Ender Helvacıoğlu

06 Haz 2019

 

Türkiye’de yeni bir iktidar savaşı dönemine giriliyor. Bir partinin gidip yerine başka bir partinin gelmesi gibi bir olaydan söz etmiyorum. 2002-2010 yılları arasındaki döneme benzer bir rejim mücadelesi sürecinin başlayacağının işaretleri var.

AKP ve Erdoğan bunu görüyor (veya hissediyor diyelim). İBB seçimine bir ölüm-kalım mücadelesi gibi yaklaşmalarının nedeni bu. Biliyorlar ki, İstanbul kaybedilirse arkası çorap söküğü gibi gelecektir ve kendi saflarındaki merkezkaç eğilimler artacaktır.

* * *

Politik mücadele temalarında ideolojik argümanların oranının artması iyiye işaret değildir. İdeolojinin politikalaştırılmasında bir kısırlığın başladığı anlamına gelir. İdeolojiyle kendi özgüçlerinizi sağlam tutabilirsiniz belki ama kitleler ideolojiyle ikna edilemez. Hele hele salt ideolojiyle seçim kazanmanın olanağı yoktur. İdeolojisizliği önermiyorum elbette. Sözünü ettiğim şey ideolojiyi politikalaştırabilme, yani günlük yaşamda ete-kemiğe büründürebilme yeteneği.

30 May 2019

 

“Savaş politikanın başka araçlarla devamıdır” diye yazmıştır ünlü savaş kuramcısı Clausewitz, herkes bilir. Aynı şekilde komplo, kumpas, provokasyon ve kışkırtmalar da politikanın başka araçlarla devamıdır.

Savaşın “başka araçları” belli: esas olarak silahlı güç. Komplo ve kışkırtmanın “başka araçlarını” ise genel anlamda “hile” başlığı altında toplayabiliriz. Yalan, bu başlığın altındaki unsurlardan biridir sadece. Ama güncellik taşıdığı için esas olarak yalan konusuna yoğunlaşacağız.

Hile, ne kadar etkili bir politik araçtır; tartışılır. Tarihe bakıldığında çok etkili ve sonuç alıcı olduğu söylenebilir. Ama biz hep başarılı örnekleri biliriz. Toplam bir bilanço çıkarılabilseydi, acaba başarı oranı kaç çıkardı? Tarih boyunca uygulanan politik hilelerin ne kadarı sonuç almıştır; bu oranın yüksek olduğunu sanmıyorum.

20 May 2019

AKP (süreci daha geniş alırsak Siyasal İslam) üç koşulu sağlayarak iktidara geldi: Birincisi, Türkiye burjuvazisini ikna etti. Sadece küresel burjuvazi ile bütünleşmiş olan büyük burjuvaziyi kastetmiyorum. Başaltı ve orta burjuvazinin de önemli bir kesimini ikna etti; hatta esas olarak bu kesime dayanarak iktidara yürüdü. Burjuvazi, Siyasal İslam’ın iktidarı altında kârını istikrarlı bir biçimde artırabileceğini ve büyüyeceğini gördü. Laiklik, yaşam tarzı gibi konular ise burjuvazimizi fazla ilgilendirmedi; AKP’nin devlet katlarıyla bütünleştiğinde bu tür aşırılıklarının da törpüleneceğini düşündüler.

 

İkincisi, Siyasal İslam, emekçiler üzerinde diğer siyasal odakların hiçbirinde bulunmayan bir ideolojik hegemonya potansiyeline sahipti. Burjuvazinin ikna olmasının en önemli nedeni de buydu zaten. Din ile uyuşturulmuş, patronuna biat etmiş, kaderine razı olmuş bir emekçi kitlesi burjuvazi için bulunmaz bir nimetti. Üstüne üstlük, yaşanan ekonomik krizler sonucu biriken emekçi tepkisinin akıtılabileceği, sistem açısından zararız bir havuzu temsil etmekteydi AKP.

 

12 May 2019

 

Lafı fazla uzatmadan birkaç noktaya değinelim.

1) CHP yönetimi seçime girme kararı aldıktan sonra artık boykot tartışması bitmiştir. Öncesinde tartışılabilirdi. O kadar açık bir haksızlık ve hukuksuzluk yaşandı ki boykot ciddi olarak düşünülebilirdi.

Fakat boykot gibi bir politik karar sadece haksızlığa ve vicdansızlığa isyan duygusuyla verilemez. Boykot, duygusal değil politik bir karardır. Boykot, evde oturmak da değildir. Çok daha sert ve eylemli bir mücadele pratiği gerektirir, seçimi engellemeyi (en azından anlamsızlaştırmayı) hedefler.

Herhalde, gerek mevcut önderliğin gerekse kitlelerin böyle bir süreci kaldırıp kaldıramayacağı tartılmış ve böyle bir karar alınmıştır. Evet, bu tür keskin bir mücadele önünde sonunda gerekmeyecek midir, büyük olasılıkla gerekecektir. Ama demek ki bu mevzide ve bu yapıda değil.

28 Nis 2019

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’na yönelik linç girişimi, Erdoğan-AKP-Bahçeli-MHP yönetiminin, düşen ivmelerini tekrardan yükseltmek ve iktidarlarını koruyabilmek için neleri göze alabileceklerini de gösterdi.

Olay planlı ve örgütlü bir provokasyondur veya kendiliğinden gelişen bir tepki patlamasıdır, bunu -teknik anlamda- net olarak bilemeyiz. Planlı ve örgütlü olduğunun işaretleri fazla. Fakat ne kadar planlı ve örgütlü, bu plan odağı nerelere kadar uzanıyor, mesele bu. Şimdilik bazı çıkarımlarda bulunabiliriz. Bulunmalıyız, çünkü iktidarın neleri göze aldığı da bu çıkarımlarla netleşecektir.

Birincisi olay çok daha ağır bir biçimde sonuçlanabilirdi. Onlarca saldırganın ortasında kalmış bir genel başkan, ara sokaklarda kovalanan CHP yöneticileri, yüzlerce kişi tarafından kuşatılmış bir evde 1,5 saat boyunca bekleyiş ve hiçbir ciddi önlem yok… Çok daha kötü bir tablonun ortaya çıkma ihtimalinin yüksek olduğu bütün görüntülerden anlaşılıyor. Kılıçdaroğlu ve yanındaki CHP’liler, deyim yerindeyse saldırıyı ucuz atlatmışlardır.

20 Nis 2019

 

Mevcut sisteme muhalif bir siyasi hareket ve liderliğinin başarısı için “geniş kitlelerin gönlünü kazanma” ilkesi belki de hiç olmadığı kadar önem kazandı. Eski çağlardan günümüze dek her zaman önemliydi elbette. Ama bugünkü koşullarda bu ilke, iktidar için bir numaralı gerek şart haline geldi.

Bu tespiti bazı açılardan tartışabiliriz. Kesin yargılarla değil, bir zihin jimnastiği biçiminde…

13 Nis 2019

 

Bir nokta berraklaştı: Erdoğan-AKP iktidarı artık Türkiye’yi yönetemez.

Başkanlık sistemine geçtiği, parlamentoyu etkisizleştirdiği, orduyu ve emniyet gücünü denetim altına aldığı, yargıyı kendine bağladığı, medyayı tamamen ele geçirdiği, kaderini kendisine bağlamış bir büyük burjuva kesimi yarattığı hâlde yönetemez. Kendi kurduğu ve kendine bağladığı mekanizmalarla bile ülkeyi yönetemez.

Çünkü halkın çoğunluğunu kaybetti. Kendi tabanının bir kesimi de dahil olmak üzere halkın vicdanında iktidar gücünü yitirdi.

İktidar, kaderi iktidar olmaya bağlı halk düşmanı bir çeteye dönüştü. Elinde baskı, tehdit, şantaj, yalan dolan, komplodan başka bir “yönetim yöntemi” kalmadı.

Bazıları ne kadar uğraşsa ve ne kadar hayali öneriler getirseler de artık Erdoğan-AKP iktidarının tabanı genişleyemez. Genişlemek bir yana giderek zayıflayacak ve daralacaktır.

05 Nis 2019

 

Erdoğan çıtayı kendisi koymuştu: Ankara ve İstanbul büyükşehir belediye başkanlıklarını, hatta İstanbul’u kazanacaklarından o kadar emindiler ki, esas olarak Ankara ile uğraştılar.

Erdoğan çıtayı belirlerken kendisini de ortaya koydu. Yani Yıldırım ile İmamoğlu değil, Erdoğan ile İmamoğlu; Özhaseki ile Yavaş değil, Erdoğan ile Yavaş yarıştı.

Öte yandan Cumhur İttifakı sözcüleri Erdoğan ve Bahçeli, özellikle İstanbul ve Ankara seçimlerini bir belediye seçimi olmaktan çıkarıp iktidar hakkında bir halk oylamasına dönüştürdüler. Hem de bunu “beka sorunu” temasıyla yaptılar. Yani kazanıp kazanmamalarını, bir belediye, bir iktidar sorunu olmaktan da öte ülkenin varlık-yokluk sorunu olarak lanse ettiler. Seçimler -bizzat Erdoğan marifetiyle- böyle bir havada gerçekleşti.

Ve kaybettiler… Kendi koydukları çıtayı aşamadılar. Ankara ve İstanbul’un yanı sıra diğer birçok büyükşehri de yitirdiler.

Dolayısıyla seçimin mağlubu en başta Erdoğan ve AKP iktidarıdır.

* * *

05 Şub 2019

20. yüzyılda doğanlarla 21. yüzyılda doğanlar arasında ciddi bir fark olduğunu düşünüyorum. Klasik “kuşak farkı” kavramıyla açıklanması zor bir fark. 

Bu farkı yaratan, 21. yüzyıl başında mevcut reel dünyamızın yanı sıra yeni bir dünyanın daha doğması oldu: Sanal Dünya. 

20. yüzyılda doğan bizler (üç kuşak demektir bu), ilerlemiş yaşlarımızda bu yeni dünya ile tanıştık; örneğin ben 50’mden sonra. Mevcut dünyamızın yanına başka bir dünya geldi, hayatımızın vazgeçilmez bir parçası oldu ve ister istemez iki dünyada birden yaşamaya başladık. 

Reel dünyadan sanal dünyaya geçişin sancılarını yaşıyoruz. Zaten çeşit çeşit şizofrenimiz vardı, üstüne bir de bu eklendi. Sanal dünyada bir yer edinmeye çalışırken nasıl maymuna döndüğümüzü, nasıl saçmaladığımızı, eline oyuncak almış bir bebek gibi davrandığımızı, reel dünyada hiç yapmayacağımız/yapamayacağımız şeyleri sanal dünyada nasıl pervasızca yaptığımızı, neredeyse iki ayrı (belki daha da fazla) kişilik geliştirdiğimizi, aklımızı başımıza aldığımızda herhalde fark ediyoruzdur (etmiyorsak durum daha da vahim demektir). 

25 Oca 2019

Fazıl Say bir hain değil. Çünkü bir kahraman değil. Fazıl Say, tipik bir Türkiyeli muhalif aydın (Bu “tipik” ve “muhalif” sözcüklerinin açıklanmasına birazdan geleceğiz). Türkiye’nin aydınlarının çok büyük çoğunluğu gibi bir aydın. 

Militan bir aydın değil. Yani herhangi bir sınıfın ideologu, sınıf mücadelesinin neferi değil. Ne emekçi sınıfların ne de burjuvazinin ve emperyalizmin… 

Fazıl Say gibi aydınların sosyolojik niteliklerini kavrayabilirsek onlara karşı daha dengeli ve olgun tutumlar alabiliriz. 

Aydınların doğal toplumsal konumlarından kaynaklanan bir sınıfları yoktur. Bir burjuva veya işçi değildirler. Sınıflarını kendileri seçerler. Bir lüks gibi görülebilir bu: sınıfını seçme lüksü, ama öyle değildir. Aydını kahraman da yapan, kaypak da yapan, hatta aynı kişiyi bazen kahraman bazen kaypak yapan sosyolojik temel (daha doğrusu temelsizlik) budur. 

Sayfalar