Günümüzden yaklaşık üç asır önce burjuvazi, feodalizme ve iktidardaki aristokratlara karşı kendi çıkarlarını savunmak adına ortaya attığı “liberalizm” düşüncesiyle birlikte emeğin serbest dolaşımı ilkesini de savunmaya başlamıştı. Zamanla iktidarı ele geçiren, kendi sınıfsal çıkarlarını korumak ve ezen ezilen ilişkisini sürdürmek adına başlıca gerici unsurlardan biri haline gelen burjuvazi, kapitalizmin tıkanma noktasına geldiği her anda faşizme, gericiliğe, baskıya başvurdu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde ise burjuvazi, sömürü ve baskıya yapıştırılmış yeni bir etiket olarak neoliberalizm adı altında ve bu defa emeğin esnek kullanımını kolaylaştırmak için yeni bir yöntemler bütününü karşımıza çıkardı. Bunlar patronlara daha çok para ve daha fazla sürdürülebilir bir piyasa getirirken, emekçi kitlelere, iş güvencesinden, sağlık, eğitim ve barınma hakkından daha fazla yoksunluğu beraberinde getirdi.
1980’li yıllar kapitalist ülkelerde neoliberal politikaların uygulanmaya başlandığı yıllar oldu. İngiltere’de Thatcher, ABD’de Reagan ve Türkiye’de ise Özal, bu yeni dönemin başrol oyuncuları oldular. Ülkemizde 12 eylül faşizminin de hüküm sürdüğü aynı dönem 1989’a damgasını vuran büyük işçi eylemlerine de sahne oldu. O günlerde, işçi sınıfının öfkesini yatıştırmak ve iktidarını sürdürmek için bazı ödünler vermek zorunda kalan burjuvazi, bugün işçi sınıfının koordinasyon, birlik ve dayanışmayı sağlamada henüz yetersiz kaldığı bir ortamda emek gücünün esnek kullanımı için istediği her şeyi yapabilme cesaretini kendisinde bulabiliyor. 1989’da grevlere katılmayan kamu çalışanlarına verilecek ikramiyelerden bahseden dönemin bakanı ve Özallı yılların figüranı Cemil Çiçek, şimdilerde milletvekillerine ve BDDK üyelerine yapılan kıyakları meşru göstermek için nefes tüketmekle meşgul.
Özal’ın bitiremediği işleri devralanlar bir yandan aymazlık içerisinde “bu sefer teğet bile geçmeyecek” diye konuşurken, diğer yanda yılın ilk üç çeyreğinde otomotiv sektöründe görülen ciddi daralma rakamları ile kendisini daha fazla hissettirmeye başlayan yeni bir derin kriz sürecinin karşısında ortaya çıkabilecek toplumsal kabarmaları bastırmak adına her türlü yola başvurmaya hazır durumda görünüyorlar. Bunların başında, muhalif olan herkesi “terör suçlusu” ilan ederek içeri atmak ve özel yetkili mahkemelerde yargılamak, sendikaları bertaraf etmek ve sindirmek, kıdem tazminatını kaldırmak geliyor. Bu durum, aynı zamanda sendikal hak ve hürriyetlerin alabildiğine kısıtlandığı geçmişteki dönemleri bile aratmayan ve faşizm ile Neo-Liberalizmi bir arada yaşamamızı dahi sağlayabilecek ilginç bir karanlığı betimliyor.
İşte bu noktada geçmişe bakmak, geçmişe ait deneyimlerden yararlanmak, dersler çıkarmak gerekiyor. Bu derslerden en önemlisi, sömürüye ve baskılara karşı kurtuluşun yalnızca uygarlığı yaratanların elinden gelebileceği gerçeğidir. Yetmişlerin başında 15-16 Haziran direnişlerini örmüş, 1976 yılında Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kapanmasını sağlamış temel toplumsal unsur olan Türkiye İşçi Sınıfı, üzerindeki ölü toprağını attığında eşitlik, huzur ve refah içerisinde yaşayabileceğimiz yarınları kuracak olan güç olacaktır. Sorun bu gücü sahip olduğu toplumsal role ilişkin bilinçlendirme sorunudur.
- Ozan Gökbakar