Kriz çarpacak mı? Yavaş yavaş mı gelecek?

Para politikası, Neo-liberal dönemin iktisat siyasetinin en temel enstrümanlarından biri olmuştur. 1979 yılında Paul Volcker’in ABD merkez bankası FED’in başına geçmesi, mali cambazlık tarihinde yeni bir çağın başlangıcı gibidir ve Volcker’le birlikte para politikası araçları her zamankinden daha fazla belirleyici unsurlar olarak ön plana çıkmıştır. ABD’de liberal Carter ile muhafazakar Reagan’ın başkanlıklarına denk düşen söz konusu süreç, takip eden yıllarda dünya kapitalist alanının genelinde kendini göstermiştir. Ülkemizde de Özal, ABD’nin belirlediği bu yeni çizgiye entegrasyonu oluşturmuş, emperyalizme bağımlılık açısından bugün gelinen noktada, emekçi halkımızı esaret altına alan duvarların adeta temelini atmıştır.

Herkesin malumu, ülkemiz tarihinde özellikle ekonomik krizlerin yaşandığı dönemlerde sıcak para hareketleri hep etken bir faktör olmuş ve bunu sağlayan adımların ilki, küresel neoliberal düzenle entegrasyon sürecinde, Özal döneminde, 5 Haziran kararlarıyla dışa açık sermaye hareketlerinin serbest bırakılması şeklinde gerçekleşmiştir. Dışa açık sermaye hareketleri, krizleri zaman zaman derinleştirebilen ve daima Amerikan finans tekellerinin ülkemizdeki zenginlikleri sömürmek üzere yararlandığı bir kanal olma özelliğini hiç yitirmemiştir.

2001 krizi bu noktada çarpıcı bir örnek teşkil eder. Söz gelimi Ecevit hükümetinin IMF ile yaptığı anlaşma kapsamında TL dolara endekslendiğinden,  ABD’de uygulanan para ve faiz politikalarının etkileri dolaysız şekilde ülkemize tesir etmiş, özellikle de Amerikan merkez bankası FED’in dolar miktarını daraltıcı, faizleri yükseltici bir politika izleyeceğini önceden bilen küresel finans tekelleri ülkemizdeki mevduat hesaplarında pozisyon alarak, yüksek faiz oranlarını daha fazla kaldıramayacak Türkiye ekonomisinin patlayacağı günü beklemişler, bunalım devresi gelip çattığında da TL’nin dolar karşısında hızla değer yitirdiği bir ortamda büyük rantlar elde etmişlerdir. Bunun bedelini ise, IMF’ye teslimiyet kapsamında belirlenen yüksek KDV oranları ve elektrik, akar yakıt gibi kamusal arza dayanan temel tüketim maddelerine yapılan yüksek zamlar, kamusal alanda daha fazla daralma vb. kanallar aracılığıyla emekçi halkımız ödemiştir. Kriz sürecinde yurt dışına akan milyarlarca dolarlık “sıcak” para da, ulusal servetimizin nasıl da talan edildiğini göstermektedir.

2001 Krizinin ardından, burjuva politik iktidarında meydana gelen değişimler, ülkemizi emperyalist sömürü mekanizmasına eskisinden bile daha fazla bağımlı hale getirecek olan yeni ekonomi politikalarını da beraberinde getirmiştir. 2003 yılında, büyüme için gereken ve sınai yatırıma aktarılması hedeflenen temel fon kaynağını yerli tasarruftan değil, yüksek faiz oranları yoluyla dışarıdan yabancı ikraz sermayesi çekmeye yöneldiği bilinen son hükümet, söz konusu politikanın geçen on yılın ardından yavaş yavaş tıkanmaya başladığını, özellikle batı yarı küredeki genel bunalım ortamından hareketle sezmiş ve yerli birikimi, yabancı ikraz sermayesine ikame etmek için sosyal güvenlik sistemini tasfiye ederek ve bireysel emeklilik fonu, gelir sigortası gibi ürünlere yönelik  vergi indirimleri, teşvikler vb. yollarla vatandaşın yastık altındaki parasına göz dikmiş durumdadır.

Kriz süreçleri, özünde her ekonominin kendi içsel dinamiklerinin ürünüdür. Ancak bugün emperyalist sömürü mekanizması öyle girift ve iç içe geçmiş bir hal almıştır ki, batıdaki ya da uzak doğudaki bir kriz ortamının ülkemizi etkilemeyeceğini söyleyebilmek mümkün değildir. Dünya genelindeki bir kriz ülkemizin iktisadi büyüme sürecini çöküntü evresine sokamaz, ancak durgunluğa yol açabilir. 2008 yılındaki küresel ekonomik kriz de ülkemizde nispi bir durgunluğa sebep olmuş ya da var olan durgunluğu derinleştirmiştir.

On yıldır faiz oranlarını yüksek düzeyde tutarak, yabancıları zengin eden iktidar, sınai yatırımların artışını dizginlemiş, ortalama olarak yüzde onun altına inemeyen oranlarla işsizliği kronik hale getirmiş, bu şekilde alçak sürünme konumunda büyüme stratejisiyle ani dalgalanmaları, sert kriz süreçlerini önlemiş, ancak emekçilerin yaşamı için krizi süreğen hale getirmiş, işsizlik ve düşük ücretlerle, esnek koşullarda çalışma, güvencesizlik olgusu da giderek yaygınlaşmıştır.

Sonuç olarak, batıdan akan sıcak para musluğunun kısılması, iktidarı parasal genişleme politikalarına yöneltmek durumundadır. Geçen yılın baharından bu yana merkez bankası- para politikası otoriteleri, ya bir şok niteliğinde ya da ağır ağır inceden yerli para hacmini arttırmaya ilişkin yönelimlerini açığa vurmaktadır. Bu durum, fiyatlar genel düzeyinde daha hızlı bir artışa yol açacaktır. Bununla birlikte krizi erteleyebilmek adına hükümet oldukça ihtiyatlı hareket ederek ani girişimlerde bulunmaktan kaçınmaktadır. Ancak Özal’lı yıllardan bu yana yerleşen ihracata yönelik büyüme anlayışının yarattığı batı kapitalizmine daha fazla bağımlılık olgusu, ihracat rakamlarının azalmasına bağlı olarak yeniden batının krizinin içimizde hissedilir hale gelmesini de beraberinde getirmektedir.

Geçtiğimiz yılın sonunda otomotiv sektöründe faaliyet gösteren Tofaş gibi şirketlerin personel çıkarmaya başlaması, otomotiv sektöründe yaşanan talep daralmalarının bir sonucudur. Ancak burada atlanmaması gereken şey, yalnızca ihracat değil, iç talepte de daralma olduğu gerçeğidir.  Genel talep düzeyini yukarıya çekebilmek için -sürekli ertelense de- er ya da geç uygulanması gereken ve yüksek enflasyon gibi sakıncaları da beraberinde getirecek olan  parasal genişleme, merkez bankasının karşısına bir zorunluluk olarak çıkmaktadır.

Olası bir parasal genişleme şoku ilk etapta yalancı bir rahatlama getirebilir, ancak böyle bir durum fiyatların hızla yükselmesine ve belli bir noktadan sonra da durgunluğa ve çöküntüye yol açar. Çünkü gelir düzeyindeki artış, dağılımdaki adaletsizlikten ötürü homojen olmaz ve burjuvazinin belirlediği ve lüks malları da içeren sahte tüketici fiyat endeksinin yerine zorunlu malları yoğun olarak içeren sefalet endeksini esas aldığımızda, genel fiyat artışının altında kalır. İşte o zaman malların çoğunun satılamadığı ve yeniden fiyatların düşme eğilimine girdiği bir ortam oluşur, ancak bu durgunluk aşamasındaki bir ekonomide çok daha fazla iş yerinin kapanması ve çok daha fazla insanın işsiz kalarak tüketim sürecinin dışına itilmesi anlamını taşıyacaktır. Kriz ertelendikçe, kaçınılmaz olarak ileride gelecek olan dalgalanmanın potansiyel şiddeti de artmaktadır.

17 Nis 2013
paylaş