Sosyal güvenliğe güvenilebilir mi?

Hasta bilgilerinin gizliliği ilkesi, kaynağını 1948 yılında Birleşmiş Milletler nezdinde kabul edilen Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’nin 12. Maddesi’nde yer alan, özel yaşamın gizliliği ilkesinden alan ve 1981 Lizbon protokolü ile sağlık hizmetleri etiğinin de resmi olarak bir parçası haline gelen önemli bir haktır. Hiç kimse psikolojik ya da fiziksel bir rahatsızlığı olduğunda bunun kendisini tedavi eden kurum ve hekim dışında başkaları tarafından bilinmesini istemez. Ancak 2006 yılında çıkarılan sosyal güvenlik kanununa göre bu haktan yalnızca ulusal güvenlik nedeniyle tespit edilmiş kişiler yararlanabilirler. Bu bir dil sürçmesi ya da iyi niyetle yapılmış bir hata değil, geçtiğimiz günlerde basına sızan bir söylentiyle açığa çıkmış büyük bir insanlık ayıbıdır.

Boyalı basında yer eden ve küçük puntolarla verilen haberlere göre Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), Datamed adlı bir şirkete tüm ülkede yaşayan vatandaşların il il, bölge bölge, tüm ilaç ve hastalık bilgilerini makul bir ücrete servis edecek. Yine aynı haberlere göre istihbarat çalışanlarının bu kapsamın dışında tutulacağı belirtiliyor. SGK’nın mevcut yasa çerçevesinde böyle bir girişimde bulunmasını engelleyen bir hüküm bulunmuyor. Çünkü sosyal güvenlik yasası diyor ki: “Sağlık bilgilerinin ne şekilde korunacağı, ulusal güvenlik nedeniyle sağlık bilgisi paylaşıma açılmayacak kişilerin tespiti ilgili bakanlıkların önerisi üzerine Bakanlıkça tespit edilir.”

Yani söz konusu kanun yapıcılar, insanın doğuştan gelen hak ve özgürlüklerini kabul etmediklerini, kanun önünde bütün vatandaşların bu haktan yararlanamayacaklarını, böyle bir yasa maddesini yürürlüğe koyarak suçlarını bizzat kendileri tescil etmiş oluyor. Bu sorunun bir yönüdür. Diğer yönü ise sosyal güvenlik kavramının daha baştan ortaya çıkışı noktasında yer alıyor.

Sosyal güvenlik mi, sosyal eşitlik mi?

Aslında ilk resmi sosyal güvenlik sistemi, 1883 yılında, aristokratlıktan burjuvalığa geçmiş Junker’lerin karşısına “zebellah” gibi dikilen işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin bir sonucu olarak, kitlesel hoşnutsuzlukları, tepkileri soğurabilmek adına burjuvazinin vermek zorunda kaldığı bir ödün niteliğindeydi ve şansölye Bismarck’ın demir yumruğu ile yönetilen Almanya gibi bir ülkede ortaya çıkabilmişti. Söz gelimi, feodal üretim sisteminin artık çözülmeye başladığı; emeğin serbest dolaşımı çerçevesinde kırdan ayrılma olanağına kavuşan köylü kitleleri emen dev bir endüstriyel sistemin ve ağır sanayinin ortaya çıktığı Almanya’da, 1882 yılı verilerine göre yaşlılar ve çocuklar dışında kalan nüfusun yüzde 35,5’i sanayi sektöründe istihdam ediliyordu.1 Ancak kapitalist dönüşüm beraberinde yeni sosyal sorunları getiriyor, uzun çalışma saatleri, düşük ücretler, sağlıksız çalışma koşulları ve bir de o yıllarda Avrupa’nın üstüne kara bir bulut gibi çöken ekonomik bunalımın de etkisiyle artan keyfi işten atmalar ve işsizlik de eklenince, işçiler kendi aralarında yardım sandıkları ve örgütler kurarak, ortak hareket etmeye başlıyor ve bütün bunlar burjuvaziyi ürkütüyordu.

Böylece 1878 yılında işçilerin örgütlenme faaliyetlerini yasaklayan bir kanun çıkarıldı. Ancak yasaya rağmen Almanya’da işçi sınıfı örgütlenmesini yer altından gizli olarak sürdürdü, hatta aynı dönemde bu derneklerin sayısı yüz binleri buldu. Sonuç olarak 1883 yılında sağlık sigortası, 1884 yılında iş kazalarına karşı sigorta, 1889’da da yaşlılık ve işgöremezlik aylığının ihdas edilmesi gibi çok önemli kazanımlara nail olunabildi. Yani sosyal güvenlik egemenlerin ezilenlere bahşettiği bir lütuftan ziyade, işçilerin söke söke kazandığı bir hak olarak ortaya çıkmıştı.

Ancak yine de, zenginliği paylaşma noktasında sınıfsal karakterine bağlı olarak burjuvazi, sütün içine yine su katmıştı; işçilerin sağlık sigortası ve yaşlılık aylığı için ödedikleri primler çok yüksek olduğundan işçilerin zaten düşük olan ücretleri iyice kuşa dönmüştü ve neredeyse hiçbir işçi yaşlılık aylığının bağlanması için konan 70 yaş sınırına ulaşabilecek kadar yaşayamıyordu. Böylece gerçek anlamda bir sosyal güvenlik ve insanca yaşam için işçiler mücadelelerini sürdürmeye devam ettiler. Burjuvazi ise kendisini iyi niyetli gibi göstermek, Avrupa’dan Amerika’ya toplu göç hareketlerinin yaşandığı o dönemde emek gücünü ülkede tutmak ve sosyal kabarmaları yatıştırmak adına toplumsal anlamda supap niteliği taşıdığından ötürü sosyal güvenlik sistemine elini fazla uzatamadı.

Ortaya çıkışı itibariyle “sosyal güvenlik” kavramı, bir yandan kapitalist ülkelerde mülk sahiplerinin güvenliğini sağlamaya hizmet etmekte olan bir sistemi tasvir ederken süreç içinde işçilerin burjuvaziden kopardığı ciddi bir taviz hâline geldi. Bu bağlamda tarihe dikkatli bakıldığında gerçek anlamda toplumsal refahın ve sağlık güvencesinin sağlandığı, sosyal güvenlik hakkına gerçek anlamda ulaşılabilen ülkelerin sosyalist ülkeler olduğu görülür. Bu gerçeği, soğuk savaş döneminde sağlık hizmetleri açısından dünyanın birinci ülkesi olmuş Sovyetler Birliği’ne ya da günümüz verileri açısından ortalama ömrün erkeklerde 76, kadınlarda 80 yıl olduğu, sağlık hizmetlerine bütünüyle parasız ulaşılabilen, 159 kişiye 1 doktorun düştüğü, emeklilik maaşı normal maaşın yüzde altmışı kadar olan Küba’ya baktığımızda görebiliriz.

Öte yandan kapitalist düzenin hakim olduğu ülkemizde, insan haklarına aykırı sosyal güvenlik yasalarının çıkmış olması, vatandaşların kişisel verilerinin geçtiğimiz yıllarda hakkında davalar açılmış ve mahkum olmuş kimi ilaç tekellerinin hizmetine piyasa araştırması yapan kuruluşlara pazarlanması ise aslında şaşırtıcı değildir. Parası olmayanın sağlık hizmeti alamadığı, hastalanmanın borçlanmak anlamına geldiği, emeklilik yaşının daha da yükseltilmeye çalışıldığı, yalnızca zenginlerin nitelikli sağlık hizmetine ulaşabildiği, sağlık ocaklarının bile özelleştirmelere konu edilebildiği bir ülkede yaşıyoruz zira…

1 Stolper, Gustav, German Economy, s. 42

 

 

12 Oca 2013
paylaş