Altın çağ, özellikle Amerikan ekonomisi için 1950’li yılları ifade ederken, batılı burjuva iktisatçıların kullanmayı sevdikleri bir yakıştırmadır. Gerçekten de, ekonominin “genel denge noktası” adını verdikleri rahat piyasa koşulları ellili ve altmışlı yıllarda ABD ekonomisinde bir ölçüde hissedilmiştir. Ancak ekonomik dengeler yerinde göründüğü halde Amerikan hükümeti söz konusu dönemde kamu harcamalarını arttırma eğiliminden sapamamıştır. Sosyalizm-emperyalizm çelişkisinde sömürgeci kutbun başlıca gücü olarak emperyalist savaşlar çıkaran ABD bugün kendi yarattığı küresel borç cenderesinde, en borçlu ülke konumundadır.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonuna doğru toplanan Bretton Woods Konferansı’nda dünyadaki bütün kapitalist ülkeler kendi ulusal paraları karşılığında kasalarında ABD doları bulundurmayı kabul ederken, ABD de altın karşılığı dolar basacağı taahhüdünde bulunmuştu. Ancak ABD, 60’lı yılların sonuna gelindiğinde artık daha fazla altın karşılığı para basamayacağını söyleyerek bütün dengeleri değiştirmişti. Böylece ellerinde milyarlarca “dolar” bulunduran diğer ülkeler, dünya ticaretinde temel değişim aracı hâline gelen bu kağıt parçasına bütünüyle bağlanmış ve bugün Çin, Brezilya gibi dış ticaret fazlası olanlar bile, dolar eksenli sistemden çıkamaz hale gelmiştir.
Gerçek ekonomik bağımsızlık sosyalist politika olmadan özellikle günümüz koşullarında bir hayaldir. ABD ve AB şirketleriyle teknolojik transfer protokolleri, doğrudan yatırım anlaşmaları yaptığı halde hiçbir şeyin gerçek anlamda yerli üretimini gerçekleştiremeyen ülkemiz de bunun bir örneğidir. Öte yandan yıllar önce Bolivarcılık söylemiyle işe başlayan Chavez’in, şimdilerde sosyalist blokta yer aldığı ve son seçimleri de yeniden kazandığı Venezuela’da, devlet teşekkülü Vtelca’nın bütünüyle yerli cep telefonu üretiyor olması, ambargo altındaki Küba’nın ülkemize menenjit aşısı ihraç etmesi gibi basit örnekler bile, özelleştirmeleri birer zorunluluk olarak emekçi halka sunan kimi sahtekârların foyasını ortaya çıkarmaktadır.
Sendikal Güçbirliği
Emperyalizme bağımlılık kendisini sadece para sisteminde değil, hayatın her alanında hissettirir. BigMac’ten, Hollywood’a kadar her şeyin içerisinde sunulan ve zehirli bir elmadan başka birşey olmayan kapitalist kültür dokusu; yanı sıra ortak üretim adı altında kurulan ancak ticari açıdan tamamen dışa bağımlı birçok yerli işletme, bağımlı ülkeler üzerinde hakimiyet kurmada gerektiğinde silahların yerini alabilen ve ABD’li finans tekellerinin kredi sistemleriyle bütünleşen araçlardır.
Ülkemizdeki “yerli” patronlar da bu küresel parababalarının ortaklarıdır. Bütün bunlar sayesinde savaşmadan, daha az maliyete katlanarak, pazar ve hakimiyet alanını genişleten emperyalizm, bu yolların tıkandığı zamanlarda Irak ve Suriye örneğinde olduğu gibi açık barbarlığa başvurur. Uluslararası Para Fonu aracılığıyla örtülü şekilde yapılan yağmacılık bir anda aleni istilaya dönüşür. Kendisini palyaçolar ve çizgi film kahramanlarıyla tanıtan masum görünümlü küresel hamburger firmaları da aslında insanlığın kanını emen bu canavarın birer hücresidir.
1950’li yılları ABD’nin altın çağı olarak yansıtmaya çalışan burjuva iktisatçıları,sendikaların pazarlık gücünün artmasını üretim olanaklarının azalması olarak kabul ederler. Gerçekte böyle bir durumda azalacak olan, yoksul emekçi ailelerin sağlık hizmetinden yararlanamamasına, evlatlarının savaşlarda yitip gitmesine, yağmurda sel basan evlerde boğulmasına vesile olan kapitalizmin kendini yenileyebilme kabiliyetidir. Sendikaların pazarlık gücü ise işçilerin el birliği ile artabilir. Yeni toplumsal düzeni kurma ödevini yerine getirebilmesi için işçi sınıfının önünde duran temel mesele, sendikal güç birliğini, dayanışma ve eşgüdümü oluşturma ve bu güç birliğine sınıf bilincine dayanan politik bir perspektif kazandırma meselesidir.
- Ozan Gökbakar