Kalkınma hayalleri

Avrupa deyim yerindeyse kaynıyor. Güz mevsiminin eşlik ettiği ekonomik donma, işçilerin, emekçilerin sokaklara dökülmesiyle birlikte ısınan sosyal ortam, kapitalizmin genel bunalımının siyasal sonuçlarını belirleyecek yeni bir sürece işaret ediyor. Avrupa ve dünya ekonomisinin yeni bir dönemece girdiği, yeni bir ekonomik çöküntü döneminin kapıya gelip dayandığı aylar önce belirtilmişti. 2011 yılında yayımlanan istatistiklere göre Avrupa genelinde gözlemlenen fiyatlar genel düzeyi değişim oranındaki yükseliş durgunluk öncesi bir sinyal niteliği taşıyordu ve ortak para politikasının karşı karşıya olduğu yapısal sorunlar kaçınılmaz sonu hazırlıyordu. Avrupa’da ve dünya genelinde yaşanan süreç her zamanki gibi ülkemiz ekonomisine gecikmeli olarak ve dalga dalga yansımaktadır. Dünya emperyalist sömürü mekanizmasına ve küresel kapitalist sisteme göbeğinden bağlı ülkemizde bahardan bu yana enflasyonist baskı artmış, faizlerin düşme, fiyatlar genel düzeyinin ise daha hızlı yükselme eğilimi gösterdiği bir aşamaya gelinmiştir.

Çok genel ve indirgemeci bir yaklaşımla ele alındığında, kapitalist büyümenin temel yasalarından biri olan eşitsiz gelişim olgusunun kapitalizmin krizlerine kaynaklık ettiği, daha açık bir ifadeyle gelir dağılımındaki adaletsizliğin büyüme aşamasında toplam talebin homojen şekilde artmamasına, böylece göreli aşırı üretim ve eksik tüketim sorunlarına, periyodik olarak enflasyona ve müteakiben krize neden olduğu bilinmektedir. Aynı olgu ulusal gelir dışında, dünya genelinde de ülkelerin eşit olmayan bir ekonomik ortam görüntüsü vermesine de sebep olur.  Böyle dönemlerde,  Amerika’da ve Avrupa’da işsizlik ve ekonomik çöküntü yaygınlaşırken, benzer etkilerin henüz hissedilmediği  bağımlı ülkelerde politik iktidarın dalkavukları hemen piyasaya çıkıp, krizi bir fırsat olarak lanse eden, geri kapitalist ülkelerin dünya kapitalizminin yeni liderleri olacağını iddia eden açıklamalar yaparlar. 

Geçtiğimiz günlerde kişi başına gelirin on sekiz bin dolar sınırına dayandığı haberini yapan çeşitli televizyon kanalları ve internet sitelerinin sergiledikleri tutum da buna dair bir örnektir. Kişi başına düşen ulusal gelir rakamlarını, gelir dağılımındaki farklılıkları, hatta zenginle fakir arasındaki uçurumu görmezden gelerek herkesin aynı tüketim gücüne sahip olduğunu varsayan ekonomik veriler, sokaktaki vatandaşın cebine bir türlü yansıyamıyor.  Bağımlı nüfusun gerçek anlamda hesaplanamadığı, kayıt dışı istihdamın halen oldukça yaygın olduğu ve sigortalı çalışan sayısının on iki milyonu zor geçtiği ülkemizde, politik iktidarın resmi rakamlarına göre bile sigortalı çalışanların yüzde 46’sı asgari ücretle çalışmaktadır. Yani sigortalı çalışanların neredeyse yarısı yoksulluk sınırının altında bir gelir diliminde bulunuyor. Böylece, gelir dağılımındaki eşitsizliğin göz ardı edildiği ekonomi bültenleri, hükümetin veri kaynaklarının birbiriyle çelişen verilerden oluşturduğu bir dalavere çorbasına dönüşmüş oluyor. 

Bütün bunlar ülkemizde, bir yıl içinde gerçekleşen toplam  tüketim harcamalarından en çok payı alan küçücük bir rantiye nüfusunun, bütün bir ülke gündemini nasıl belirlediğini, sahip olduğu iktidar aygıtı aracılığıyla toplumu nasıl bir hayal alemi içinde yaşatmaya çalıştığı gerçeğini gözler önüne seriyor. Böylece maliye bakanlığı gibi mevkileri işgal eden kimselerin, neden en zengin finans-kapital patronu azınlığın, en fakir çalışan çoğunluktan nispi anlamda daha az vergi ödemesinin önüne geçmediği, kalkınma bakanlığının gerçekte neden bütün halkın kalkınmasını sağlayamadığı daha kolay anlaşılıyor.

Öte yandan söz konusu zengin azınlığın çıkarları için iktidarın başında bulunanlar, halkı uyutmak adına tarihteki kimi diğer hırsızları birer politik ilah olarak karşımıza çıkarıyorlar. Bu ülkenin kalkınması için hiçbir şey yapmamış olan halk düşmanlarını sözde devrim şehitleriymiş gibi yeniden diriltmeye çalışıyorlar. Ülkemizde zamanında yerli uçak üretimi yapan fabrikayı 1955 yılında batı istediği için traktör fabrikasına dönüştürerek kapatmış olan, Amerikalı otomotiv patronları istedi diye halkın parasını, demiryolu, eğitim, sanayileşme gibi alanlar yerine bütünüyle karayolu yapımına harcayan hırsızların silüetlerini cilalayarak kendilerine sembol yapanlar; onlardan devraldıkları gelenekle emperyalist batının taşeronluğunu yapanlar, söz konusu süreç dahilinde kendilerini Neo-Osmanlı döneminin öncüleri olarak yansıtarak, toplumu içine sürükledikleri felaketleri görünmez kılmaya ve halkın bir muhayyelat içinde uyumasını sağlamaya çalışmaktadırlar. Ancak bıçağın kemiğe dayandığı, açlığın başa vurduğu her an sosyal kabarmanın ne olursa olsun engellenemeyeceği gerçeğini gözler önüne sermektedir. 

16 Kas 2012
paylaş