İktidarın ideolojik ve politik fakr-u zaruretinden doğmuş bu “Atatürk sevgisi”, en azından Kremlin’i tavlamakta bir işe yarar mı?
Atatürk’e sığınmanın dış ayağı varsa ki neden olmasın, bu bir “Rus ayağı”dır. “Atatürk’e sığınmak” ile “Rusya’ya sığınmak” arasında ilk bakışta görünmeyen bağlantıyı kurmak gerekiyor.
Ankara’daki iktidar için aslında ikisi de imkânsız. Ne Atatürk’e ne de Rusya’ya sığınabilirler. Ama bu imkânsızlıklar, söz konusu ilişkiyi varsaymamıza engel değil.
1917’deki Ekim Devrimi sonrasında Türkiye-Rusya münasebetlerinin en parlak yılları, Kurtuluş Savaşı ve onu takip eden Mustafa Kemal Atatürk devrinde yaşanmıştır. O zaman, Bolşevik Rusya ile Türkiye Cumhuriyeti’ni düşmanlık ve savaşlarla dolu ortak mazilerini unutup barış yapmaya iten nedenler mevcuttu. İki rejim de Batı emperyalizmine karşı mücadele edilerek kuruldu, her ikisinin de önceliği kendi devrimlerini güçlendirip ilerletmekti.
Kadri Gürsel
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 15 Temmuz sonrasındaki siyasi pozisyonu, darbe girişiminden dört gün sonra 19 Temmuz’da netleşti. 16 Temmuz sabahı ile 19 Temmuz arasındaki Erdoğan, Nietzsche’ye atfedilen “Beni öldürmeyen (şey) güçlendirir” veciz sözünü hatırlatırcasına, kendisini devirmeyi başaramayan darbeciler sayesinde artık daha da güçlü olduğu hükmüne varmış bir Erdoğan’dı. Yoksa, 18 Temmuz’u 19 Temmuz’a bağlayan gece yarısı, darbe girişiminden sonra taraftarlarının karşısına ilk kez çıktığında, her zamanki otoriter üslubuyla, “İsteseler de istemeseler de...” diye söze başlayıp, kışlayı Gezi Parkı’na konduracağını bir kere daha ilan etmezdi.
Bu Erdoğan, yüzde 50’lik tabanının 15 Temmuz öncesinde olduğu gibi sonrasında da kendisine ziyadesiyle yeteceğini zanneden bir Erdoğan’dı. İhtimal, darbe girişiminden bir gün önce nerede kalmışsa oradan, hem de gücüne güç katmış biçimde devam edebileceğini düşünüyordu.
19 Temmuz’da ise Erdoğan’da bir şeyler değişti...
İktidardakiler CNN Interna- tional’ın 12 Kasım’da yayımladığı haber üzerine heyecanlandılar, medyalarını da buna ortak ettiler...
Haberde özetle, ABD Başkanı Barack Obama’nın Esad devrilmeden IŞİD’in mağlup edilemeyeceğinin farkına vardığından ve ulusal güvenlik ekibine ülkesinin mevcut Suriye politikasını gözden geçirmeleri için talimat verdiğinden bahsediliyordu.
Bu haber, Suriye’deki rejimi gönüllerindeki ile değiştirmek için 2011’de kalkıştıkları vekaleten savaş macerasında ülkelerini görülmemiş ulusal güvenlik riskleri ile yüz yüze bırakıp yenildiklerini hala idrak edemeyenlerin durduk yerde umutlanmalarına yol açtı.
CNN haberi vesilesiyle medyaya, Amerikalıların da nihayet kendilerinin yıllardır savuna geldikleri doğruları gördüğünden ve IŞİD’le mücadele ederken Esad’ı da devirme çizgisine kaydığından söz ettiler.
11 Eylül 2014 tarihine kadar, Türkiye’nin “İslam Devleti”ne (İD) karşı koalisyonun ancak en zayıf ve en isteksiz mensubu olabileceğini söyleyebilirdik...
Ankara’nın 11 Eylül’de Cidde’de 10 Arap ülkesi ve ABD ile birlikte katıldığı bakanlar düzeyindeki “koalisyon toplantısı”nın sonuç bildirisine imza atmayı reddetmesinden sonra artık bunu söylemek de mümkün olmaktan çıktı.
Bu toplantının sonuç bildirisine imza atmak, Türkiye’nin İD karşıtı koalisyonun bir mensubu olduğunu dünya kamuoyu nezdinde teyit edecekti.
Ankara imzasını esirgediğine göre, Türkiye’nin bu koalisyonun bir parçası olduğu da bu aşamadan sonra bazıları tarafından ancak iddia edilebilir ve fakat belgelenemez.
Ankara’dakiler ortak bildiride geçen, (taraflar) “uygun bulurlarsa, (İD’ye karşı) koordine edilmiş askeri faaliyetin türlü veçhelerine katılacaklardır” şeklindeki ifadeye takılmışlar. İmza atmamanın gerekçesini “İslam Devleti”nin TC Musul Başkonsolosluğu’nu basarak rehin aldığı 46 kişinin akıbetinden duyulan kaygı oluşturmuş.
Halkla İlişkilerden Sorumlu ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Douglas Frantz’ın aralarında bulunduğum bir grup köşe yazarıyla sohbetinde Türkiye’deki basın ve ifade özgürlüğü açığı hakkında söylediklerini dünkü Milliyet’te okumuş olabilirsiniz. Atlamış olanlara “Türkiye’nin imajı ekonomisini et- kiler” başlığıyla yayımlanan bu söyleşiyi okumalarını tavsiye ederim.
En geniş haliyle Milliyet’te yer alan bu söyleşiden süzülen en özlü mesaj, Douglas Frantz’ın ifadeleriyle bence şudur:
“Sosyal medyayı kapatma yönündeki etkisiz uğraşların, basını kutuplaştırmanın ve bazı durumlarda yasalar arasından sadece istenenin seçilerek uygulanmasının Türkiye’nin imajına verdiği zarar hakkında, hangi eğilimden olursa olsun Türkiye’deki tüm insanların kaygılı olmaları gerektiğini düşünüyorum.”
“Demokrasi halkın liderleri ve hükümetleri hakkında güvenilir haber alabilmesine dayanır. Bu olmayınca sonunda bir sözde demokrasi haline gelirsiniz.”
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ve Almanya’nın (P5+1) Cenevre’de dün sabaha karşı yerel saatle 04.30’da İran’la imzaladıkları nükleer anlaşma, İran’ın gizli nükleer programının 2001’de ortaya çıkarılmasından bu yana kaydedilen en olumlu gelişmedir. Bu anlaşmayla İran nükleer silah geliştirmesini somut biçimde engelleyecek denetlenebilir adımları önümüzdeki altı ay içinde atmayı kendisine karşı uygulanan bazı yaptırımların gevşetilmesi karşılığında kabul ediyor. Bu süre zarfında P5+1 ile İran arasında kapsamlı ve kalıcı bir nihai anlaşmaya varılması hedefleniyor. Bu en başta Obama yönetimi ile İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin ve ardından uluslararası sistemin çok önemli bir başarısıdır. Bu nispette, anlaşmanın ülkemizin güvenliğine katkıları da büyük olacaktır.
Bizim muktedir İslamcıların, Gezi’yle 2’nci Tahrir arasında hayali bir bağ kurduktan sonra Mısır’da darbeyle devrilen “Müslüman Kardeşler”in mağduriyetine sözde ortak olmak istedikleri belli. Bu “ortaklığı” Türkiye’de sivil toplumun muhalefetini daha fazla ezmenin meşruiyetine tahvil etmek niyetindeler. Ancak bunu başarmaları imkansızdır. “Sivil toplumu ezmek imkansızdır” demiyorum; buna bir meşruiyet zemini icat etmek ve alemi buna inandırmak imkansızdır. Ayrıca, 31 Mayıs’ta toplumsal patlamaya yol açarak istikrarsızlığa neden olmakla kendi yanlışlığını zaten kanıtlamış bulunan baskı politikalarında ısrar, daha fazla istikrarsızlıktan başka bir sonuç getirmeyecektir. Bizim muktedirlerin durumu aklıma, Amerikalı büyük hiciv ustası ve aktör Will Rogers’ın vecizelerinden birini getiriyor: Kendini bir çukurun içinde bulursan kazmayı bırak!
Bağımsız Van Milletvekili ve Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eş Başkanı Aysel Tuğluk’un 11 Nisan’da Radikal’de yayımlanan “Süreç, sonuç değil başlangıç” başlıklı yazısında geçen çok kritik birkaç cümleyi değerlendirmek için vakit hiç de geç değil. Çünkü o cümleler, “bir kısım silahlı PKK”nın, kurulmakta olan Türk-Kürt ittifakında edineceği yer ve işlevini anlatıyor.
Tuğluk’un ana akım medyada hakkı verilerek tartışılmayan o cümlelerini hatırlayalım: “En az önümüzdeki çeyrek asır boyunca Kürtlerin var olduğu her yerde PKK da çeşitli biçimlerde olacak. Suriye’de bir süre daha silahlı; İran’da yakın gelecekte tekrar silahlı; Avrupa’da kurumsal vs. (...) PKK, Türkiye’de de çeşitli biçimlerde olacak. Ancak Sayın Öcalan’ın yeni dönem kurgusunda PKK’nın silahlı güçlerini Türkiye siyasal sahasının dışına geri dönüşsüz biçimde çıkarmak var.”