Sözcükler ve bir bütün olarak dil, insan beyninde düşünme eyleminin gerçekleştirilmesinde kilit rol oynar. Düşüncenin aktarımı ve aktarılan düşüncenin algısında hep günlük hayatta kullandığımız, özümsediğimiz lisanla, anadilimizle düşünürüz. Rüyalarımızı anadilimizle görürüz.
Dil, kemiği olmayan bir bütündür ve içinde bulunduğumuz toplumsal koşullar, üretim yapıları tarafından sürekli şekillendirilir. Ulusal anlamda dillerin ortaya çıkışı üretim sistemlerinin evrimine paraleldir. Örneğin Avrupa'da feodalizmin ilerleyen dönemlerinde görülen panayırlar, derebeylik düzeninin içinde gelişmeye başlayan kapitalizme ait bir art bileşen olarak ortaya çıktığında, birbirine uzak diyarlardan gelen ve farklı lehçeler konuşan tüccar, simsar, zanaatkar vb. pek çok insanın anlaşabilmek için belli jargonlar ve kelimeler etrafında ortaklaşmasına yol açmıştır. Zamanla bütün bir ülkeyi kapsayan ve süreklilik arz eden ulusal pazarlar, bu şekilde söz konusu olan her bir ülkenin bütününde konuşulan ulusal dilleri de zorunlu kılmıştır.
Kapitalizmin gelişimi çerçevesinde, özellikle emperyalizm aşamasında bir sömürü ve baskı aracı olarak resmi dillerin kendisini daha fazla hissettirmesi söz konusu olmuştur. Bugün ülkemizde ana dilde konuşma hakkının kısıtlanması ve ana dilde matematik, fen vb. eğitim verilmiyor oluşu, aslında toplumun belli kesimlerinin eğitim hayatına bir sıfır yenik başlaması anlamına gelmektedir. Zira, burjuvazi kendisine ucuz emek gücü aramakta, bu yüzden de ülkedeki iş gücünün homojen şekilde kalifiye hâle gelmesini istememekte, ihtiyaç duyulan kadar bir bölüm vasıflı hale getirilirken, belli bir toplamın eğitimsiz, ya da az eğitimli kalmasını arzulamaktadır.
Bununla birlikte ana dilde eğitim önündeki engeller, ülkemizde yalnızca etnik azınlıkların değil, aynı zamanda hakim unsur olarak addedilen ve çoğunluk konumundaki insanlar için de, daha düşük bir dozda olsa da geçerlidir. Örneğin, üniversitelerde baştan aşağı yabancı dille verilen iktisat, fen vb. alanlardaki dersler ana dili gibi yabancı dili olmayan öğrenciler nezdinde sıkıntı yaratmakta, derslerde öğretilenlerin tam anlaşılamamasına, hatta yanlış anlaşılmasına yol açmaktadır. Bu aynı zamanda etnik çoğunluk olarak addedilen kesimlerin de, aslında emperyalist sömürü mekanizması içerisinde -tıpkı azınlık olarak addedilenler için olduğu gibi- bir kültürel ve düşünsel baskı olgusuyla karşı karşıya olduğu gerçeğini gözler önüne serer.
Gerçekte baskı hakim bir ulustan değil, hakim bir sınıftan, burjuvaziden gelir. Burjuvazi medyasıyla, tarih eğitimi vb. ile savaşları halkların birbirine düşmesi olarak benimsetmeye çalışır. Ülkemiz boyalı basının etnosantrist ve örtülü azınlık düşmanı yayın politikaları buna dair bir örnektir. Bu ülkede ve dünyada halkların barış içinde bir arada yaşamasının önündeki tek engel büyük sermaye çevrelerinin ekonomik sistemidir. Yugoslavya'da Sosyalizm döneminde Boşnak-Sırp çatışması ya da SSCB'de 1990 öncesinde Ermeni-Azeri çatışması diye bir şeyin neden olmadığı gerçeği unutulmamalıdır.
Suriye'de ve Libya'da yaşananların da bu ülke halklarının kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde gerçekleşmediği de artık iyice açığa çıkmıştır. Boyalı basının kullandığı dil, haberlerin servis ediliş şekli, Suriye'ye karşı gerçekleştirilmesi muhtemel bir "sefer"i meşru gibi göstermeye yöneliktir. Suriye'ye karşı savaş çığırtkanlığı yapan burjuva medyası, Osmanlı'nın başlıca mirasçısı olarak Türkiye'yi Suriye'de Esad rejimi sonrasına ilişkin senaryolarda "ağabey" olarak lanse etmektedir. Oysa Osmanlı zamanında gerek Ortadoğu gerekse Balkanlarda hiç huzur olmadı ve bugün de huzur yok. Bu gerçek, 1800'lü yılların Lübnan'ında, ya da 1900'lerin Makedonyası'nda fazlasıyla tecrübe edildi.
Dünya'da kalıcı barış için gereken, kapitalist üretim sisteminin değişmesidir. Aksi takdirde, gençlerimiz, bir grup büyük şirket patronunun kirli emelleri gerçekleşsin diye geçmişte Kore'de olduğu gibi, günümüzde Afganistan'a ya da yarın bir gün Suriye'ye, kısaca "ölüme” yollanmaya devam edecektir.
- Ozan Gökbakar