Seçimlere saatler kaldı, seçimden hemen önce yazmak çok tercih edilen bir şey değil galiba. Malum Türkiye süprizler ülkesi. Meydanın büyük kısmının ne dediği belli olmayan yorumlarla dolu olduğuna bakılırsa yakın tarihin bu en fuzuli seçimi öncesinde seçimi değil ama dönemi konuşmak daha somut ve anlamlı.
Türkiye’de politikanın en sağ kulvarından en soluna kadar dizilen tüm siyasi odaklar arasında içinden geçtiğimiz süreci bir kırılma/dönüm noktası olarak değerlendirmeyen yok galiba. En devletçisinden en devrimcisine kimse bugünlerde “böyle gelmiş böyle gider” demiyor. Kırılma aleni… Kırılma noktasına ilişkin milatlar ise farklı farklı: Ergenekon/Balyoz vb. operasyonlar diyen, 12 Eylül referandumu diyen, çözüm süreci diyen, Gezi diyen, 17-25 Aralık diyen var. Ancak herhalde hemen herkes her biri başlı başına büyük toplumsal veya siyasal kırılma noktası olan yukarıda sayılan meselelerin 3 Kasım 2002’de AKP’nin tek başına iktidarıyla ortaya çıkan sürecin bir sonucu olduğunda hem fikir. Tabi kaseti geri sarıp 28 Şubat’a, ANAP’a, MC hükümetlerine, DP’ye kadar gitmek mümkün ancak bugün için bu kadar geri noktalardan kerteriz almaya gerek yok. Tekrar edelim: kırılma aleni ve önemli olan da bu.
Dikkatli gözler 10 Ekim katliamının bu kırılma noktalarından biri olarak işaretlenmediğini de görmüştür mutlaka. Doğrudur, dünyanın neresinde olursa olsun bir başkentte sivil, silahsız kitlelere üstelik de doğrudan barış talebini dillendiren bir halk topluluğuna yapılan saldırı çok büyük ve tarihsel bir olaydır. 10 Ekim’i tüm dehşetine rağmen yukarıdaki sıralamanın dışında başka bir yere koymak gerekiyor. Çünkü - ardından ortaya çıkan gelişmelerle birlikte ele alındığında- 10 Ekim kırılmanın kendisi olmaktan öte süre giden bir sürecin bir evresi veya adeta kaldıracı olarak öne çıkıyor.
10 Ekim tekil bir eylem midir?
10 Ekim’i tek bir eylem olarak görmek yeterli değil. Çözüm süreci isimli kandırmacanın devam ettiği günlerde Diyarbakır meydanında patlayan bomba, ardından Suruç’ta sosyalist gençlere yönelik kanlı saldırı ve kimi HDP binalarına dönük bombalamalar 10 Ekim saldırısının doğrudan birer parçası. O kadar ki, insanda, bu çapta geniş bir kontrgerilla örgütlenmesine sahip devlete “hiç mi başka adamınız yoktu” diye sorma ihtiyacı hissettirecek kadar da aynı eylemler. Kullanılan bombasından, katliamcılarının soyadlarına kadar “bir örnek” katliamlar izliyoruz.
Katillerin adının isim isim, adres adres seneler önce gazete köşelerinde yazılı olduğu bu kadar belgeli bir katliam zor bulunur. Az buçuk hukuki tarifiyle söyleyecek olursak bunlar “zincirleme” eylemler. Adeta, katilin öldürmeye doyamadığı ve bunun için koşa koşa bir sonraki kurbanın adresine gittiği bir “Amok koşusu”nu yaşıyoruz. Dolayısıyla 10 Ekim’i kendinden menkul tekil bir eylem ve tarih olarak görmek tablonun bir kısmının karanlıkta kalmasına neden olabilir. Üstelik o karanlık içerisinde çok önemli detaylar varken.
Sahi, bu resim niye ortaya çık(artıl)dı?
Marx 18. Yüzyılda gizli diplomasinin tarihini yazarken: “hükümetleri ve eylemlerini değerlendirirken, kendi dönemlerini ve o dönemin bilincini ele almalıyız” diyerek uyarıyor. 1 Buradan hareketle kendi dönemimizin somut olgularına bakacak olduğumuzda politik gerçekliği çözümleme şansımız artacaktır.
12 Eylül referandumundan büyük iktidar bloğunun (liberaller, muhafazakârlar, emniyet ve güvenlik bürokrasisi, büyük sermayenin tüm kanatları v.s) tek adamı olarak çıkan Erdoğan, elinde biriken ve daha önce (darbe süreçlerini saymazsak) yakın dönemde hiçbir sağcı/gerici lidere nasip olmayan büyük bir gücü tek başına kontrol etmeye başlamıştı. Ne var ki Erdoğan elinde biriktirdiği gücü halkı kendi siyasetine göre tasnif etmek için hoyratça kullanmaya başlayınca toplumsal tepki kabardı. Mayıs Haziran 2013’te de patladı.
Ortaya çıkan direniş tablosunda; 50 milyon dolayında aktif seçmeni olan ülkenin en az 10 milyonu iktidar karşıtı gösterilere açıktan katıldı, destekledi. Ortalama bir burjuva demokrasisi için dayanma sınırlarının çok üzerinde olan bu “isyan” karşısında iktidar bloku ilk başta birlik görüntüsü vermesine rağmen ardından adım adım parçalanmaya başladı. Sonrasında hepimizin bildiği klasik paylaşım savaşı içerisinde kılıçlar çekildi ve böylece fay hatları yüzeye çıktı. Sol, sosyalist siyaset açısından tabloya bakıldığında Gezi’den bu yana yalpalayan ve bütünlüğü zedelenmiş bir iktidar ile karşı karşıya olduğumuzu söylemek gerekli.
Peki, Erdoğan duruma nasıl bakıyor acaba? Anlaşılan o cephede durum kötü olsa, hesaplar kısmen bozulmuş olsa da kafalar o kadar da karışık değil sanki. Değil mi? Evet değil! Çünkü, zor koşullar karşısında ne pahasına olursa olsun tek adam olarak devam etmeye karar vermiş olan bir liderin yapacağı basit: inat ve saldırı. İşte Gezi’den bu yana Türkiye’de tek adam iktidarının devamı bu iki kavrama indirgenmiş vaziyette. Bu sebeple Tayyip Erdoğan tıpkı yüzmediği zaman ölmeye yazgılı olan bir köpek balığı gibi hareket edip manevra yapmak ve saldırmak zorunda. Bu sebepten dolayıdır ki Gezi’den bugüne toplumun bütün yumuşama/uzlaşma taleplerini elinin tersiyle iten, ister sağ ister sol olsun muhalif siyasi temsilcilere saldıran bir iktidarla karşı karıyayız.
Bu çok fazla mı?
Bizim cephede kafalar Erdoğan cephesi kadar net mi? Maalesef pek değil. Zira, son dönemde daha da şiddetlenen saldırılar karşısında toplumsal muhalefetin bir bölümü her seferinde şu “derin” analize sarılıyor: Bu kadarı çok fazla! Bu derin tahlillerden çıkan mantıksal sonuç “artık daha fazlasını yapamaz, son kozuydu, bitti” olsa gerek. Öyle ya Gezi’den sonra Tayyip artık cumhurbaşkanı da olamayacaktı!
Hakikaten de fazla... İşin tespit kısmında sorun yok diyelim; ya sonrası? Biraz daha gerilere gidelim, Ergenekon operasyonlarının ilk dalgaları yaşanırken, solun bir kısmında, saldırının sınırlı ve şekilsel olduğu AKP’nin Ergenekon’la, darbe heveslisi ordunun kolunu bükerek komutanlara sert bir ikazda bulunduğu fikri hâkimdi. O günlerde çokça tekrarlanan tez ise; operasyonlarda emekli askerlerin alınması ama muvazzaf tek bir askere dahi dokunulamamış olması idi. Evet ilk dalgalar böyleydi… Neticede “Muvazzafları alınamaz” denen ordunun genelkurmay başkanı terör örgütü üyeliğinden tutuklandı. Aradan bir iki yıl bile geçmeden Erdoğan’ın planının sadece kol bükme değil, bütünüyle büyük bir tasfiye ve hâkimiyet tesisi olduğu ortaya çıktı. Şayet 17-25 çatlağı olmasaydı muhtemelen o komutanlar bugün halen Hasdal’da olacaklardı.
Despotluğun fıtratı böyle
Sezar’ın hakkı Sezar’a: Erdoğan uzun yıllardır Türk burjuvazinin aradığı ama bir türlü bulamadığı pragmatizme, makyavelizme ve fazlasıyla “tutarlı” bir stratejik hatta sahip. Ancak kuşkusuz ki bunun burjuvazi açısından da bir faturası var. Bir süredir onlar da bu faturayı ödüyorlar. Tıpkı Alman faşizmini kuruluş ve yükseliş döneminde blok olarak destekleyen Alman burjuvazisinin bazı temsilcileri gibi şimdi onlar da gazetelerini ve fabrikalarını bu büyük savaş aygıtına teslim etmek zorunda kalıyorlar. İster seve seve ister kaça kaça. Bu Erdoğan’ın uzun yıllar boyunca burjuvazinin doğrudan desteği ve katkısıyla bugüne geldiği gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Despotizmin tarihi, despotun ancak korku salabildiği ve kararlı durduğu durumda iktidarda kalma şansı olduğunu yazıyor. Yoksa yüce, ulu, dokunulmaz denilen, korku duyulan bir anda soytarı da oluverir. Bunun da çok örneği var.
Oligarşik ve otokratik hanedanların rehberi, burjuvazinin kriz dönemlerindeki önemli başvuru kaynağı Machiavelli: “bir ayaklanmadan sonra ikinci kez ele geçirilen ülkenin kaybedilmesi daha güçtür. Çünkü hükümdar ayaklanmadan yararlanarak güvenliğini sağlayacak önlemlerin alınmasında, suçluları cezalandırmakta, şüpheli kişileri gözaltına almakta ve zayıf taraflarını güçlendirmekte daha az kararsızlık gösterir.”2 diyor. Machiavelli kendisinden 400 yıl sonra yaşayan Lenin’in ayaklanma tezlerini bilmemekle eleştiremeyiz. Ancak gerici iktidarlar için bu sözlerin halen kullanım değeri olduğunu da görmek lazım. Anlaşılan o ki Erdoğan ve ekibi de Machiavelli’nin hükümdarının son derece gerçekçi olduğun bilincinde.
İktidar kimde?
Erdoğan iktidarını sağlama almak için arka arkaya kararlı ve hızlı adımlar atarken muhalefet içerisinde zaman zaman hayret verici “sürreal” tartışmalara da rastlanıyor. Tartışmanın konusu şu: Erdoğan gerçekte ne kadar güçlü? Teoriler havalarda uçuşuyor. Aslında Erdoğan’ın arkası boş, her attığı adım batının takibi altında, hakkında sayısız dosya var, ordu da boş durmuyor vb. vb... İnsan sormadan edemiyor: hepsi doğru da peki ya sonra?
Marx’tan beri biliyoruz ki politik güç son kertede onu kullanabilenin gücüdür. Sınıflı toplumda “tutuklama hakkı” kimin elindeyse, faizin ne kadar olacağını, devlet kredisinin kime verileceğini kim belirliyorsa, gazete manşetlerini kim yazdırıyorsa, eğitim ve sosyal politikaları kim belirliyorsa, sarayda, mecliste oturmaya kim devam edebiliyorsa iktidar o dur. Dahası iktidar denen şey zaten budur. Bir de şunu ekleyelim: iktidarın gücü (özelikle burjuva sınıflı toplumlarda) mutlak olarak her her şeyi her an belirleme ve sahip olmaktan değil süreçleri yönetebilme ve etki altında tutabilme gücünden gelir.
Bugünkü koşullarda mesela G 20 ülkeleri içinde (ki hepsi batı tipi yönetimler değil) Erdoğan’ın işlediği suçların yarısını işleyip de koltuğunda oturabilecek tek bir lider bulamazsınız. Hadi Suudi Arabistan’ı listeden düşelim. O halde hakkında açılan onlarca yolsuzluk iddiasına, her gün defaten işlediği “anayasayı ilga” suçlarına rağmen halen Erdoğan başkente hâkim bir tepede oturmaya devam edebiliyorsa bugün itibarıyla iktidar o dur. Üstelik bu ne kadar örselenmiş olursa olsun baya hâkim bir iktidardır. Bunda tartışılacak hiçbir nokta da yoktur. En azından Marxist diyalektik açısından.
Güçsüzler içinde en güçlü: Erdoğan
Diyalektiği falan bir kenara bırakıp bardağın sadece boş tarafından bakalım bir de; Gezi’den beri kendi partisi içinde bölünmeler yaşayan, cemaat gibi önemli bir müttefikle yollarını ayıran ve 7 Haziran itibarıyla koalisyona mahkûm kalmış bir AKP var. Üstelik bir de son iki yıldır cesaretini bir toplayabilse Erdoğan’a esaslı meydan okuyacak “5. güç” Gül Partisi yolda.
5. parti tartışmasının olasılığını ve önemini yadsımaksızın salt verileri üst üste koyduğumuzda dahi an itibarıyla neredeyse koşulsuz olarak her sözünü HSYK, BDDK, Merkez Bankası, Sayıştay, Maliye Teşkilatı, MİT ve Polis’e uygulatabilen bir Erdoğan’la karşı karşıyayız. Acaba yaşasaydı Abdülhamit de bu kadar iktidarı kıskanmaz mıydı?
Abdülhamit çağının önemli liderlerinden Bismarck’a atfedilen sözü uyarlayacak olursak iktidarın varlığı söylem veya sözle değil barut ve demirle kanıtlanır. Yeri geldiğinde açık açık Amerikancı bir gazeteyi basıp bununla övünen, at çiftliklerinde Osmanlıcı lümpenlere komando eğitimi verdiren, yetinmeyip bir de Dokumacı hücrelerine, Ahraru’ş Şam’a, cihatçı Türkmen Tugaylarına sahip olan bir Erdoğan’ın elinde rakiplerine göre epey bir barut ve demir mevcut değil mi?
Son 10 yılda, Ordu dâhil politikaya müdahale etme gücü olan tüm odakların çeşitli düzeylerde kan kaybettiği, hiç birinin bağımsız olarak tek başına hamle yapamadığı bir güçsüzler geçidinde tüm zaaflarına ve sakatlıklarına rağmen “güçsüzlerin en güçlüsü” olarak Erdoğan ve ekibinin rejimi belirleme gücünü hafife almamak gerekiyor mu?
Yeniden 10 Ekime dönecek olursak
10 Ekim’i anlama ve açıklama çabasına dönecek olursak, eldekiler hanesinin başköşesine şunu yazmamız gerekiyor: Erdoğan, 7 Haziran’dan beri hüküm süren belirsizlik atmosferi içinde mutlak iktidarını yaratma yolunda seçim sonuçlarını en isabetli okuyan ve kendince bir yol haritasına sahip olan liderlerden biri.
Nerden mi belli? 7 Haziran’la birlikte Meclisi belirleme gücünü kaybettiği bir noktada Kürt halkına savaş açarak… Her türlü ekonomik ve sosyal kaosu göze alabileceğini bir kez daha göstererek… Seçimle kazanamadığı bir meclisi çalıştırmayarak… Dahası ardı ardına yaptığı açıklamalarla kuvvetler ayrılığını fiilen bitirip ve meclisi sembolik bir temsilciler meclisine indirgeyerek… Üstelik bunu yaparken kendi başbakanının ve kendi partisinin bile rolünü ikinci plana atarak... Kısaca parçalanmış ve özgüveni düşük muhalefet karşısında güç testine girmekten, bilek bükmekten çekinmeden!
Tartışmasız ki Erdoğan büyük risk alıyor. Tıpkı Gezi isyanını bastırırken, tıpkı 17-25 yangınını söndürürken yaptığı gibi. Su yerine benzine sarılıyor. Uzlaşarak bir geçiş süreci kazanabileceğini bilmesine rağmen “baltacılara” yaslanıyor. Şaşırtıcı mı, hiç değil. Yenemediği durumda yem olacağını iyi bilen her muktedir gibi o da kolay olmayan ama net bir yol izliyor: Faşizmi kurumsallaştırıyor. Gücünü de bütün çıkışları karşısında bölünen ve atıllaşan parlamento içi ve dışı muhalefetin zafiyetinden alıyor. Hepsi bu kadar da değil!
Bugün 10 Ekimin üzerinden birkaç hafta geçti. Bu birkaç hafta içinde Türkiye’nin müttefikleriyle ilişkilerinde kritik hiç bir gerileme olmadı. Tekrar edelim yanlış anlaşılma olmasın “gelişme” olmadı değil gerileme olmadı. Buna da mı örnek lazım; bolca var: Erdoğan’ın aylardır hazırlandığı bilinen G20 programı milim değişmedi, Merkel Türkiye’de bile kimsenin hatırlamadığı AB müzakerelerine dönüş ve vize muafiyeti konularında tam da seçim öncesinde Erdoğan’a göz kırptı. Son iki üç yıldır davulla, zurnayla ilan edilerek AKP’nin paspas edildiği dönemsel AB raporu önce ertelendi ardından da mahcup bir şekilde sızdırılarak duyuruldu. Bölgesel ekonomik krizin varlığına rağmen Avrupalı ve Amerikalı sermaye gruplarının hiç biri panik havasında Türkiye’den kaçmadı… Ve dahası…
Soru bir: Niye?
Cevabı çok zor olmasa gerek. Zira 2003 itibarıyla ABD ve AB Türkiye’ye bir misyon biçmişti. Bu misyon çerçevesinde Türkiye, o günkü adıyla BOP ekseninde vekalet savaşlarını yürütecek, model ülke olacaktı. Bunun karşılığında da batılı güçlerin (artık ne kadar olursa) cömert ikramlarından istifade edecekti. Her şeyden önce de Erdoğan’a ılımlı/uyumlu bir İslam dünyasının manevi lideri olmasına göz yumulacaktı. Evet hesap böyleydi; Erdoğan bu süreçte sık sık repliklerini unuttu, kötü rol oynadı, Mısır’da çuvalladı, Suriye’de batağa saplandı; ama sahneden de inmedi, inmedi, inmedi.
Son tahlilde, Rusya’nın Suriye’de açık savaş pozisyonu aldığı, Çin-Pasifik hattının Amerikan’ın tam denetimine alınamadığı durumda Türkiye’nin iplerinin NATO bahçesine sıkı sıkıya bağlanmış olması büyük bir önem kazanmış durumda. Bu yüzden sahadaki çok sayıdaki, PYD gibi tutarsız ve kararsız güçlerdense 60 yıldır NATO sistematiğinin bir adım dahi dışına çıkmamış, ittifakın en büyük ikinci ordusunu besleyen Türkiye elbette ki çok daha kıymetli bir müttefik. An itibarıyla Erdoğan’ın gücü tam da emperyalizmin bu son 60 yıllık demir kanununu iyi ezberlemiş olmasından geliyor. Dolayısıyla Erdoğan’la NATO arasında (Libya’daki geçici tereddütü saymazsak) bir politik uyuşmazlık, çelişki zaten bulunmamakta. Bu sebeple de Erdoğan kolu bükülecek değil tam tersine büyük fırtına dönemlerinde geminin içindeki malları limana ulaştıracak kaptan rolünde. En azından ellerinde şimdilik daha iyisi yok.
Soru iki: Riechstag’ı kim yaktı?
Marxizm, “somut durumun somut tahlili” ise eldeki verileri üst üste koyduğumuzda, NATO’ya hizmetin önemini kavramış bir Erdoğan halkına karşı hangi hareketi yaparsa yapsın kolay vazgeçilen bir müttefik olmayacaktır. Bu sebeple 10 Ekim’de çoğunluğu Amerikan ve NATO karşıtı, Kürt sorununda adil ve onurlu bir barış isteyen sivil kitlelere NATO’nun açık desteğini almış böyle bir iktidar saldırır, saldırabilir. Batılı dünya da biraz serzeniş eder ama haftası geçmeden hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam eder. Üstelik bu hikâye daha önce hiç örneği olmamış bir şey de değildir.
Aksi mi? Aksi denilen durum, yani 10 Ekim’i adeta “AKP’ye karşı da bir komplo” olarak” algılamak, Riechstag’ı Dimitrov’un yaktığına inanmaktan çok da farklı değildir. O tarihte komünistleri; hatta sosyal demokratları tarih sahnesinden silmek için büyük bir felakete ihtiyaç duyan; ama bir türlü istediği fırsatı yakalayamayan Hitler nasıl benzin bidonlarını kendi devşirmelerine taşıttıysa; Erdoğan rejimi de bugün ABD’nin onayı ve gözetiminde kurdurduğu, büyüttüğü, himaye ettiği belgeli olan katliam hücreleriyle kendi Riechstaglarını yaratmaktadır.
Bir hatırlatma: 1933 yılında parlamento binası Riechstag yandıktan sonra bir daha faşizm yenilene kadar parlamento toplanmadı. Kuşkusuz bizde öyle olmayacaktır. Ancak 10 Ekim’in yaşandığı ülkede seçim yapılıp dört başı mamur bir koalisyon olsa bile artık hâkimiyeti meclis salonlarında aramaya gerek kalmamıştır. 10 Ekim katliamı, Erdoğan’ın azılı en az 102 düşmanını ortadan kaldırmakla beraber onu bu yükten de belirli bir oranda azat etmiştir.
1 K. Marx, 18. Yüzyılda Gizli Diplomasi, Kaynak Yayınları, Sayfa 78
2 Machiavelli, Hükümdar, Sosyal Yayınları, Sayfa: 19
- Murat Nergiz