- Milliyet
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesi ve Almanya’nın (P5+1) Cenevre’de dün sabaha karşı yerel saatle 04.30’da İran’la imzaladıkları nükleer anlaşma, İran’ın gizli nükleer programının 2001’de ortaya çıkarılmasından bu yana kaydedilen en olumlu gelişmedir. Bu anlaşmayla İran nükleer silah geliştirmesini somut biçimde engelleyecek denetlenebilir adımları önümüzdeki altı ay içinde atmayı kendisine karşı uygulanan bazı yaptırımların gevşetilmesi karşılığında kabul ediyor. Bu süre zarfında P5+1 ile İran arasında kapsamlı ve kalıcı bir nihai anlaşmaya varılması hedefleniyor. Bu en başta Obama yönetimi ile İran Cumhurbaşkanı Ruhani’nin ve ardından uluslararası sistemin çok önemli bir başarısıdır. Bu nispette, anlaşmanın ülkemizin güvenliğine katkıları da büyük olacaktır.
Bu kazanımların neler olabileceğine geçmeden önce anlaşmayla elde edilenlere göz atalım: The Guardian’ın internet sitesine anlaşmadan birkaç saat sonra konulan habere göre İran, nükleer enerji santrali yakıtının seviyesi olan yüzde 5 oranının üzerinde uranyum zenginleştirmeyi durduracak. Nükleer silah seviyesinin bir önceki aşaması olan yüzde 20 oranında zenginleştirdiği uranyum stoklarını ise seyreltme işlemine tabi tutacak ya da bunları silah imalatında kullanılmayacak biçimde dönüştürecek. İran düşük oranda zenginleştirilmiş (%5) uranyum stoklarını artırmayacak. Zenginleştirme işleminde kullanılan santrifüjlerine yenilerini eklemeyecek. Sahip olduğu 16 bin adet santrifüjün yarısını da kullanım dışı bırakacak. Bunlara ilaveten İran, Arak’ta inşa ettiği ağır su reaktörünü devreye sokmayacak ya da harcanmış nükleer santral yakıtından bomba materyali olarak kullanılabilen plütonyumu elde etmek amacıyla tesis kurmayacak.
İran’ın tüm bu taahhütlerini yerine getirmesinin karşılığı ise yaptırımlar neticesinde dondurulmuş hesaplarındaki petrol gelirlerinden 4 milyar doların serbest bırakılması ve ülkenin altın, petrokimya, otomobil ve uçak yedek parçası dış ticareti üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması olacak. Önümüzdeki altı ayın akabinde İran’la varılması hedeflenen nihai ve kapsamlı anlaşmanın ise bu ülkeye barışçıl amaçlarla uranyum zenginleştirme hakkını tanıması tabii olarak bekleniyor. Mamafih, bu anlaşmanın içereceği uzun vadeli sınırlamalar ve etkin denetim mekanizmaları sayesinde İran’ın gizli bir nükleer silah programı sürdürmesinin önüne geçilmesi de mümkün olacak. Artık bu anlaşmanın mutlu sonla neticelenmesi halinde Türkiye’nin nasıl etkileneceğine kısaca göz atabiliriz... İran’ın bırakınız bir nükleer silahlı güce dönüşmesini, karar verdiğinde birkaç hafta içinde caydırıcılık tesis etmeye yeter sayıda savaş başlığı üretebilecek kapasiteye erişmiş bir nükleer eşik ülkesi haline gelmesi bile bölge jeopolitiğini Türkiye aleyhine değiştirip, iki ülke arasında tarihsel bir asimetri yaratmaya yeter. Nükleer İran söz konusu olduğunda Türkiye açısından iki seçenekten söz edebiliriz. İkisinin de muhtemel sonuçları birbirinden beterdir. Bir seçenek NATO’nun nükleer koruma kalkanıdır: Sünni İslamcı bir parti tarafından yönetilen ve son dört küsur yıldır bölgesinde de bu ideolojik doğrultuda dış politika izleye gelmiş bir Türkiye söz konusu... Türkiye, dış politikası nedeniyle kutuplaştırdığı Şii İran rejiminin bir nükleer güce dönüşmesi karşısında NATO’nun koruma kalkanının arkasına sığınınca, bir “mahkum bölgesel oyuncu” durumuna düşecektir.
İkincisi ise “nükleer yetenek”tir: Türkiye’nin İran’ı dengelemek adına kendi nükleer kapasitesini geliştirme yoluna girmesi ise ülkemizin bütün ittifak ilişkilerini berhava edip bölgesinde bir tehdit olarak algılanmasına yol açacağı için daha da beter bir seçenektir. Dolayısıyla, nükleer anlaşma Türkiye’yi bu iki durumdan da korur; İran’la ikili ilişkilerde rahatlama sağlar.
Diğer taraftan, P5+1’e barışçıl nükleer program güvencesi vermiş ve sorununu çözmüş bir İran, izolasyon ve yaptırım prangasından kurtulacağı için bölgesel politikalarını daha rahat uygulama imkanına kavuşacaktır. Bu gerçekleştiğinde bölgedeki yeni gerilim ekseni Sünni Suudi Arabistan ve Şii İran arasında oluşacak. Türkiye’ye bu yeni ortamda etkin ve taraflarca kabule şayan rol oynama imkanını verebilecek tek seçenek, varsayılan demokratik cumhuriyet kimliğinin özü gereği, bölgesinde laik bir dış politika izlemektir. Maalesef bu kapasite, ülkemizin dış politikasını şu anda yapıp edenlerde mevcut değildir.
