Temel süreçler

28 Eyl 2017

Kâhin değiliz. İçinde yaşadığımız toplumsal ve politik süreçlerin yakın/orta/uzak gelecekte nasıl şekilleneceğini matematiksel kesinlikte bilemeyiz. Sadece yaptığımız analizlerin ışığında tahminlerde bulunabiliriz. Bunun başta gelen nedeni toplumsal gelişmenin motorunun sınıf mücadelesi olması ve sınıfların da kanlı-canlı öznel varlıklardan oluşmasıdır. Toplumbiliminin malzemesinin bu niteliğinin yanı sıra, daha pek çok etken de (örneğin büyük bir doğal afet) bu süreçlere etki yapabilir.

Fakat tüm bu kaotikliğine karşın, toplumsal süreçler de neden-sonuç ilişkisinden azade değildir; yoksa toplumbilim diye bir bilim dalı olmazdı. Mesele, içinde yaşadığımız dönemin, hangi tarihsel süreçlerin unsuru ve devamı olarak devindiğini mümkün olduğunca belirleyebilmektir. Yani kaosun hangi düzenin içinde seyrettiğini; yüzeyde yaşanan çırpıntıların derinlerdeki hangi yavaş akışın yansımaları olduğunu belirlemek… Bunun için de elimizde Marx’ın katkılarından sonra bir bilim haline gelmiş toplumbiliminin yasaları, yöntemleri ve kuramları var.

Aslında mevcut sentezin (“toplum sözleşmesi” de diyebiliriz) dağıldığı, mevcut programların yaşanan pratiği/olguları açıklamakta yetersiz kaldığı, belirsizliğin ve dolayısıyla gelecek kaygısının yoğunlaştığı, kafaların en fazla karıştığı dönemler, sanılanın ve hissedilenin tam aksine, alttaki temel akışın yüzeye meylettiği, -deyim yerindeyse- düzenin kaosa müdahale etmeye başladığı, dağılmanın değil ilerlemenin uç verdiği, nedenselliğin başat ve belirgin olduğu dönemlerdir.

Mevcudun berhava oluşu, her zaman, yeni bir şeyin (sentezin) geliyor oluşundandır; temel sürecin bütün haşmetiyle etkisini göstermeye başlamasındandır. Fakat bu “geliş”in ayak sesleri ilk önce bir belirsizlik ortamı, “kaosun hâkimiyeti” olarak duyumsanır. Oysa yeni bir düzen gelmektedir.

Kanımca gerek dünyada gerekse bölgemizde ve ülkemizde böyle bir ara dönemden geçiyoruz. Bu nedenle kafamız karışık, bu nedenle elimizdeki analiz araçlarının yetersizliğini hissediyor ve şaşkınlığa düşüyoruz, bu nedenle mevcut kavramlar buhar olup uçuyor ve saçma sapan nitelemeler (örneğin laiklik mitinginde “Kahrolsun faşist-Kemalist diktatörlük” pankartı veya “İslami Kemalist” ucubesi gibi) ortaya çıkabiliyor…

O halde mevcut “tantana”ya kayıtsız kalmayıp ama içinde de boğulmayıp (yani o tantananın bir parçası olmayıp) neyin gelmekte olduğunu, temel sürecin nasıl ilerlediğini saptamak ve ona göre konumlanmak gerekiyor. Daha doğrusu bunu doğru saptayıp gereğini de yapanlar gelecekte bir rol sahibi olabilecekler. Diğerleri ise kaosun geçici birer unsuru olabilecekler ancak, gelmekte olan yeni düzenin (ve toplumsal sentezin) değil.

Öte yandan, yeni bir sentez ancak bunu sahiplenecek bir toplumsal maddi güç ile gündeme gelebilir (çünkü tarih, fikirlerin değil sınıfların mücadelesi tarihidir). Sentezler masa başında oluşmaz; önce mesele arazide çözülür, sonra masa başına geçilir. Dolayısıyla “yeni”yi saptadığını iddia eden her odak, her türlü kuramsal gerekçeden önce, bunun maddi gücünü göstermek (asıl kuramsal gerekçe de budur zaten) ve arazide kanıtlamak zorundadır. Yoksa -en iyi olasılıkla- “şahane fikirler” olarak düşünce tarihi müzesinde yer almaktan öteye geçemez. Müzemiz 500-1000 yıl sonra keşfedilen böyle fikirlerle dolu…

***

Sadede gelelim. Bir tez şöyle: Türkiye özelinde Kemalist Cumhuriyet, dünya çapında ise Modernite (sosyalizm de dahil) tarihsel bir sapmadır ve işte artık bu sapmanın sonuna gelinmekte ve bu parantez kapanmaktadır. Temel süreç, bu sapmayı da -yok sayamayacağı için- kapsayıp (içinde eritip) yoluna devam edecektir. Bu tez doğru ise, aynı tezin yıkıcı versiyonu olarak “faşist Kemalizm”, yapıcı ve kapsayıcı versiyonu olarak “İslami Kemalizm”, “Yeni Ortaçağ”, Hardt ve Negri’nin “İmparatorluk ve Çokluk”u, “küresel aristokrasi” gibi nitelemeler doğru demektir ve bizim gibi Modernistler, Bilimsel Devrimciler, Aydınlanmacılar, Kemalistler, Sosyalistler tarihin çöplüğünde yer aramaya başlamalıdır.

Ciddi bir tez. Çünkü hem uzun vadeli süreçler dikkate alınarak oluşturulmuş hem de ciddi bir toplumsal maddi güce dayanıyor: Küresel burjuvazi (maddi üretimden koptuğu için “yeni küresel aristokrasi” de denebilir) ve Modernite öncesi 5000 yıllık haraçlı geçmişin günümüzdeki uzantıları. Geleneğin, küresel aristokrat-burjuvazinin “bilimsel teknolojik devrimi” (iletişim, genetik, robotik vb. devrimler) ile harmanlanmış yeni sentezi…

Ayak seslerini duymaya başladığımız “yeni” bu mudur? İngiliz, Fransız, Amerikan, Alman, Sovyet, Türk, Çin vb. devrimleriyle tarihi boş yere mi zorladı insanlık? Hangisi parantez? Modernite mi, günümüzdeki Modernite reddiyeleri mi? Kendi özelimize gelelim: Atatürk mü parantez, Erdoğan mı? Bu sorunun yanıtı güncel çekişmelerde değil, temel süreçlerin analizinde.

***

Bu tez (Modernite’yi ve Kemalist Cumhuriyet’i sapma olarak gören tez), tarihi egemenlerin yaptığı anlayışına dayanıyor. Özneleri, Sümer krallarından günümüz küresel burjuvazisine (emperyalistlere) kadar hep egemenler, ezenler, yönetenler, devletlerdir. Tarihi bunların yazdıkları (dolayısıyla kendi yaptıklarını yazdıkları) doğru, ama onlar mı yapıyor, işte orası tartışmalı.

En genel süreci, insan-doğa ilişkisi ve çelişkisiyle belirlenen insanın kültürel evrim sürecini dikkate aldığımızda, uygarlık (sınıflılık, devletlilik vb) dönemi bir sapma (parantez) olarak değerlendirilebilir. İnsan-doğa çelişkisi alta itilmiş, insan-insan çelişkileri -tabii ki yine alttakinin zemininde- öne çıkmıştır. Fakat bu durum genel sürecin, kültürel evrim sürecinin daha temel olduğu gerçeğini değiştirmez; uygarlık da kültürel evrimin bir parçasıdır.

En temeldeki bu süreç, uygarlık döneminde etkisini nasıl göstermiştir? İnsan topluluklarının karşıt çıkarları olan sınıflara bölünmeleriyle, ezen-ezilen, yöneten-yönetilen, sömüren-sömürülen çelişkilerinin başlamasıyla (yani uygarlıkla) birlikte, ezilenlerin ezenlere, yönetilenlerin yönetenlere, sömürülenlerin sömürücülere karşı mücadelesi (yani sınıf mücadelesi) ve sınıflılıktan kurtulma özlemi de başlamıştır. İşte tarihin -kültürel evrim ile uyum içindeki- asıl motoru budur. İddia ettikleri gibi egemenler, sömürücüler, krallar, imparatorlar, padişahlar, sermayedarlar, emperyalistler değil; onlara karşı sınıfsızlık özlemiyle mücadele eden büyük insanlıktır tarihin öznesi. En temeldeki kültürel evrim sürecinin öznesi nasıl “insan emeği” ise, uygarlık döneminin de öznesi insan emeği ve bu emeğe sahip çıkma mücadelesidir. Bu bakış açısı, her türden sömürücü düzeni kapatılması gereken bir parantez olarak saptar.

İşte Modernite devrimleri, bilimsel devrimler, aydınlanma, sosyalizm pratikleri, anti-emperyalist kurtuluş mücadeleleri, bu büyük sürecin, sömürüden ve sınıflılıktan kurtulma sürecinin, bütün sömürücüleri tarihin çöplüğüne gönderme sürecinin, hatta insanın kültürel evrim sürecinin nadide bir halkasıdır.

Bu kültür ve tarih bilincinin ışığında, daha yeni başlayan Modernite atılımını ve Türkiye özelinde cumhuriyet atılımını “parantez” yapacak bir güç daha anasından doğmadı diyoruz.

“Yeni bir sentez”, bu temel süreç ile uyum içinde, geleceğe uzanma perspektifiyle, günün koşulları dikkate alınarak ve bizzat arazideki mücadeleyle doğacak ve oluşturulacak. İnsanlık bunun doğum sancılarını çekiyor.

paylaş