Modernite ‘bize ters’ mi?

10 Ağu 2017

Batı emperyalizminin ideologlarıyla Siyasal İslamcıların üzerinde anlaştıkları bir nokta var: Doğu toplumlarında (bizim özelimizde Müslüman toplumlarda) “Modernite”nin kök salamayacağı.

Bu gelip geçici ve tesadüfi bir çakışma değildir; bizimki gibi toplumların siyasal süreçlerinin temel belirleyenlerinden olan bir “ittifak”ın zeminini oluşturur.

İki taraf da Modernite’nin bir Batı (burjuva) icadı olduğu, farklı tarihsel birikimleri (ve bu birikimin oluşturduğu gelenekleri) bulunan Doğu toplumlarına yabancı olduğu konusunda hemfikirdirler.

Emperyalizmin Avrupa-merkezci kalemşorları, “geri Doğu”nun “ileri Batı”yı izlemek zorunda olduğunu, bunun da o ülkelerde emperyalist sistemin bir uzantısı haline gelmiş işbirlikçi-komprador bir sınıf ve onun temsilcisi olan iktidarlar aracılığıyla yerine getirileceğini söylerler. Yani Doğu toplumları modernleşemezler ama işbirlikçiler vasıtasıyla modernlerin (daha doğrusu emperyalistlerin) -onların ucuz işgücü deposu, köleleri, dünyanın ikinci sınıf vatandaşları olarak- peşine takılabilirler. Kökleri sömürgecilik dönemine dayanan ama esas olarak emperyalizm döneminin başat ideolojisi budur ve emperyalist sömürünün kalıcılığını hedefler.

Siyasal İslamcılara göre de, Modernite ve onun temel unsurları olan “demokrasi”, “aydınlanma”, “laiklik”, “bilimsel düşünce”, “kadın özgürlüğü” gibi kavramlar “bize ters”tir; tarihsel geleneklerimize uymamaktadır, “yabancı ideoloji”dirler.

Bu ideolojik çakışma, politik ortaklığın da zeminini oluşturur. Dikkat edilirse Siyasal İslamcılar kapitalizme ve emperyalizme değil Modernite’ye karşıdırlar. Anti-emperyalist olmayan bir Batı karşıtlığı yaparlar; böylece emekçilerin emperyalist sömürüye yönelebilecek tepkilerini de gerici bir Modernite karşıtlığı havuzu içinde tutmaya, oraya yönlendirmeye çalışırlar.

Bu nedenle İslam toplumlarında emperyalistlerin en “sağlam” dostları her zaman Siyasal İslamcılar olmuştur. En iyi işbirlikçi, işbirlikçiliğini en iyi saklayan işbirlikçidir. Aslında bu bir al gülüm ver gülüm ittifakıdır.

Tabii konu bu kadar basit değil. Çünkü bu gerici ittifakın temelindeki ideolojik kurgu köklüdür, güçlüdür ve “yanıltma potansiyeli” yüksektir. Bir yandan emperyalizmin ve uluslararası sermayenin gücünden, diğer yandan yüzlerce yıllık bir ideolojiden (İslam), dahası birbirlerine olan “sözde karşıtlığı” kullanarak birbirlerinden de beslenen iki siyasal akımdan söz ediyoruz.

Dolayısıyla bu ittifaka politik mücadelenin yanı sıra ciddi bir ideolojik mücadele de verilmeli, tarihsel gerçeklere dayanan sağlam tutamaklar oluşturulmalıdır. Bu nokta es geçilirse, politik arenada gericiliğe karşı mücadele edeceğim derken emperyalizmin tuzağına, emperyalizme karşı mücadele edeceğim derken gericiliğin safına düşmek kaçınılmaz olacaktır ki, her iki sapmanın örneklerini de günümüzde görüyoruz.

***

Doğal olarak köşe yazısı sınırlılığı içinde bu konuları hakkıyla ele alamayız. Ama en azından bazı genel formülasyonlar üreterek ve bazı sorular ortaya atarak, okurun üzerinde düşüneceği ve tartışacağı bir zemin sunabiliriz.

- İlk olarak Avrupa-merkezci tarih kurgusunun sağlam bir eleştirisi yapılmalıdır. Avrupa-merkezcilik, 19. yüzyılın ikinci yarısında burjuva ideologların bütün bir uygarlık tarihini kendi emperyalist burjuvazilerinin ihtiyacına göre yeniden kurgulamaları ile oluşmuş bir ideolojidir. “Geri kalmış” toplumların kaderinin ileri kapitalist ülkeleri takip etmek olduğunu savlar ve bu savı tarihsel çarpıtmalarla besler.

Bu ideolojik kurguya göre, uygarlık tarihinde iki büyük “mucize” yaşanmıştır: Antik Yunan Uygarlığı ve Kapitalist Batı Uygarlığı. Genel anlamda “ilericiliğin” tarihsel çizgisi budur. Doğu ise “doğası gereği” her zaman “geri” olmuştur; zaman zaman rastlanan ileri atılımları olsa olsa bir köprü rolü oynamıştır, özgün bir uygarlık yaratamamıştır. Batı (kapitalist Avrupa), karanlık ortaçağın sonunda Yunan uygarlığını keşfederek yeniden doğmuştur (Rönesans).

Bu her yönüyle tel tel dökülen, tarihi çarpıtmalarla dolu bir ideoloji: Ne ilk uygarlık merkezlerini (Mezopotamya, Mısır, Çin ve Hint), ne Antik Yunan’ın Mezopotamyalı ve Mısırlı kökünü (dolayısıyla el çabukluğu ile Batı olarak değerlendirilemeyeceğini), ne üç büyük semavi dinin nereden (ve neden oradan) kök aldığını, ne Ortaçağ Doğu Uygarlıklarının özgün katkılarını ve bu katkıların Batı Uygarlığının oluşmasındaki rolünü, ne Doğu toplumlarının halk isyanları ile dolu dinamik tarihini, ne Avrupa’nın, özellikle Kuzey Avrupa’nın uygarlık ve tarih fukarası olduğunu, ne sömürgeciliğin, iki bin yıl sonra yeniden hortlatılan köleciliğin, Amerika’daki yerli soykırımının, iki büyük dünya savaşının, Nazi yıkımının, doğa talanının yarattığı büyük tahribatları göz önüne alan tam anlamıyla bir “sonradan görme” ideolojik kurgu.

Bu büyük kapitalist-emperyalist tarihsel çarpıtmanın tarihin çöplüğüne gönderilmesi gerekir. Şimdilik en azından ideolojik düzlemde sağlam durarak ve tarihsel gerçekleri bir bir ortaya çıkararak.

***

- İkinci önemli konu Modernite’nin ne olduğu noktasında netleşmektir. Bu hem Modernite’yi Batı dışına yasaklayan burjuva ideologlarına hem de bizim gibi toplumlarda gereksiz ve yabancı olduğunu savlayan Siyasal İslamcılara karşı tutarlı bir politik-ideolojik mücadele verebilmek açısından önemli.

Modernite’nin kapitalizmin Avrupa’daki doğuşuyla birlikte ortaya çıktığı (bu anlamda “burjuva icadı” olduğu) bir olgudur; ama onu burjuva uygarlığı sınırlılığı içinde ele almak ve “kapitalizme özgü” olduğunu sanmak -tıpkı Kopernik Devriminin veya Aydınlanmanın kapitalizme özgü olduğunu sanmak gibi- büyük bir hata olur.

Modernite en genel anlamıyla -ve Samir Amin’in formülasyonuyla- “gelenek”ten kopuş anlamına gelir ve “insanların bireysel ve kolektif olarak kendi tarihlerini yaptıkları ilkesine dayanır”. Buna bir de doğadaki süreçlerin, herhangi bir doğaüstü ve fizikötesi gücün tasarrufları sonucunda oluşmadığı, doğa yasalarına tabi olduğu ve insanoğlunun aklıyla bu yasaları kavrayabileceği anlayışını eklemek gerek. Kısacası Modernite, insanın kendi kaderini kendi ellerine alma mücadelesindeki en önemli kilometre taşlarından ve bilimsel düşüncenin binlerce yıllık dinsel düşünceye karşı en büyük zaferlerinden biridir. Bilimsel düşünce ve yöntem, demokrasi, laiklik, insan hakları, aydınlanma, kadın özgürlüğü vb. bu büyük insanlık atılımının unsurlarıdırlar.

Modernite, o güne dek dünyanın her köşesinde emekçilerin sınıflılığa karşı verdiği mücadelelerin yarattığı birikimden kök alır ve aynı zamanda o birikimin ilk kez düşünsel olarak sistematize edilmesi ve insanlığın önünde yepyeni bir ufkun açılması anlamına gelir.

Bu kapsamda ele alındığında salt Batı’ya, Avrupa’ya, burjuvaziye ve kapitalizme özgü olmadığı anlaşılır ve evrensel niteliği kavranabilir. İlk kez Avrupa’da kapitalizmin doğuşuyla, devrimci burjuvazi önderliğindeki halk kitlelerinin aristokrasiye karşı verdikleri mücadele zemininde oluşması, çok farklı köklerden beslenmesinden kaynaklanan evrensel niteliğini değiştirmez. Sadece “İlk Modernite Dalgası” veya “Erken Modernite” diyebileceğimiz dönemin sınırlılıklarını gösterir.

Toparlarsak Modernite sürecinin henüz çok başlarındadır insanlık ve içinde bulunduğumuz dönemde Modernite’nin sınırlılıklarının aşılıp “dünyalılaşmasının” sancıları yaşanmaktadır.

***

- Yazının başında söz ettiğimiz, Modernite’nin bizimki gibi toplumlara yasaklanması zeminindeki gerici ittifaka 20. yüzyılda üç önemli ve model oluşturabilecek meydan okuma yaşandı: Sovyet Devrimi, Çin Devrimi ve Türkiye Cumhuriyet Devrimi. Bu büyük devrimler -farklı niteliklere sahip olmakla birlikte- aynı zamanda hem emperyalizme hem de iç gericiliğe karşı başarılı mücadeleleriyle insanlığa farklı bir yolun mümkün olduğunu gösterdiler.

Bu büyük 20. yüzyıl devrimlerinden Sovyet ve Çin devrimlerini -ilk dalganın sınırlılıklarını da aşmayı hedefleyen- “İkinci Dalga Modernite Devrimleri”; Türkiye Cumhuriyet devrimini ise ilk dalganın bir “geç versiyonu” olarak niteleyebiliriz. Henüz tamamlanmamış devrimler oldukları için sonul değerlendirmelerde bulunmamayı da tercih edebiliriz.

Uygarlık tarihine daha geniş bir perspektifle baktığımızda -bazı sosyalist arkadaşlar itiraz edebilir ama- gerek 17.-19. yüzyıllardaki burjuva demokratik devrimleri (İngiliz, Fransız, Amerikan, Alman devrimleri ve bir geç versiyon olarak Kemalist devrim) gerekse 20. yüzyıldaki sosyalist devrimleri (en önemlileri Sovyet ve Çin devrimleri) “Modernite Devrimleri” anabaşlığı altında (birinci ve ikinci dalgalar olarak sınıflandırıp) toplayabiliriz. Bu, sosyalizmin -önderlik eden sınıflar ve dolayısıyla gelecek perspektifleri bağlamında ilk dalgadan farklılaşan- bir “Modernite aşaması” olduğu anlamına gelir.

Bütün bunları tartışalım tabii. Sağlam bir politik hat oluşturabilmek ve ittifakları doğru saptayabilmek için bu konularda derinleşmek ve netleşmek gerekiyor.

paylaş