- Cumhuriyet
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 15 Temmuz sonrasındaki siyasi pozisyonu, darbe girişiminden dört gün sonra 19 Temmuz’da netleşti. 16 Temmuz sabahı ile 19 Temmuz arasındaki Erdoğan, Nietzsche’ye atfedilen “Beni öldürmeyen (şey) güçlendirir” veciz sözünü hatırlatırcasına, kendisini devirmeyi başaramayan darbeciler sayesinde artık daha da güçlü olduğu hükmüne varmış bir Erdoğan’dı. Yoksa, 18 Temmuz’u 19 Temmuz’a bağlayan gece yarısı, darbe girişiminden sonra taraftarlarının karşısına ilk kez çıktığında, her zamanki otoriter üslubuyla, “İsteseler de istemeseler de...” diye söze başlayıp, kışlayı Gezi Parkı’na konduracağını bir kere daha ilan etmezdi.
Bu Erdoğan, yüzde 50’lik tabanının 15 Temmuz öncesinde olduğu gibi sonrasında da kendisine ziyadesiyle yeteceğini zanneden bir Erdoğan’dı. İhtimal, darbe girişiminden bir gün önce nerede kalmışsa oradan, hem de gücüne güç katmış biçimde devam edebileceğini düşünüyordu.
19 Temmuz’da ise Erdoğan’da bir şeyler değişti...
Darbe girişimi bağlamında, kendisinin dünyadaki durumu hakkında bir nihai hükme varmış olmalıdır. Vahim bir uyarı ya da nihayet olgunlaşan bir değerlendirme neticesinde, 15 Temmuz’la ilgili tehdit algısında kritik bir sıçrama yaşadı. Darbe girişiminin bu manada okumasını dünya ölçekli yapabildi.
Bu sıçramanın nasıl meydana geldiğini ise ileride belki öğrenebileceğiz. Bunda, 19 Temmuz’da ABD Başkanı Obama ile yaptığı telefon görüşmesinin bir rolü olmuş mudur, onu da şimdilik bilmiyoruz.
Ama şunu biliyoruz: 20 Temmuz’daki Erdoğan, dünya söz konusu olduğunda yüzde 50’nin kendisine yetmeyeceğini görmüş ve pozisyonunu bu gerçeğe göre hızla gözden geçirmiş bir Erdoğan’dır.
Bu Erdoğan, 2013’te muhalefet kökenli siyasi gösterilere kararlılıkla kapattığı Taksim’de CHP’nin “demokrasi mitingi” yapmasına razı oldu.
“Demokratik parlamenter sistem içinde kalıyoruz, hiçbir zaman bundan uzaklaşmayacağız” diyerek, anayasası da olan bir başkanlık rejimi projesini şimdilik rafa kaldırdığını ilan etti.
15 Temmuz öncesine kadar genellikle dışlamayı tercih ettiği muhalefet partilerinin liderlerini sarayında ağırladı; “milli birlik” görüntüsü vermek istedi.
Sarayına çağırmadığı HDP’nin, mini bir anayasa değişikliği için TBMM çatısı altında yeniden çalışmaya başlayacak komisyonda yer almasına gönül indirdi.
15 Temmuz’a kadar açtığı binlerce hakaret davasının tamamını bir kereye mahsus olarak geri çekti.
Ve nihayet, laiklik karşıtı AKP’nin genel merkezine, Türkiye’ye laikliği getiren Atatürk’ün dev bir posteri bile asıldı. Hatta bir parti sözcüsü, AKP’yi laiklikten yana göstermek için Cemaat’i laikliği ortadan kaldırmaya çalışmakla suçladı.
Kutuplaştırıcı, ötekileştirici ve dışlayıcı siyasetle muktedir olmayı tercih edegelmiş bir Erdoğan’ı, şimdi HDP hariç diğer siyasi partiler ve tabanlarıyla bir “darbe barışı”na gitmeye zorlayan faktör, sözde ikinci darbe girişimini önleme gailesi değildir.
Erdoğan 15 Temmuz’u dünya ölçekli okuyor ve bu dünyanın karşısına bir “milli birlik” tablosuyla çıkmaya çalışıyor.
Kendisine yönelik tehdidin Batı’dan geldiğine inandığı için “darbe barışı” vasıtasıyla, ölçeği dünya olan bir savunma pozisyonu aldı.
ABD istihbaratının, darbe girişiminden öncesinde haberdar olduğu ve bunun aksinin düşünülemeyeceği şeklindeki ön kabullenme bile tek başına bu pozisyonu almasına yeterdi... Lakin sonrasında başka emareler de belirdi.
Başarısız darbe girişimi sonrasında Batılı liderlerin yasak savma kabilinden, yarım ağızla yaptıkları kınama ve yönetime sözde destek açıklamaları...
Yaptıkları uyarılarla, dikkati darbe girişiminin vahametinden ziyade, rejimin aldığı karşı tedbirlerin Türkiye’yi hukuk devleti ve insan hakları normlarından daha da uzaklaştırmaması hususuna dikkat çekmeleri...
ABD ve Avrupa basınında çıkan haber ve yorumların da aynı çizgide oluşu...
Medya ve siyasi elitin, TSK’deki cemaat yapılanmasının darbede merkezi rolü oynadığına ikna olmaktaki isteksizlikleri...
Ve nihayet Batı’dan tek bir Allah’ın kulunun bile taziye ve destek sunmak amacıyla Ankara’ya gelmemesi, Erdoğan’ı “darbe barışı” yoluyla Türkiye’deki muhalefetten güç devşirmeye mecbur etti.
Çünkü Erdoğan sanılanın aksine güç kaybetti ve bunu geç kalmadan gördü. Yitirdiği gücü telafi etmiş gibi görünmek için muhalefetle “darbe barışı”na ihtiyacı var.
Batı’dan tehdit algılamaya devam ettiği ve buna karşı bir denge oluşturamadığı müddetçe “darbe barışı” ihtiyacı sürecek.