- Radikal
Ankara Suriyeli mülteciye pazarlık kartı muamelesi yapıyor. Suriye politikası değişmeden sonu olmayan başka bir oyun daha. Bu oyunda AB de ortak.
Sahi Suriyeli mülteciler Türkiye’nin nesi olur? Sözde “Misafirlerimiz” idi. Hayır hayır! Onlar hep bir karttı, kart olmaya devam ediyor.
Önce Beşşar Esad’ı devirme stratejisinde önemli bir baskı aracı olarak masaya sürülen karttı. Sonra Suriye’de rejim karşıtı silahlı güçlere korunaklı alan yani tampon bölge oluşturmak için kullanılan bir karta dönüştü. Şimdilerde AB’ye istekleri kabul ettirmek için kullanılan bir kart. Bir yüzünde kan, öteki yüzünde istismarın resmi.
Hatırlarsanız işin başında Suriye’ye askeri müdahale için Ankara’nın dillendirdiği bir kırmızıçizgi vardı: “Türkiye’ye sığınan Suriyeli sayısı 100 bini geçerse” diye başlayan bir uyarı. Bunun arkasında mülteci akınını teşvik de vardı. İlk gelen sığınmacıların yaşadığı bölgelerde çatışma bile yoktu. Daha sığınmacı akını başlamadan sınıra sıfır noktada kamplar hazırdı. Bu kamplar savaşçılar için organize olma, çatıştıktan sonra çekilme ve dinlenme üssü işlevi de gördü.
Hesap tutmadı; savaş uzadıkça mülteciler arttıkça arttı, 2 milyonu aştı. Suriye’yi yakıp yıkan projeyi ilerletmek için sınırlarımız silah ve militan akışıyla koca bir cihat otobanına dönüştü. Çatışma büyüdükçe, şehirler yandıkça, ölümler katlandıkça mülteci akını da arttı. Herkes mültecilerin kalıcı soruna dönüşmesinin kaygısını taşırken kimse meselenin özüne ve asıl çözüme inmedi. Sorun Körfez-Batı ittifakının parası ve silahı, bilimum istihbarat servislerinin organizasyon desteği ve Türkiye’nin sıçrama tahtası oluşuyla çetrefilleşen vekâlet savaşı; çözüm ise bu savaşın bitirilmesi. Hâlâ bu konuda uluslararası aktörler dürüst değil.
Son aylarda sığınmacılar birden bire Avrupa kapılarına dayanınca mülteci meselesi Ankara-Brüksel hattında pazarlık konusuna dönüştü. Son olarak Şansölye Merkel, Yıldız Sarayı Büyük Mabeyn Köşkü'nde padişah koltuğunda ağırlandı.
Gönünen o ki mültecileri Suriye içerisinde oluşturulacak güvenli bölgede tutma planı için dil döken Ankara, Türkiye’yi tampon bölgeye dönüştürmeye razı oluyor.
Neyin karşılığı?
- AB’den gelecek 3 milyar Euro.
- Türk vatandaşlarına Schengen bölgesinde vize muafiyeti.
- Dondurulan üyelik müzakerelerinde başlıklardan bir ikisinin açılması.
- Türkiye’nin AB zirvelerine çağrılması.
Büyük bir reformlar manzumesi üzerinde yürümesi gereken AB sürecinde müzakere mekanizmasının yeniden çalıştırılması Ankara’nın mültecileri Türkiye içinde tutması şartına bağlanıyor. Rezalet; hem Türkiye için hem AB için…
Rezalet iki boyutlu:
Ankara bu pazarlıklarla ‘misafirim’ dediği sığınmacılar için Türkiye’yi açık hapishane, kendisini de 3 milyar euro bedelli gardiyan pozisyonuna sokuyor.
Mülteci akını karşısında bariyer olma görevi tam da Avrupa'nın vakti zamanında Muammer Kaddafi'nin Libya'sına biçtiği roldü.
Evet, bu savaşı besleyen cephede yer alan bütün ülkeler mültecilere kapılarını açmalı ve mali yükü paylaşmalı. Bunlar yapılırken de en önemli öncelik bu savaşı bitirmek ve insanları tekrar güvenli bir şekilde evlerine döndürmek olmalı. Ama mülteci meselesini tutulması zor sözlere (vize muafiyeti) ve oluşturulması zor koşullara (açık hapishane) bağlamak gerçekçi değil.
Hükümet “7-8 milyar para harcadım” diye yakınıyor ama bunun önemli ölçüde benimsenen mülteci politikasının sonucu olduğu gerçeğini de gözardı ediyor. Türkiye sığınmacılara mülteci statüsü vermediği için yükü kendisi çekiyor. Bu yolla BM’yi de sanki bu mesele kendi iç işiymiş gibi dışarıda tutuyor. Malum Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne imza atarken sadece Avrupa’dan gelenlere mülteci statüsü vereceği şartını koştu. Türkiye diğer coğrafyalardan gelenlerle ilgili geçici koruma sorumluluğunu üstleniyor. Mülteci statüsü olmadığından sorumluluk ve yükümlülükle ilgili gri bir alan yaratılıyor. Bu griliği gidermediği için de Türkiye’nin yakınması uluslararası alanda karşılık bulmuyor. Lübnan ve Ürdün BM ile birlikte çalıştığı için nüfuslarının dörtte biri ya da beşte biri kadar mülteciyle baş edebiliyor.
AB DE KİRLİ OYNUYOR
İkinci boyut AB ile ilgili: Aday ülke reformlardan geri adım atınca AB de rahatlıkla oyununu kirli oynuyor. AB İlerleme Raporu’nun mülteci pazarlıkları yüzünden ertelenmesi Ankara-Brüksel ilişkilerinin nasıl zehirlendiğinin küçük bir göstergesi.
Financial Times bunu “Raporun ertelenmesi Erdoğan'ın lehine görünüyor. Erdoğan'ın otoriter yaklaşımları göçmen krizi patlak verinceye kadar AB için önemli bir kaygıydı" diye yorumladı. The Observer ise başyazısında raporun ertelenmesine parmak bastı: “Problem mürekkep ya da kağıt kıtlığı değil. Problem, asabi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifade özgürlüğü, bağımsız mahkemeler, azınlık hakları, bağımsız medya ve hukukun üstünlüğüne saygıya dair hükümetin AB ilkelerini apaçık şekilde hiçe saymasına yönelik beklenen eleştirilere nasıl tepki vereceğidir.”
Hukuk, şeffaflık, hesap verilebilirlik, ifade özgürlüğü gibi temel normları tepeleyen Türkiye’nin reformlara dönmesi son derece hayati. AB önemli bir teşvik mekanizması ve zapmalara karşı kritik bir frendi. Bu mekanizma epeydir devredışı. Ne var ki mülteci mutabakatıyla açılacak yeni koridor da ciddi bir yanılsama. Saraya hakim paradigma değişmedikçe kapının iki metre ötesi yine duvar.
Merkel’in sarayda oturtulduğu yaldızlı koltuk yeni Türkiye’nin ruh halini yansıtmıyor mu? Sizce o ruh hali ne kadar değişime açık? O ruhta sulta var, dayatma var, ayrıştırma var, ötekileştirme var ama müzakere yok. Müzakereden kastım herkesin kendi kartlarını kullandığı pazarlıklar değil! Reformlara ve standartlara yönelik bir AB mekanizmasından bahsediyorum.
AB mülteci pazarlığı üzerinden Türkiye’ye ayna tutmaktan ve uyarmaktan imtina edecek. Yani mültecileri göndermediği sürece Türkiye’nin standart dışına çıkan berbat gidişatına göz yumacak. Türkiye vatandaşlarına vize muafiyeti Merkel’in öyle kolay kolay AB’deki ortaklarına kabul ettirebileceği bir vaat değil. Üstelik Merkel bununla hükümete sahte bir başarı da hediye etmiş oluyor. AB’ye vizesiz seyahat müjdesiyle hükümet seçmenini umutlandırabilir ama AB’nin gerçekleri soğuktur, kendini fazla gecikmeden hissettirir.