Yozlaşmış düzenler, lümpen devrimler

11 Ağu 2020

Beyrut Limanında meydana gelen patlama, Lübnan’da işlemez hale gelen devlet düzeninin ‘yeni baştan kurulması’ gibi ortak ama imkansız gözüken taleplerin yükselmesine neden oldu.

Lübnan’da siyasal yapının yeniden inşası, halkın istisnasız tüm kesimlerinin ortak talebi; zira mevcut haliyle devlet, halkın sorunlarına çözüm bulması beklenen değil sorunların kaynağı olan bir aygıt olarak görülüyor.

Ancak bu ortak talebi gerçekleştirmek, hem Lübnan’ın kendine özgü toplumsal şartlarından hem de bu şartlar üzerinde doğrudan etkili olan bölgesel ve uluslararası müdahalelerden dolayı imkansız gözüküyor.

Lübnan’da devletin sorun kaynağı haline gelmesiyle, devlet yapısını değiştirmenin imkansızlığı adeta bir sebep-sonuç ilişkisi yaratarak birbirini besliyor. Uluslararası ve bölgesel etkiler ise sorunu ve çözümsüzlüğü derinleştiriyor.

4 Ağustos’taki patlama sonrası yaşanan gelişmeler bu yargıyı teyit eden örneklerle dolu.

Yozlaşmış siyaset, işlevsiz bürokrasi, kaotik toplum

Şu ana kadar Beyrut limanı patlamasının bir dış saldırıdan veya sabotajdan kaynaklandığını gösteren somut bir bulguya rastlanmadı. 

Öte yandan ülkenin tamamı için felaket getiren bu patlamadan siyasi kazanç elde edecek bir taraf olmadığı gibi, siyasi kazanım gözetmeksizin sırf terör için terör yapabilen Suriye’deki İslamcı gruplar da bunu yapabilecek durumda değil.  

Eldeki somut verilere göre Beyrut limanındaki patlamanın sebebi, 2013 yılında el konulan 2 bin 750 ton amonyum nitratın havai fişeklerle yan yana depolanması[1] ve depoya kapı yapmak için kullanılan kaynaktan sıçrayan kıvılcımların yol açtığı yangın.[2]

Yani bu ulusal felaketin, siyasi sistemin yozlaşmasından yargının işlevsizliğinden ve bürokrasinin tedbirsizlik ve ihmalinden kaynaklandığını gösteren açık ve somut kanıtlar var.

Devletin sorunun kaynağı olarak değil çözüm mercii olarak görüldüğü ülkelerde bu tür bir durumda yurttaşların ve siyasi kurumların en temel beklentisi sorumluların cezalandırılması, bu liyakatsizliğe göz yuman karar vericilerin ise istifa etmesidir.

Çünkü normal devletlerde siyasi karar vericilerin istifası, bürokrasideki suçluların tespitini ve cezalandırılmasını kolaylaştırır ve hızlandırır.  

Ancak, 4 yılda bir yapması gereken parlamento seçimlerini 9 yıl sonra yapabilen (Haziran 2009’daki seçimler, Nisan 2018’de yapılabildi) ve bu seçimden de 9 ay sonra (Ocak 2019’da) hükümet kurabilen Lübnan’da patlama sebebiyle hükümetin istifa etmesi ne çözüm üretici ne de çözümü hızlandırıcıdır.

Zira bu ulusal felaketin ardından derhal çözüm bekleyen sorunları, ne zaman kurulacağı belli olmayan bir hükümete havale etmek hem çözümü hızlandırmaktan ve garanti etmekten uzaktır hem de felaketin sorumlularının korunmasına fırsat sunmaktır.

Bu, bir öznel iddia, varsayım veya bir tahmin değil, Lübnan’ın bu patlamadan önce de somut bir şekilde yaşadığı bir tecrübedir. Hatırlayalım:

Yozlaşmış siyasetin can simidi lümpen devrimcilik

16 Ekim 2019’da Lübnan Haberleşme Bakanı Muhammed Şukayr, ‘WhatsApp’ uygulamasından vergi almaya karar verdi. Bu karar, 17 Ekim 2019’da kitlesel protestolara sebep oldu.[3]   

Haberleşme Bakanı Muhammed Şukayr, Saad Hariri Liderliğindeki el-Mustakbel partisine mensuptu; ama Saad Hariri, kendi partisine mensup bakanının kararını düzeltmek ve halkın talebini yerine getirmek yerine 29 Ekim’de başbakanlıktan istifa etti.[4]

“Siyasi otorite olarak başarısız olduk, devrimin sözlerine kulak vermeliyiz”[5] dedi ve sorunun çözümü için “uzmanlardan oluşan bir hükümet” kurulması gerektiğini belirtip yeni hükümette yer almayacağını söyledi. 

Lübnan yaklaşık 2 buçuk ay hükümetsiz kaldı, Hizbullah ile Cumhurbaşkanı Mişel Aun’un yoğun çabalarına rağmen Hassan Diyab hükümeti ancak 21 Ocak 2020’da kurulabildi.[6]

Peki ‘devrim’ iddiasıyla tüm siyasileri yolsuzlukla suçlayan Saad Hariri, Velid Canbolat ve Semir Caca tarafından desteklenen sokak gösterileri, yolların kapatılması, Hariri’nin istifası, 2 buçuk aylık hükumetsizlik ‘devrimin kazanımlarını’ hızlandırdı mı?

 Elbette hayır; çünkü Saad Hariri’nin Haberleşme Bakanı Muhammed Şukayr, vergi kararını ‘devrim’e hizmet için mi aldı bilinmez; ama Saad Hariri’yi, Velid Canbolat’ı, Semir Caca’yı hükümetten istifa ettirip ‘devrim’ saflarına katan karar Beyrut’ta değil Washington ve Riyad’da alınmıştı.

Tek hedef çifte ‘devrim’

‘Devrim’ kararının Washington’da alındığı ve Riyad’da finanse edildiği o kadar açıkça ve göstere göstere ilan ortaya kondu ki kararlar, Beyrut ve Bağdat’ta ortak düşmana karşı, hem eş zamanlı, hem de ortak talepli olarak uygulandı.

Lübnan’daki gösteriler 17 Ekim’de, Irak’taki gösteriler ise 6 Ekim’de başladı. Lübnan’dakinin gerekçesi, doğrudan Lübnan halkını rahatsız eden bir hükümet kararıydı. Ancak Irak’taki gösterilerin fitilini ateşleyen hükümetin 1 Ekim’de Amerika’nın adamı olarak bilinen Terörle Mücadele birimi komutanı Abdulvahhab Saidi’yi başka bir göreve atamasıydı.

6 Ekim’den itibaren ise gösteriler “yolsuzluk, ekonomik ve siyasal yozlaşma ve hizmet yetersizliği” gerekçeleriyle içerik ve kapsam genişleterek doğrudan hükümeti hedef aldı.

Amerika ve Suudi ekseni, Suriye, Irak, Yemen ve Lübnan planlarındaki başarısızlıklarından dolayı İran’ı sorumlu tutuyor ve İran’ı Arap ülkelerinin iç işlerine müdahale etmekle suçluyordu.  

Dolayısıyla Lübnan’da Hizbullah, Irak’ta ise Haşd Şaabi hedef alındı. Lübnan’da Nisan 2018 seçimlerini Hizbullah liderliğindeki 8 Mart cephesi kazanmıştı. Başbakan Saad Hariri olsa da kabinede belirleyici olan 8 Mart cephesiydi. 

Irak’ta ise seçimin galipleri Sadr liderliğindeki Sairun koalisyonu ile Haşd Şaabi liderliğindeki el-Fetih koalisyonuydu. Bunların kurduğu ulusal birlik hükümetinin başbakanlığına ise daha sonra Çin’le milyarlarca dolarlık anlaşmalar yapacak olan Adil Abdulmehdi seçilmişti. 

Lübnan Başbakanı Saad Hariri, Suudi kararıyla 29 Ekim’de istifa edip ‘devrim’ saflarına katıldı; Irak Başbakanı Adil Abdulmehdi, ise 29 Kasım’da istifa etmek zorunda kaldı.[7]

Çünkü Irak’ta da hükümetin büyük ortağı olan Sadr Grubu tıpkı Hariri gibi kendisinin yer aldığı hükümete karşı sokaklardaki ‘devrim’e katılmıştı, kamu binalarını ateşe verip kendi seçtiği başbakanına istifa çağrısı yapıyor, başbakanı “istifa etmezsen kan durmaz” diye tehdit ediyordu.[8]

Lübnan’da yeni hükümet, Irak’takinden daha erken kuruldu; çünkü Irak’ta İran Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani ile Haşd Şaabi Komutanı Ebu Mehdi el-Muhendis’e yapılan suikast sonrası yaşanan olaylar Irak’ta yeni hükümetin kurulma sürecinin uzamasına neden oldu.

Öte yandan Irak’ta yeni hükümet kurulunca bir anda ‘yolsuzluk, hırsızlık ve devletin hizmet yetersizliğine’ yönelik protesto gösterileri hemen kesilirken Lübnan’da Korona salgınına rağmen hükümet karşıtı gösteriler çeşitli gerekçelerle sürdürüldü. 

Zira Irak’ın yeni Başbakanı Mustafa Kazımi Amerika’nın, Lübnan’ın yeni Başbakanı Hassan Diyab İse Hizbullah’ın çizdiği rotada ilerleyecek kişiler olarak görülüyordu.

Washington ve Riyad’ın stratejisi son derece açıktı: Lübnan’da ve Irak’ta seçim sonuçları her ne olursa olsun ya bizim rotamızda hareket edecek hükümetler kurulur veya bu ülkelere hükümet haram edilir.

Beyrut patlaması lümpen devrimi ihya için altın fırsat

Irak’ta sırf Adil Abdulmehdi’yi devirmiş olması bakımından bile başarılı sayılabilecek olan ‘devrim’, Lübnan’da Saad Hariri’yi koltuğundan etmesi ve “Hizbullah’ın desteklediği” Hassan Diyab hükümetinin kurulmasına yol açtığı için başarısız olmuştu.

Mustafa Kazımi başbakan olduğu için sakinleştirilmesi gereken Irak sokaklarının aksine, korona salgını sebebiyle sakinleşen Lübnan sokaklarında Hassan Diyab hükümetine karşı yeniden ‘devrim’ ateşi yakılmalıydı.

İşte Beyrut limanı patlaması bunun için altın bir fırsat yarattı. Patlamadan 6-7 saat sonra, yani limanda henüz dumanlar tüterken Suudi el-Hades televizyonu “ilk bilgiler” sunumuyla “Beyrut limanındaki Hizbullah’a ait bir silah deposu patladı”ğını iddia etti.[9]    

İlerleyen saatlerde patlamanın 2013 yılında limana depolanan 2750 ton amonyum nitrattan kaynaklandığı, kesinleşse de Hizbullah’a yönelik suçlamalar kesilmedi; şu şekilde çeşitlendi:

1- Limandaki amonyum nitrat kendi başına patlamaz, bunun patlamasına Hizbullah’ın orada depoladığı silahlar neden oldu.

2- Limandaki 2750 ton amonyum nitrat Hizbullah’a aitti.

3- Hizbullah’ın limanda deposu olmayabilir, oradaki amonyum nitrat da Hizbullah’a ait olmayabilir; ama limanda ve havaalanında Hizbullah’ın bilgisi dışında hiçbir şey olmuyor.

Saad Hariri’nin kardeşi Baha Hariri’ye ait olan bu iddiaya[10] göre şu anlatıya inanmamız gerekiyor: 

“Amonyum nitratın depolandığı 2013 yılından bu yana liman ve gümrükleri kendisine bağlı müdürlerle yöneten Başbakan Saad Hariri ve başta ulaştırma bakanlığı olmak üzere ilgili bakanlıklardan en az birini elinde tutan 14 Mart cephesi partilerinden hiçbiri limanda neler olup bittiğini bilmiyor; ama ne limanda ne gümrüklerde hiçbir müdürü veya yöneticisi olmayan Hizbullah limanlara hakim ve buralarda onun bilgisi dışında hiçbir şey olmuyor!”    

Gümrükleri ve Beyrut limanını kim yönetiyor?

Hizbullah Genel Sekreteri Seyyid Hasan Nasrullah, patlamayı 7 Ağustos’ta yaptığı konuşmada ülkedeki tüm kesimlerin zarar gördüğü bir felaket olarak tanımladı, dayanışma çağrısı yaptı. Hizbullah’ın Beyrut limanında değil silah deposu tek bir mermisinin bile bulunmadığını belirtti. 

Lübnan ordusunun ve 14 Martçıların güvendiği kurumların katılımıyla bir soruşturma kurulmasını ve bu komisyonun ucu her kime dokunursa dokunsun olayı tüm ayrıntılarıyla araştırmasını, sonuçları şeffaf bir şekilde halka açıklamasını ve mahkemelerin de şeffaf bir şekilde sorumluları cezalandırmasını talep etti.

Hizbullah’ın Hayfa limanında olup biten her şeyi bildiği halde nasıl olup da Beyrut limandaki hiçbir şeyden haberi olmadığını sorgulayanlara da cevap veren Nasrullah, “Beyrut limanında yetki sahibi değiliz ve bu limanda neler depolandığını da bilmiyoruz. Hizbullah Hayfa limanı hakkında Beyrut limanından daha çok şeyler biliyor olabilir, çünkü bu caydırıcılık denklemimizin bir parçasıdır”[11] diye cevap verdi.     

Lübnan yargısı 7 Ağustos’ta 2750 ton amonyum nitratın 2013’ten beri Beyrut limanında uygun olmayan şartlarda depolanmasıyla zemini hazırlanan felaketi soruşturma kapsamında 16 kişiyi tutukladı.[12]

Konuyla ilgili en yetkili isimlerin biraz zor da olsa tutuklanabilmesi felaketin büyüklüğünden kaynaklandı; zira daha önce çok sayıdaki yolsuzluk iddiasına rağmen bu isimlere dokunulamamıştı. 

 Tutuklanan üç ismin siyasi bağlantıları hem Beyrut limanını kimlerin yönettiğini göstermesi hem de Hizbullah’ın burada silah depolamasının imkansız olduğunu ispat etmesi bakımından önemliydi.

Birinci isim eski Gümrükler Genel Müdürü Şefik Merai. Şefik Merai, patlamaya sebep olan 2750 ton amonyum nitratın Beyrut limanına depolandığı 2013 yılından itibaren yani Necib MikatiTemmam Selam ve Saad Haririhükümetlerinde Gümrük Genel Müdürlüğü yapmış biri.

 Şefik Merai’nin bu görevini, Hizbullah liderliğindeki 8 Mart cephesinin Mayıs 2018 seçim zaferinden sonra kurulan hükümete kadar sürdürmüş ve yeni hükümette belirleyici hale gelen Cumhurbaşkanı Mişel Aun’un ‘Ulusal Özgürlük Hareketi’ onun yerine Bedr Dahir’i tayin etmiş. 

Gümrük Müdürü Bedri Dahir’in Cumhurbaşkanı Mişel Aun’un partisi tarafından atanmış olması ve Aun’un damadı Cibran Basil’e yakınlığı onu tutuklanmaktan kurtaramadı. 

Patlama sırasında gümrük müdürlüğü yapan Bedri Dahir’in Cumhurbaşkanı Mişel Aun’un kurduğu Ulusal Özgürlük Hareketi tarafından desteklendiği[13] ve Aun’un damadı Cubran Basil’e yakın olduğu belirtiliyor.[14]

Tutuklanan üçüncü üst düzey yönetici ise patlamanın meydana geldiği Beyrut Limanının Müdürü Hasan Kureytem

Beyrut Liman Müdürü Hasan Kureytem, Saad Hariri’ye çok yakın ve onun tarafından korunan biri. Bu yakınlığı en açık şekilde gösteren olan Hariri’nin başbakanlığı sırasında yaşanıyor. 

Ulusal Özgürlük Hareketi, 2019’da Hasan Kureytem’i hedef almaya başlıyor, Başbakan Saad Hariri ise Beyrut limanına bizzat gidip Kureytem’i ziyaret ederek destek veriyor ve liman yönetimine katkılarını överek onu ‘kırmızıçizgi’ilan ediyor.[15]

Beyrut patlaması lümpen devrimi ihya eder mi?

Lübnan Gümrüklerini ve Beyrut limanının yönetenlerin siyasi bağlantıları bu limanın yıllardır doğrudan Saad Hariri’nin kontrolünde olduğunu ortaya koyuyor. Dolayısıyla Hizbullah’ın Beyrut limanına ‘gizlice’ silah depoladığı iddiası, Hizbullah “Netanyahu’nun bilgisi dahilinde gizlice Hayfa limanında silah depoladı” iddiası kadar gerçekçi.

Bu tür iddialar zaten inandırıcılık kriterleri göz önünde bulundurularak ortaya atılmıyor. Suudi medyasının hedefe koyduğu her ülkede başvurduğu bir yöntem bu. Bir felaket veya toplumsal kriz sonrasında patlamaya hazır bir öfke birikimi yaşanan toplumu tahrik etmek ve kontrol edilemez olayların çıkmasını sağlamak için ortaya atılıyor.  

Elbette Suudi ve Emirlikler medyasının ‘Arap Baharı’ özellikle de Suriye krizi sırasında Katar medyasından öğrendiği bu yöntem çoğu zaman yerelde çok sınırlı bir etki yapıyor. Zira yerel şartları bilen halk çoğunluğu hedefleneni hemen fark ediyor; bu yöntem sadece inanmak isteyen küçük bir azınlık üzerinde etkili olabiliyor.

Fakat Suudiler, Emirlikler ve Katar medyasının bu yöntemi yereldeki şartları hiç bilmeyen yabancı basın açısından çok aldatıcı ve saptırıcı olabiliyor. Dolayısıyla yabancı basında tahmin ve ‘öngörülerle’ yeniden işlenen ve İngilizceye çevrilen bu haberler onları uyduranları bile inandıracak şekilde tekrar üretiliyor.

Peki bu kışkırtıcı haberlerle 8 Ağustos’ta Beyrut’ta bazı binaları ateşe veren ve idam sehpaları kurarak siyasi liderlerin maketlerini idam eden birkaç bin kişi yahut bazı bakanlık binalarını işgal edip ‘devrim karargahı’ kuran; ama akşam saatlerinde de evlerine giden emekli askerler Lübnan’ı hükümetsiz bırakacak yeni bir lümpen devrim dalgası yaratabilir mi?

Lübnan’da ‘asgari düzen’ ile ‘kaos’un savaşı

Bu konuda görüşlerine başvurduğumuz Lübnanlı Akademisyen Prof. Dr. Muhammed Nureddin bu konuda özetle şunları söylüyor: 

“Macron’un ziyareti başarılı oldu. O, ulusal birlik hükümeti önerdi. 14 Mart cephesi hükümete istifa çağrısı yaparken onun böyle bir öneri getirmesi, 8 Mart cephesinin lehinedir. Öte yandan Macron’un ziyareti Lübnan’a dış yardımların yolunu açtı. 

Macron ayrıca Hizbullah’ın Parlamentodaki Grup Başkanı Muhammed Raad ile de ayakta birkaç dakikalığına da olsa baş başa görüştü. Macron’un bu ziyareti adeta 14 Mart cephesinin, Amerika’nın, Suudilerin ve Emirliklerin kafasındaki planı bozdu. 

Bundan dolayı da onlar büyük bir infial halindeler, birkaç milletvekilleri istifa etti; gösteriler yeniden başladı; ama çok küçük, yani öncekiler gibi geniş kapsamlı değil. 

Bu göstericilerin sloganları esas olarak Hizbullah, Nebih Berri ve Hassan Diyab karşıtlığı üzerine kurulu. 8 Ağustos öğleden sonra yapılan gösteriler 14 Mart cephesinin Macron’a yönelik ani tepkileri var, bu yüzden de bence çok devam etmeyecek. 

Şu anki durum 8 Mart cephesi lehine, 14 Martçıların planı çöktü. Trump, Macron’la görüştü 9 Ağustos’ta video konferans aracılığıyla Lübnan’a yardım konulu bir toplantı var.”

Prof. Nureddin, “Macron, neden Lübnan’a ve 8 Martçılara böyle bir iyilik yapsın?” şeklindeki sorumuzu da şöyle cevapladı: 

“Lübnan bir Frankofon (francophone) ülkedir. Frankofonluk tüm dünyada geriliyor. Macron bu frankofon ülkeyi muhafaza etmek istiyor. Birinci sebep bu. İkincisi, bu patlamadan en büyük zararı limana yakın olan Hıristiyan mahalleleri gördü. Lübnanlı Hıristiyanların tarihsel olarak Fransa ile iyi ilişkileri var. Hem Fransa’daki Lübnanlılar, hem Fransızlar hem de Lübnan’daki Hristiyanlar Fransa yönetimine yoğun bir baskısı yaptı. Macron bir bakıma Lübnan’daki Hıristiyan toplumunu yeniden canlandırmak için geldi. 

Öte yandan Macron’un Fransa içindeki durumu da iyi değil. Dolayısıyla burada bir kazanım elde ederse oradaki popülaritesini arttırabilir. 

Ayrıca Hizbullah’a yönelik tüm dış baskılar, Hizbullah’ın gücünde bir zayıflama meydana getiremedi, dolayısıyla onlar da şimdi yeni arayışlara giriyorlar.”

Prof. Muhammed Nureddin, Başbakan Hassan Diyab’ın dün, (8 Ağustos) erken seçim önerisinde bulunan ve Macron’un ulusal birlik hükümeti çağrısıyla çelişen açıklamasını ise “hükümet ortaklarıyla istişare edilmeden yapılmış bireysel bir açıklama” olarak niteledi.

Parlamentodan ve hükümetten istifa haberleri gelse de Meclis Başkanı Nebih Berri’nin önümüzdeki Perşembe günü meclisi olağanüstü toplanmaya çağırdığını kaydeden Prof. Nureddin, bu durumun Berri’nin Diyab’ın kararından memnun olmadığını gösterdiğini söyledi.

Prof. Nureddin’e göre Diyab hükümeti istifa edebilir, yeni bir hükümetin kurulma çalışmaları başlayabilir bu da Macron’un ulusal birlik hükümeti çağrısıyla örtüşebilir. 

14 Mart cephesinin önce gelen liderlerinden Velid Canbolat ve Semir Caca, hükümete karşı olmakla birlikte özellikle Canbolat erken seçime sıcak bakmıyor. Öte yandan Nisan 2018 seçimleri öncesinde kabul edilen seçim yasası ile gidilecek bir erken seçimden de mevcut parlamento tablosundan farklı bir sonucun çıkmayacağı kesin gibi.

Sonuç

Devletin işlevsel olamamasının, siyasal ve ekonomik yozlaşmanın temel sebebi olarak görülen Lübnan’daki taifeci sistem, liman patlamasıyla birlikte yeniden sorgulanıyor.

Mevcut taifeci sistem cumhurbaşkanının Maruni, Başbakanın Sünni, Meclis Başkanının Şii olmasını, 128 sandalyeli parlamentonun Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında yarı yarıya; her birine düşen 64 sandalyenin de o dinin mezhepleri arasında bölüştürülmesini gerektiriyor.

Yani örneğin Hıristiyanlarda Marunilerin adayları ne kadar liyakatsiz ve başarısız dahi olsa mecliste 34 sandalyeden daha az temsil edilmiyorlar. Buna karşılık Ermeni Katolik adaylar ne kadar liyakatli ve başarılı dahi olsa meclisteki temsilcileri 1’i aşamıyor.

Müslümanlarda da aynı şekilde liyakatsiz Şii veya Sünni adaylar 27 sandalyeden aza düşmezken, ne kadar liyakatli veya başarılı olursa olsun Dürziler 8, Aleviler ise 2 sandalyeden fazlasına sahip olamıyor. 

Bu oranlar aynı liyakat kriterlerine ve taifelere göre hem askeri hem de sivil bürokrasi için de geçerli. 

Fransızların belirlediği bu sistemdeki yüzde 60’a karşı yüzde 40 oranıyla Hıristiyanların lehineyken demografik yapı değişikliği dikkate alınarak 1989’daki Taif anlaşmasıyla yüzde 50’şer olarak eşitlendi. 

Şu an Lübnan’daki demografik yapının 1989’dan çok farklı olduğunu ve sistem tamamen kaldırılıp demokratik çoğunluk esas alındığında mevcut tüm sınıfsal yapının altüst olacağını, seçkin azınlıkların en alt katmana düşüp yakın zamana kadar ikinci sınıf vatandaş sayılanların ise hakim olacağını herkes biliyor. Bu sebeple de bu sistemin değiştirilebileceğini hiç kimse gerçekçi bulmuyor.

Mevcut demografik yapısı ve sınırları devam ettikçe hiç kimse Lübnan’daki bu sistemin değiştirilemeyeceğini bildiği için işi yokuşa sürmek isteyen her popülist siyasetçi bunun değiştirilmesini bir hedef veya şart olarak koyuyor. 

Ülkenin güvenliğini ve halkın birlikte barış içinde yaşamasını öncelik edinen gerçekçi ve sorumlu siyasiler ise gerçeklikten uzak hedeflerle popülizm yapmak yerine kısa vadeli, gerçekçi, somut ve uygulanabilir hedeflere odaklanıyorlar.

Bu durum ise siyasal ve ekonomik feodalliğini mevcut taifeci sisteme borçlu olan yerel aktörlerin ‘devrimci’ rolü oynamasına, nüfusuna nispetle mevcut sistemden en büyük zararı gören kesimlerin ise sorumlu davranışları sebebiyle ‘statükocu’ diye yaftalanmasına neden oluyor.

Özetle ulusal güvenlik ve toplumsal barış önceliğiyle ülkenin hükümetsiz kalmasına izin vermeyen Hizbullah statükoculuk yapmıyor; ama yozlaşmış sisteme karşı devrimden bahseden Saad Hariri, Velid Canbolat, Semir Caca ve bunları fişekleyen Amerika ve Suudiler sadece rol yapıyor. 

paylaş