Buraya bakın, buraya!
Buraya bakın!
Burada, bu mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür.
Devlet dersinde öldürülmüştür.
Ece Ayhan
Devlet dersinde… Öldürülmüştür… Devlet dersinde, devlet tarafından alçakça öldürülmüştür… Hem de ellerinde tutsakken; elleri, gözleri bağlıyken… Kalleşçe öldürülmüştür… Polis zulmüyle; polis şiddetiyle, işkence yapılarak, acımasızca öldürülmüştür, katledilmiştir: Taammüden…
Faruk Tuna, tutsak düşüp öldürüldüğünde henüz 20'sine basmıştı. Üniversite öğrencisiydi: İTÜ Maden Fakültesi, Metalurji Mühendisliği Bölümü 3.sınıfında okuyordu. Tarihler 2 Ağustos 1980’i gösteriyordu. Kısa bir süre önce de DİSK Kurucu Genel Başkanı ve Maden İş Sendikası Genel Başkanı Kemal Türkler öldürülmüştü… Katillerin arkasında kimlerin olduğu biliniyordu. Biliniyordu ama, katiller, devlet koruması altındaydı: “Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz!” Bu sözler, o günlerde, ülkenin başbakanı olan Süleyman Demirel tarafından söylenmişti… Ve zamanın ruhunu fısıldıyordu kulaklarımıza.
O uğursuz gün, yani 2 Ağustos günü Faruk Tuna arkadaşlarıyla bildiri dağıtıyordu. Beşiktaş’ta. Şimdiki Çarşı’da.
Bildirinin konusu, Kemal Türkler cinayetiydi.
Gözaltına alındı Faruk.
Bir süre kendisinden haber alınamadı.
Ve 10 gün sonra; yani, 12 Ağustos günü buraya getirilerek, ailesi ve arkadaşlarınca bu mermerin altına gömüldü…
Yakınlarının, iğneyle kuyu kazarcasına edinebildiği bilgilere göre Faruk, işkence sonrası önce Haydarpaşa Askerî Hastanesi’ne götürülmüş. Orada -işkence gören birçok devrimciye yapıldığı gibi- daha da kötüleşmesi için öylece bekletilmiş. Oradan da koma hâlinde Haydarpaşa Numune Hastanesi, Acil Re-animasyon Bölümü’ne sevk edilerek cinayet, kitabına uydurulmaya çalışılmıştı…
Cinayet, şüphesiz ki polislerce işlenmişti. Ama cinayeti işleyen polisler -alışık olduğumuz gibi- yok olmuşlardı. Belki de hiç olmamışlardı (!) Kuş misali…
Dönemin İstanbul Emniyet Müdürü kimdi acaba diye sorsam ayıplar mısınız beni?
Tabii ki Mehmet Ağar. Devletin kara kutusu, sadık elemanı, namlı faşist Mehmet Ağar. Ve tabii ki ekipler amiri de, 78 kuşağı devrimcilerinin çok iyi anımsayacağı gibi, bir başka namlı faşist: Uğur Gür… Uğur Gür birçok işkencede olduğu gibi bu işkencenin de içinde ve de başındaydı…
Anlayacağınız; Mehmet Ağar'ın kısaca adından “teşkilat” diye söz ettiği cürüm örgütü ziyadesiyle hâkimdi duruma.
Bu kadronun “örtülü” cinayetlerine alışıktık ama yakalanıp yargılanmalarına tanık olmamıştık daha. Bu kez de öyle oldu: Faruk’un Abisi Tarık Tuna’dan dinleyelim:
“Faruk 8 Ağustos günü öldü ve 12 Ağustos günü Feriköy’deki aile mezarlığımıza defnedildi. Açtığımız dava için polisin baskısına maruz kaldık. Babam işten attırıldı. Adli dosyada faillerin sadece imzaları vardı. İsimleriyse yoktu. Kanunlar çerçevesinde yaptığımız bütün başvurular geri çevrildi ve şüpheli polislerin ismi verilmedi. Bir bayram tatilinde var olan imzalarla diğer davalardaki imzalar karşılaştırılarak katillerin iki tanesinin isimlerine ulaştık. Çok uzun uğraşlar sonucu birini mahkûm ettirdik ki onun da Mehmet Ağar denilen faşistin kurbanı olma ihtimali vardı. Zaten, gerçek katiller olduğunu düşündüğümüz kişilerin adları da bu polis tarafından verildi. Uzun uğraşılar sonucu bunlar hakkında da dava açtık ve kazandık. Ancak temyiz sürecinde dosyamız bekletilerek zamanaşımı mekanizmasının devreye girmesi sağlandı. Biz de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurduk. Ancak, dava sonucunda Faruk’un ölümünde 'devletin ihmali' olduğuna alenen vurgu yapılmasına rağmen sembolik bir cezayla geçiştirildi.”
Ağır günlerdi… Yağmurlar kadar kan ve ölüm gördük yoldaşlar… Hep ensemizdeydi namluları. Etimize değiyordu buz gibi hücrelerin demirleri. Ve… Ve şair Nevin Akbulut'un dediği gibi:
“Parantez içinde işlenen cinayetten kimse sorumlu olmamıştı
Zorunlu da değildi kimse.
Harfleri harcarken
Her kelimeyi ucuzca harcarken, hiç de suçlamıyordu kimse kendini.
En çok da harfler yerine ulaşamayınca ölüyordu kelimeler.”
Yine çok ağır günlerden geçiyoruz arkadaşlar…
Evinden çıkıp ekmek almaya giderken alnının çatından vuruluyorsa daha on dörtlük Berkin; sırtını dayayıp devletine, silah çatıp maaş alabiliyorsa Ethem’in katili hâlâ; üniformalı zorbalar Abdo’yu öldürülebiliyorlarsa müptezel bir kurşunla sokak ortasında; fidan gibi Ali İsmail’in umutları, geleceği kana bulanıyorsa kıstırılıp bir kuytuda… Ve palalı itler ellerini kollarını sallayarak eylemcilere saldırıp sinsice sırra kadem basabiliyorlarsa ay ışığında. Jandarma kurşunuyla öldürülen Medeni’lerin mezarları başında Kürt analarının ağıtları dinmiyorsa; sabaha karşı evi basılıp apar topar gözaltına alınan liseli çocukların, çocuklarımızın korkulu çığlıkları ruhlarımızı çatlatmaya devam ediyorsa…Ve.. Ve “tanrının simsiyah yeryüzüne tükürdüğü karşılıksız adamlar” oturdukları iktidar koltuklarının hafifliğiyle yüzümüze gülüp küfrediyorlarsa anamıza avradımıza… İşimizi yarım bıraktık demektir yoldaşlar. Sofrayı kaldırmadan kalkmak, arkadan gelene bırakmak, el sallamak gidenin ardından… Bunlar bizim müsveddelerimize bile yakışmaz. Bizim tarihimiz biraz da o gün; yani, kapıyı çarpıp çıktığımız o gün başlamadı mı? Biz bir liman aramadık ki kendimize! Uzaklardı bizim muradımız. Ve bilirdik ki, bazen yolun kendisi varılacak yerden daha evladır.
Bu yüzden sorulara cevap olmak yerine, soru olmayı seçtik en çok çalıştıkları yerden. Yüzüne söyledik bu devletin… Yüzüne eyledik bu devletin…
Ve unutmadık kayıplarımızı yoldaşlar. Ne Suphi’yi, ne Sabahattin Ali’yi, ne Ali İhsan Özgür’ü, ne Kemal Türkler’i, ne de Faruk Tuna’yı.
Unutmadık dostlar; unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız!
- Ceyhun Ülker
