Ender Helvacıoğlu

23 Şub 2018

İzlem Gözükeleş’in “Teknoloji mitleri” başlıklı makalesini okuyorum. Bilim ve Gelecek dergisinin Mart sayısında yayınlanacak. Son 150 yıldır her teknolojik atılımın ilk başlarda büyük bir illüzyon yarattığından söz ediyor makale.

Elektrik, telgraf, telefon, radyo, televizyon… Bunların hepsi kitlelerin yaşamına ilk girdiklerinde, “yeni bir çağın başladığı”, “birçok şeyin sonunun geldiği”, “artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağı”, “insanlığın barış, refah, özgürlük, eşitlik gibi çok temel sorunlarının çözüme kavuşacağı” gibi abartılı bir heyecanla karşılanmışlar. Hızla mitleştirilmişler.

15 Şub 2018

 

Kürt sorunu PKK sorununa, çözüm de savaşçı yöntemlere indirgendiğinde aklıselim bir tartışma yapmanın olanağı kalmıyor. Kulaklar bu tür önerilere kapalı oluyor. Fakat biz yine de -şimdilik tarihe not düşmek düzeyinde de kalsa- bunu yapmak durumundayız. Çünkü temeldeki sorun bütün haşmetiyle ortada durmaktadır.

İlk olarak şunu saptamak zorundayız: Kürt sorununu iç dinamiklerini harekete geçirerek çözemeyen Türkiye, bu sorun ile uluslararası düzlemde uğraşmak zorunluluğu ile karşı karşıyadır.

''Türkiye'' derken ayrı ayrı hem Türk Devletini hem de Türkiye sosyalist hareketini kastediyorum. Çünkü sosyalistler de bu sorunun çözümüne ilişkin geçerli ve gerçekçi bir strateji oluşturamadılar.

28 Ara 2017

Ürkütücü bir başlık, biliyorum. Fakat gerek son 40 yıldır yaşadıklarımız gerekse günümüzün tehlikeli koşulları bu konuyu ciddi olarak ele almayı gerektiriyor. Tabii ki bir köşe yazısında bunu hakkıyla yapamayız, ama en azından sorunsalı ortaya koymaya çalışabiliriz.

AKP Hükümetinin son KHK’si çoğu kişi tarafından “iç savaş hazırlığı” olarak nitelendi. Biraz aşırı bir tespit olmakla birlikte -uyarıcılığı dolayısıyla- pek yanlış da sayılmaz. En azından iktidarın kendisine -gerektiğinde silahlı- sivil bir kalkan da oluşturmak istediğinin ve iktidarını korumak için her yolu deneyebileceğinin göstergesi. Fakat şimdilik hedefleri “korku salmak” ile sınırlı.

İç savaş ağır bir durum; dolayısıyla ağır bir laf. Savunma Bilimleri Dergisi’nin Kasım 2015 tarihli sayısındaki makalesinde Murat Güler, esas olarak yabancı dildeki çalışmaları tarayarak şöyle bir iç savaş tanımına ulaşmış:

22 Ara 2017

 

“Teşbihte hata olmaz” der eskiler. Olmaz olur mu? Bal gibi olur! Baksanıza Şeytan Rıdvan’ın yediği halta… Göze gireyim diye bir teşbih yapmaya kalktı, başına gelmedik kalmadı. Sen kalk Tayyip Erdoğan’ı Deniz Gezmiş’e benzet; kimseye yaranamadı.

Konu o kadar çok ağızda sakız, o kadar çok sofrada meze oldu ki, bize yazacak bir şey kalmadı. Aslında tatlı konuydu. Şeytan Rıdvan, Tayyip Erdoğan, Deniz Gezmiş, Devlet Bahçeli, parka, Amerika… Ne kalem oynatılır ama!

Neyse, biz de konuyu genelleştirir, halkımızın “teşbih seçiciliği” diyalektiği üzerine bir şeyler yazarız kısaca…

* * *

Rıdvan’ın teşbihini duyunca aklıma takılan soru şu oldu: Bu toplumda “Deniz Gezmiş, parkalı Tayyip Erdoğan’dır” diyen biri çıkar mı? Deniz Gezmiş’i, Tayyip Erdoğan üzerinden övmeye kalkışacak birine rastlanabilir mi? Fakat “Tayyip Erdoğan, parkasız Deniz Gezmiş’tir” diyene rastlanıyor.

Bu, Deniz Gezmiş ile Tayyip Erdoğan imgeleri arasındaki kritik farkın göstergesi.

16 Kas 2017

 

Yeni bir “milli birlik bütünlük” operasyonu yapılıyor. Bu seferki hepsinden kapsamlı ve iddialı.

Dindarlar ve laikler barıştırılacak.

Muhafazakârlar ile Atatürkçüler barıştırılacak.

Osmanlı ile Türkiye Cumhuriyeti barıştırılacak.

Abdülhamit ile Atatürk barıştırılacak.

Milliyetçilik ile anti-emperyalizm barıştırılacak.

Herkes sivriliklerini törpüleyecek, çatışmalara son verilecek ve ortak noktalarda buluşulacak.

Büyük medya kuruluşları, televizyonlar operasyonun propagandasına başladılar bile.

Bu operasyonun direksiyonunda kim var? Tabii ki Erdoğan AKP’si.

15 yıldır laikliği, Atatürkçülüğü, cumhuriyetçiliği, Atatürk’ü yıkmaya çalışanlar, yıkım sürecinin bu aşamasında, artık balyoz yerine çelenk kullanmaya karar verdiler.

Çünkü artık balyoz uygun bir araç değil. Balyoz epey iş gördü, ama taş çatlasa yüzde 50’yi ufalayabildi. Fakat “yüzde 50 + 1” gerek. İşte balyoz bu “+1”e yetmiyor.

22 Kas 2017

 

Ekim Devrimi’nin 100. yıldönümü dolayısıyla çeşitli toplantılar yapılıyor ve tarihi önemdeki bu büyük sosyalist devrim tartışılıyor. Özellikle genç arkadaşlar, bu devrimin oluşum sürecinden çok, devrim ile kurulan sosyalist ülkenin 72 yıl sonra neden çöktüğüyle ilgililer. Bu yönde sorular soruyorlar ve haklılar da…

Öte yandan -biz Ekim Devrimi tartışmalarıyla meşgulken- Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) 19. Kongresi gerçekleşti ve bu kongrede öğrenebildiğimiz kadarıyla gerek dünya siyaseti gerekse sosyalizm anlayışları konusunda önemli açılımlar ve yönelimler yapıldı.

ÇKP’nin kongresi Türkiye solunda fazla yankı bulmadı ve tartışılmadı. Oysa bu kongre açık ara geçtiğimiz ayın dünyadaki en büyük olayıydı. İçeriği bir tarafa, dünya nüfusunun beşte birini (bu açıdan iki Avrupa veya dört ABD demektir) ve dünyanın en büyük ikinci (büyüme hızı bakımından ise birinci) ekonomisini yöneten bir partinin kongresinden söz ettiğimizi algılamamız bile bu olayın çapını kavramamız için yeterli.

12 Eki 2017

 

Bu memleket bizim!

John Reed’in “Dünyayı Sarsan On Gün” adlı eserinden Sergei Bondarçuk’un aynı adla uyarladığı filmin ünlü sahnesini herkes bilir. Bir Menşevik ile bir işçinin polemiğini canlandıran sahne. Menşevik uzun uzun anlatmaktadır, işçi ise sürekli sormaktadır: “Burjuvaziden mi yanasın, proletaryadan mı?” Menşevik yine bir araba laf etmekte ama bir türlü işçinin sorusuna yanıt verememektedir.

İşçi temel çelişmeyi (kalın çizgiyi) yakalamıştır, tavrını almıştır ve dünyanın en net insanıdır. Menşevik ise kalın çizginin etrafında dolanmakta ve bir türlü yakalayamamaktadır.

Şimdi, günümüzün en kalın çizgisini çekmeye çalışalım: ABD’den yana mısın Türkiye’den mi?

Bakın, “kapitalizm”, “Türk devleti”, “Türkiye emekçileri”, “sosyalizm” vb. demiyorum. En kalın, en kaba hattı çiziyorum ki, konum belirlemek çok daha kolay olsun...

07 Eki 2017

Ülkemin bilumum liberali, özgürlükçülük budalası, vicdani kabulcüsü, polisten her dayak yiyenin yanında bitiveren andaval solcusu… bugünlerde Marksist-Leninist kesiliverdi. Kürdistan ve Katalonya referandumları sayesinde Marx’ı, Lenin’i hatırlayıverdiler. Ne güzel!

Marx’ın sözü dillerden (daha doğrusu klavyelerden) düşmüyor: “Bir başka ulusu ezen ulus özgür olamaz”. Lenin’in “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı” adlı kitabı (daha doğrusu kapağının görseli) paylaşım rekorları kırıyor. Darısı aynı yazarın “Emperyalizm” ve “Devlet ve Devrim” gibi kitaplarının başına…

Ama bu “ulusların kaderlerini tayin hakkı” meselesi çok karmaşık bir denklem. Bir tane aforizma ile çözülebilseydi keşke…

Birincisi denklemin kendisi bile birçok -kavramsal/kuramsal- bilinmeyeni içeriyor: Ulus nedir? Ulusun kaderi kimin kaderidir? Kader nasıl tayin edilir? Hak nedir? Tabii bir de sınıflı toplumlarda ve emperyalizm çağında çözmeye çalışıyoruz denklemi. Şirazeyi bir kaçırdık mı, aşiretlerin/tarikatların/kabilelerin kaderlerini tayin hakkına kadar gideriz korkarım…

28 Eyl 2017

Kâhin değiliz. İçinde yaşadığımız toplumsal ve politik süreçlerin yakın/orta/uzak gelecekte nasıl şekilleneceğini matematiksel kesinlikte bilemeyiz. Sadece yaptığımız analizlerin ışığında tahminlerde bulunabiliriz. Bunun başta gelen nedeni toplumsal gelişmenin motorunun sınıf mücadelesi olması ve sınıfların da kanlı-canlı öznel varlıklardan oluşmasıdır. Toplumbiliminin malzemesinin bu niteliğinin yanı sıra, daha pek çok etken de (örneğin büyük bir doğal afet) bu süreçlere etki yapabilir.

Fakat tüm bu kaotikliğine karşın, toplumsal süreçler de neden-sonuç ilişkisinden azade değildir; yoksa toplumbilim diye bir bilim dalı olmazdı. Mesele, içinde yaşadığımız dönemin, hangi tarihsel süreçlerin unsuru ve devamı olarak devindiğini mümkün olduğunca belirleyebilmektir. Yani kaosun hangi düzenin içinde seyrettiğini; yüzeyde yaşanan çırpıntıların derinlerdeki hangi yavaş akışın yansımaları olduğunu belirlemek… Bunun için de elimizde Marx’ın katkılarından sonra bir bilim haline gelmiş toplumbiliminin yasaları, yöntemleri ve kuramları var.

15 Eyl 2017

Erdoğan-AKP iktidarının devrilmesini istiyor musunuz, istemiyor musunuz?

Basit bir soru değil bu. Basit bir soru olsaydı çoktan devrilmiş olurdu.

Yakın geçmişten bir örnek verelim. Bence AKP iktidarının yıkılmaya en yakın olduğu, en fazla çatırdadığı zaman kesiti 2013 Haziran Direnişi günleriydi. Eğer HDP ve Kürt hareketi bu direnişe bütün gücüyle katılsaydı büyük olasılıkla mevcut hükümet devrilirdi. Fakat HDP bunu istemedi. “Ceberut cumhuriyet” güçlerinin ipleri yeniden ele almasından çekindikleri ve bu durumun kendileri açısından daha kötü olacağını düşündükleri için harekete destek vermediler. Çatırdayan iktidar kendini yeniden toparlayabildi.

Sayfalar