Bizim güzel ve yalnız aydınlarımız…

25 Oca 2019

Fazıl Say bir hain değil. Çünkü bir kahraman değil. Fazıl Say, tipik bir Türkiyeli muhalif aydın (Bu “tipik” ve “muhalif” sözcüklerinin açıklanmasına birazdan geleceğiz). Türkiye’nin aydınlarının çok büyük çoğunluğu gibi bir aydın. 

Militan bir aydın değil. Yani herhangi bir sınıfın ideologu, sınıf mücadelesinin neferi değil. Ne emekçi sınıfların ne de burjuvazinin ve emperyalizmin… 

Fazıl Say gibi aydınların sosyolojik niteliklerini kavrayabilirsek onlara karşı daha dengeli ve olgun tutumlar alabiliriz. 

Aydınların doğal toplumsal konumlarından kaynaklanan bir sınıfları yoktur. Bir burjuva veya işçi değildirler. Sınıflarını kendileri seçerler. Bir lüks gibi görülebilir bu: sınıfını seçme lüksü, ama öyle değildir. Aydını kahraman da yapan, kaypak da yapan, hatta aynı kişiyi bazen kahraman bazen kaypak yapan sosyolojik temel (daha doğrusu temelsizlik) budur. 

Sınıfını seçebilme “özgürlüğü” dolayısıyla aydınlar, ideolojileri ve politik tutumları genel siyasi ortamdan en fazla etkilenen kesimlerdir. Kaderini emekçilerle birleştirmiş küçük bir kesim (sosyalist öncüler) dışında büyük çoğunluğu düzen içinde bir yer tutma eğilimindedir. Bu da çok doğaldır; mevcut düzen içinde bir yer tutamazsa nasıl bilim yapacak, sanat yapacak, felsefe yapacak? Nerede yapacak? Mesleğini nerede icra edecek? Yeteneğini nerede gösterecek ve geliştirecek? Bu nedenle bir şekilde uzlaşma eğilimindedirler. Hem kişiliğini ve onurunu korumak (ilerici olanlarını kastediyorum) hem de mesleğini icra etmek için bir şekilde uzlaşarak yer edinmek gibi bir gerilim içindedirler. Kolay bir iş değildir bu, hele çalkantılı ve keskin dönemlerde… 

Muhalif aydınların büyük çoğunluğunun “muhalifliği” iktidara karşıdır; devlete değil. Bu nokta önemli. Devlet onlara göre, sınıflar ve politik odaklar üstüdür. Toplumsal uzlaşmayı, istikrarı, hoşgörüyü, yani aydının mesleğini icra edebileceği ve yeteneğini geliştirebileceği ortamı koruyan ve kollayan güçtür. Devletin bu -onlara göre “olmazsa olmaz”- özelliğini tahrip eden iktidarlara muhalif olurlar, sert tepkiler de gösterebilirler; genellikle devleti göreve çağırırlar, devleti devlet gibi olmaya davet ederler. 

Onlar herhangi bir politik iktidarın gemisinde değildirler, devletin gemisindedirler. O gemiden atılmaya sert bireysel tepki gösterirler. O geminin dümenine geçenler, Fazıl Say’ın naif çıkışlarına, Celal Şengör’ün ateistliğine hoşgörü gösterdikten, onlara da bir kamara ayırdıktan sonra fazla bir sorun yoktur. 

Dikkat edilirse, AKP devlete karşı mücadele ederken (daha doğrusu devleti ele geçirmeye yönelik huruç harekâtına girişmişken) bu aydınlarımızın büyük çoğunluğu radikal bir biçimde muhalefet ediyorlardı, ön saflarda yer alıyorlardı. Fakat AKP devletleştikçe, geminin dümenini eline aldıkça ve Erdoğan bir “devlet adamı, devletin başı” figürü haline dönüştükçe muhalifliğin dozu düşmeye başladı ve uzlaşma arzusu öne çıktı. 

Türkiyeli muhalif aydının çoğunluğunun tipik tutumudur bu ve dediğim gibi sosyolojik temeli vardır. Devlet gibidir onlar. Sınıflar üstü, politika üstü ve “devlet düşmanları” dışında herkese hoşgörülü… 

Sevgili ve değerli aydınlarımızın bu özelliklerini bileceğiz ve dolayısıyla ne onlardan olağanüstü tutumlar bekleyeceğiz ne de en ufak uzlaşmalarında hain ilan edeceğiz. 

Peki, emekçiler ve onların öncüsü olduklarını iddia edenler aydınları kitlesel olarak nasıl kazanacaklar, saflarına çekecekler? Çok basit: Devlet olarak! Aydınlar kazanılarak devlet olunmaz; devlet olunur ve aydınlar kazanılır. 

*** 

Fazıl Say üzerinden yapılan tartışmanın farklı bir boyutu daha var. Genellikle spot ışıklarının sürekli üzerlerinde olduğu en popüler aydınların tutumları tartışma koparıyor. Oysa aydın, yarı-aydın, aydın adayı diyebileceğimiz oldukça geniş bir kesim var. Bilim insanları, her düzeyde akademisyenler, sanatçılar, edebiyatçılar, düşün insanları, yazarlar, çizerler, gazeteciler, yayıncılar, kitle ve meslek örgütleri yöneticileri, sendikacılar, entelektüel nitelikleri olan meslek sahipleri, vb., vb… Kabaca her biçimde düşünce üreten, kafa emeği veren insanlar… Konumuz gereği bunların ilerici ve muhalif olanlarını kastediyoruz. Oldukça geniş bir kesimdir bunlar; hatta günümüzde sol/sosyalist kadroların çoğunluğunu da kapsar. 

Günümüzde bu geniş kesim içindeki hakim eğilimler nelerdir? Özellikle Haziran direnişinin geri çekilmesi ve Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesinden sonraki son üç-beş yıl içinde? 

Laf düzleminde ne denirse densin, pratikte yoğun bir apolitikleşme, içe dönme, muhalifliği ve militanlığı politika dışı alanlara (vejetaryenlik, hayvanseverlik, sıhhatçilik, doğal yaşamcılık vb.) taşıma, sanal dünyaya yönelme, (yurt içinde ve yurt dışında) korunaklı bölgelere çekilme eğilimi yok mu? Hepimizde derece derece yok mu? Bu eğilime kesif bir karamsarlık, bireysel kurtuluş ve halktan umudu kesme, hatta sıradan halkı aşağılama tutumu eşlik etmiyor mu? Fazıl Say’a demediğini bırakmayan ve acımasız tutum alanlar, bu tür eğilimlerden azade mi? Bu tür eğilimler, Fazıl Say’ın tartışılan tutumundan daha “zaaflı” bir durumu temsil etmiyor mu? 

Demek ki popüler bir aydının “hainliği” ve “dönekliği” ile değil, sosyolojik bir olguyla karşı karşıyayız. Dolayısıyla alacağımız tutumlar ve geliştireceğimiz politikalar sosyolojik bir temele oturmalıdır. Yoksa etrafımız, hatta en yakın çevremiz “hainlerle” dolar. 

*** 

Dengeli, olgun; eleştirici ve uyarıcı ama kazanıcı ve kapsayıcı bir yaklaşım benimsenmeli. Onlar ülkemizin değerleri ve bizim aydınlarımızdır. Bu ülkede ilerici ve devrimci nitelikte bir şeyler yapılacaksa, bu onların da çeşitli düzeylerde katkılarıyla olacaktır. 

Kahramanlık bireysel bir olgu değildir. Kahramanlık için örgüt de yetmez. Sınıf gerekir; sınıfın kıpırdanması gerekir. Sosyoloji derken kastettiğim budur. 

Aydınlara yaklaşım konusunda çok genel bir kıstas önerilebilir: Karşı tarafın adamı oldu mu, beynini sattı mı? Bu noktaya geleni acımasızca eleştirelim ve teşhir edelim. Bu noktaya gelmeyene ise elimizi uzatalım, dostça uyaralım, daha fazla karşı tarafa itmemeye çalışalım. 

Bence Fazıl Say karşı tarafın adamı değildir, beynini satmamıştır; böyle değerlendirmek büyük haksızlık olur. Biliyorsunuz, Engizisyon tarafından yargılanan Galilei de karşı tarafın aydını olmadı; sadece uzlaştı. Neden? Kitabını yazabilmek için. Herkes Bruno olamaz.  

Karşı tarafın aydını ise Engizisyon’un yargıcıdır. O yargıcı dibine kadar teşhir edelim; hatta bıçkın arkadaşlarımız sokakta kıstırırlarsa dövebilirler de! 

paylaş