakınlarına “ayağa kal/rabe serwxe” diye sesleniyor. O zaman anlıyoruz attığımız sadece bir slogan değil, mahşeri gördük ama yılmaya niyetimiz yok. Seslenişimiz olayın akşamı bölgelerimizde bizi karşılayan dostlarımıza yaptığımız konuşmalarda da, sonraki günlerde yapılan eylemlerde korkmadan, yılmadan en önde durmamızda da kendini gösteriyor.
Ne yapmalı? Nasıl yapmalı?
Hepimizin yüreğinde “Artık yeter”/”Edi Bese”ler daha güçlü yankılanıyor artık, aklımızda ise aynı soru yankılanıyor “Ne yapmalı?”. Soru işareti aklımıza yalnız bir öfkenin sembolü olarak geliyor önce hani ağıt yakan annelerimizin “Başımı hangi taşlara vuram!” feryadı gibi. Ardından Ankara'da düşen dostların yüzleri, emekleri aklımıza geliyor. “Ne yapmalı?” artık bir feryat değil bizim için “Ayağa kalk”la birleşen ve yolumuzu belirlememizi sağlayacak rehberimiz. Hadi daha da netleştirelim soruyu “Ölenlerimizin mirasını daha güçlü taşımak için ne yapmalı?”, “Daha fazla ölmemek, daha fazla dostumuzu, yoldaşımızı kaybetmemek için ne yapmalı?”.
Sokağın sesi ne diyor?
Katliamın sorumlusu kimdir? sorusuna sokaktan yükselen her seste aynı isme rastlıyoruz: “Erdoğan”. Alanlarda Erdoğan isminin bu kadar yoğun telaffuz edilmesinin bir sebebi var. Gerici, vurguncu, savaş yanlısı politikaları katliamın en büyük sebebi olarak gören milyonlarca kişi bu politikaların Erdoğan'da vücut bulduğunu düşünüyor.
Sokağın sesi diyor ki; Erdoğan'ın deyimiyle değişen yeni “gerici, vurguncu, savaş yanlısı rejimin” adı Erdoğan'dır.
Sokağın sesi diyor ki; onlarca kanlı eylemin, kontrgerilla saldırısının altında imzası olan ABD-NATO güçlerinin Türkiye'deki yüzü olarak Erdoğan'dır.
Sokağın sesi diyor ki; ABD'nin “kontrollü kaos” teorisinin Türkiye'deki uygulayıcısı, ülkeyi siyasal-ekonomik krizin içinde yuvarlayarak rant elde eden çevrelerin “reisi” Erdoğan'dır.
Sokağın sesi işte tam da bu yüzden AKP'yi ve Erdoğan'ı hırsızlığın, Diyarbakır'dan Suruç'a Ankara'ya ölümlerin sebebi olarak işaret ediyor.
Haziran'ın güneşi sizin sokağa da uğrar mı?
Sokağa haksız demek mümkün değil. AKP'li Türkiye, yeni fiili rejimi ve yeni fiili başkanıyla siyasal-ekonomik krizimizin de, dostlarımızın yoldaşlarımızın ölümünün de baş sorumlusu. Baş sorumlusu diyoruz çünkü tek sorumlusu değil. AKP'yi ait olduğu küresel sermaye güçlerinden, ABD'den, NATO'dan ayrı düşünmek mümkün değil.
Çözüm sokağın sesine kulak verip yerli temsilcileriyle birlikte tüm sorumlularına karşı durmaktan geçiyor. Sokağın işaret ettiği sorunu çözmek ise “X kuşağı” olarak tanımlanan günümüz gençliğine ve toplumun genç-yaşlı tüm emek-demokrasi-barış yanlılarına düşüyor. Ne yapmalı'yı çözmüşken “Nasıl yapmalı?” da takılıyoruz, dönüp dolaşıp çözümsüz olduğumuza yanıyoruz yüz binlerle. Çözümsüz müyüz? Gerçekten mi? Mayıs-Haziran 2013 Büyük Halk Direnişi'ni, Gezi'yi yaratanlar? Bizler mi çözümsüzüz? Doktorumuz ayağımızdayken görmezden mi geliyoruz yoksa? Umut bir adım ötemizde olmasın sakın? Haziran'ın güneşinde! Birleşik Haziran Hareketi'nde hayatı Haziran'laştırmakta.
Soruyorum hepinize dostlar? İlerici gençlere, kadınlara, annelerimize, babalarımıza, belki torunu gazetemizi masanın üzerinde bıraktığı için okuyan babannelere, dedelere “Haziran'ın güneşi sizin sokağa da uğrar mı?”. Komşusu ölürken susup kalmayı bırak komşusu aç yatarken tok kalamayandan öğrendik biz imeceyi, dayanışmayı, öyle ördük Gezi'den bugüne Haziran'ı. Bizim sokakta güneşin ucu gözüktü bir el de sen koy ortaya yakmayalım güneşle ısıtalım dünyamızı.
Ee? Haziran bir çözüm mü?
İğneyi başkasına çuvaldızı kendimize batıralım. Haziran, evet bir çözüm. Çünkü Haziran çuvaldızı kendimize batırarak çözümü ortaklaşa bulmanın yolu. Haziran, şu an ki haliyle “zorbadan kurtulmuş, güneşli bir Türkiye” vaat etmiyor. Haziran, zorbadan kurtuluşu bir arada sağlamayı, taşın altına elleri koymayı, emeğin kurtuluşunu, demokrasiyi, barışı birlikte sağlamayı vaat ediyor. Parlamento içinde ve dışında muhalefeti daha güçlü ve daha birlikte bir hale getirmek, ülkeyi zorbadan, katliamcılardan temizlemek için ortak çalışmalara girmek, hayatı birlikte üretmek görevi de yakıcı bir şekilde Haziran'ın ve Haziran'ı omuzlayanların karşısında duruyor.
Geçmiş yazılardan birinde söylediğimi tekrar etmek gerekirse; önümüzde iki yol duruyor ya tüm gücümüzü zorbaya karşı birleştirip onu alaşağı edeceğiz ya da zorbanın ellerindeki kana kendi ellerimizi süreceğiz. Ve artık seçim sizin demek lüksüne bile sahip değiliz.
- Ersu Eren