İdlib mi Fırat’ın doğusu mu?

29 Mar 2021

Halep’in 12 Aralık 2016’da silahlı gruplardan tamamen temizlenmesinden sonra “Suriye’nin bundan sonraki hedefi İdlib mi, yoksa Fırat’ın doğusu mu olacak?” sorusu gündeme gelmişti. Bu soru hala gündemden düşmüş değil.

 Zira Halep’in temizlenmesi, başlangıç hedefini imkansız hale getirmesi bakımından Suriye’ye dayatılan vekalet savaşını bitirdi. Ancak sahadaki aktörlerin, ittifak kombinasyonlarının ve hedeflerin çeşitlenmesi sebebiyle savaş şartları hala devam ediyor.

Suriye’ye dayatılan vekalet savaşının başlangıç hedefi, Şam’daki yönetimin devrilmesiydi. Silahlı grupların Halep’teki varlığı korunabilseydi, şu an öncelik ve yöntem değiştirerek sürmekte olan savaş, bu hedef yönünde devam ettirilebilirdi. Ancak aşağıdaki sebeplerden dolayı bu imkansız hale geldi.

Halep’in kaybedilmesi, dış desteği kaybeden vekillerin iç çelişkilerini derinleştirdi. Daha önce ton farkı gözetilmeksizin ‘silahlı muhalefet’adı altında Şam’a karşı desteklenen vekiller, ‘ılımlı’ ve ‘terörist’ diye etiketlenip tasnif edilerek asıllar arasında paylaşıldı.

Sahadaki tüm silahlı grupların ÖSO tabelasının ardına saklanması, zaten kısa sürmüştü. Amerika’nın Suriye dosyasını Türkiye ve Katar’dan alması, 1 11 Kasım 2012’de Doha’da muhaliflerin siyasi örgütünü, 2, 9 Aralık 2012’de de Antalya’da silahlı örgütünü yeniden kurması,3 silahlı grupları bariz bir şekilde ayrıştırmıştı.

Amerika’nın bu müdahalesi ile artık Dostlar Grubu’nun silahlı gruplara resmi silah desteğinin yolu açılmıştı; ama bu müdahale ile silahlı gruplar arasında, ayrıntıları “Suriye’deki silahlı gruplar ve yeni kombinasyonlar” 4 başlıklı yazıda anlatılan yeni bir ayrışma yaratmıştı.

Yeni ittifak kombinasyonuyla sahanın en güçlüleri, o günlerde henüz IŞİD adını kullanmayan el-Kaide türevi örgütler, en zayıfı ise Dostlar Grubu’nun resmi vekili olan ÖSO olmuştu.       

Ancak Halep’in kurtarıldığı 2016 yılı sonuna kadar herkesin bildiği bu farklılıklar asla sorun edilmedi. Örneğin Rakka, 5 Mart 2013’te düştüğünde, bu kentin Antalya’da kurulan ÖSO tarafından değil ‘terör listesindekiler’ tarafından ele geçirildiği bilindiği halde bayram edildi.

Kentin düşmesini “Rakka kenti muhaliflerin” 5

diye duyuranlar bile Rakka’nın Aralık 2012’de terör örgütü ilan edilen Nusra Cephesi ile Ahrar Şam örgütleri tarafından ele geçirildiğini açıkça yazıyorlardı.

Henüz IŞİD adının kullanılmadığı o tarihte Nusra Cephesi el-Kaide’nin resmi Suriye koluydu; Ahrar Şam ise el-Kaide liderlerinden Ebu Halid es-Suri tarafından kurulmuş bir örgüttü.6

2014’te Amerika açısından ‘Exxon Mobil Bölgesi’ demek olan Kürdistan Bölgesi’ne saldırıncaya kadar IŞİD’den terör örgütü olarak söz eden yoktu.

Suriye ordusu ve müttefiklerinin Halep’i kurtarıp Irak sınırına doğru ilerlemeye başladığı 2017’ye kadar da Rakka’yı ‘özgürleştirme’ derdine düşen olmamıştı.

Halep’in kurtarılması neden bir dönüm noktası?
Halep’in kurtarılması, bir dönüm noktası; çünkü hedefi Şam yönetimini devirmek olan vekalet savaşı, 12 Aralık 2016’da fiilen sona erdi. Yenilen vekillerin yanında artık asıllar da sahaya indi.

Suriye’ye hakim olmak için yönetimini devirmek hedefi, Suriye’de kalmaya devam etmek için toprak koparmak şeklinde güncellendi.

Asılların sahaya girmek için bir bahaneye bir de uygun vekile ihtiyacı vardı.

Amerika, 11 Eylül 2014’teki Cidde konferansıyla vekalet savaşından çekildiği için Halep sonrasına hazırlıklıydı. Zira 2014’ten beri IŞİD’le mücadele bahanesiyle YPG’yi vekil olarak kullanmaya başlayan Amerika, Halep’ten sonra artık askeri varlığıyla da sahadaydı.

Dostlar Grubu’nun IŞİD karşıtı koalisyona dönüştürüldüğü Cidde konferansı kararlarını uzun süre kabullenemeyen Türkiye ise 2016 sonlarına kadar Suudiler ve Katar’la Amerika’yı yeniden savaşa döndürmeye çalışmıştı.

Tüm dünyanın terör örgütleri listesinde yer alan Nusra Cephesi’nin liderliğinde kurulan ‘Fetih Ordusu’ ile Mart 2015’te ‘İdlib’in fethedilmesi’, Amerika’ya “YPG’den vazgeç, Fetih Ordusu’na ÖSO tabelası takıp hala Şam’ı alabiliriz” mesajıydı.

Amerika bu çağrıyı ciddiye almadı; ama Türkiye ve Suudiler sayesinde ‘Fetih Ordusu’ tecrübesinden ‘terör örgütü aklama’ modeli olarak yararlandı. Bu sayede komutanlığını PKK’nın yaptığı YPG’yi değil, SDG’yi desteklemeye başladı!

ABD’nin vekalet savaşına dönmemekteki kararlılığı, 30 Eylül 2015’teki Rusya müdahalesi ve 12 Aralık 2016’da Halep’in kurtarılması, Ankara’nın yeni durumu kabullenmesini sağladı.

Ankara’nın sahaya girmesi için IŞİD’in yanı sıra PKK/SDG’den kaynaklı terör gerekçesi de İdlib’de vekilleri de hazırdı.

Savaşın başından beri karşıt kamplarda yer aldığı ve uçağını düşürdüğü Rusya’dan özür dilemesi Türkiye’ye 16 Ağustos 2016’da Fırat Kalkanı adı altında Suriye’ye giriş vizesi kazandırmıştı.

Ardından Astana sürecine dahil olması, Türkiye’ye hem İdlib’deki vekillerine garantörlük hem de YPG’ye karşı Zeytin Dalı ve Barış Pınarıbölgelerini armağan etti.         

Dolayısıyla Halep’in kurtarılmasından sonra 2017’den itibaren Fırat’ın doğusu ile İdlib arasında birbirini besleyen bir karşıt taraflar dengesi oluştu.

Birbirini besleyen karşıt taraflar dengesi
İdlib’le Fırat’ın doğusunda oluşan bu birbirini besleyen karşıt taraflar dengesi, Suriye’nin toprak bütünlüğünü tesis etmesini engelliyor.

Zira Türkiye dahil herkesin terör örgütü listesindeki Heyet Tahrir Şam,7

Ankara’nın Astana’da elde ettiği garantörlük rolü sayesinde İdlib’i elinde tutuyor; Türkiye’nin terör örgütü listesindeki SDG de Amerika himayesi sayesinde Fırat’ın doğusuna hakim.

İdlib’in Suriye topraklarına katılması Fırat’ın doğusundaki Amerikan varlığını, Fırat’ın doğusunun Suriye topraklarına katılması ise İdlib’deki Türkiye varlığını imkansız hale getirecek olmasına rağmen bu denge 4 yıldır korunuyor.

Sahada askeri varlığı olan devletler zahiren karşıt pozisyondalar.

Mesela Türkiye, Amerika’nın SDG ile ilişkisine karşı.

Amerika, Türkiye’nin Fırat’ın doğusundaki ortağı olan SDG’yi tehdit etmesine karşı.

Rusya, Türkiye’nin İdlib’de silahlı gruplara güvenlik şemsiyesi sağlayan rolüne ve Amerika’nın Fırat’ın doğusunu Suriye’den bölmesine karşı.

Şam ile İran ise sahadaki devletlerin Suriye topraklarını kendi çıkarları için birbirine pay etmelerine karşı.

Peki tüm taraflar birbirine karşıysa bu durum dört yıldır neden değişmiyor? Bu sorunun cevabı aslında kendi içinde gizli; zira tüm tarafların birbirine karşıtlığı, güncel önceliklere dayalı bir çıkar ortaklığı zemini de oluşturuyor. Kısa vadeli dahi olsa bu çıkar ortaklığı zemini ise karşıt tarafların birbirini besleyen dengesini yaratıyor.

 Örneğin tarafları zahiren karşıt pozisyonlarda yer alsa da Türkiye, Amerika’nın Fırat’ın doğusundaki varlığını, Amerika da Türkiye’nin İdlib’deki varlığını güçlendiriyor.  

Çünkü Türkiye’nin İdlib, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı’ndaki rolü, Amerika’ya Fırat’ın doğusundaki rolü için emsal teşkil ediyor ve ‘meşruiyet’ kazandırıyor.

Aynı şekilde Amerika’nın Fırat’ın doğusundaki varlığı ve rolü de Türkiye’ye Zeytin Dalı ve Barış Pınarı’ndaki varlığına ‘haklılık’ kazandırıyor.

Bu yüzden 2018’de somut bir şekilde görüldüğü üzere Amerika, kimyasal silah argümanıyla müdahale tehdidi yaparak 8

Türkiye’nin İdlib’deki rolünün devamını sağlıyor. İdlib’in ‘teröristan’ statüsünün korunmasını istiyor; hatta Türkiye’nin Amerika’nın sahadaki ortağı olan YPG’ye karşı attığı Zeytin Dalı ve Barış Pınarı adımlarına kontrollü bir şekilde onay veriyor.

Türkiye de “köprüden önce son çıkış” argümanıyla9 İdlib’de Astana’daki ortağı Rusya’ya karşı, Amerika’yı müdahaleye çağırıyor.

Öte yandan Rusya, Fırat’ın doğusunda SDG’yi Şam’a yaklaştıracak bir baskı yaratmak için Türkiye’nin önünü açıyor. Bu ön açma, Moskova’ya Ankara ile ikili ilişiklerinde benzersiz fırsatlar sunarken, S-400 örneğinde olduğu üzere NATO üyesi Türkiye’yi de Amerika ile karşı karşıya getiriyor.

Türkiye de Rusya’ya Fırat’ın doğusunu, Amerika’ya ise İdlib’i işbirliği zemini olarak gösteriyor; bu işbirliği zemini sayesinde her ikisinden de ‘arazi’ alıyor. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun açıkladığı üzere de Suriye topraklarında okullar açıyor, buraya bürokratlar tayin ediyor;10yani İsrail’in Golan’daki tecrübesini Suriye’nin kuzeyinde tekrar etmek istediğini gizlemiyor.

Şam, Rusya’nın arazi ikramlarından rahatsız olsa da Türkiye’nin ‘Fetih Ordusu’ örneğinde olduğu gibi tüm silahlı grupları Suriye’ye karşı seferber etmesindense onları İdlib’de ‘terörist’ ve ‘ılımlı’ diye parçalamasını tercih ediyor.

Onlardan bir kısmını Libya’da veya Azerbaycan’da itlaf etmesinden rahatsızlık duymuyor. Fırat’ın doğusunda baskı yaratarak SDG’yi Şam’la müzakereye itmesinden ise memnuniyet duyuyor.

İlkel rafinerileri milyonluk füzelerle vurmanın hikmeti
Sahadaki karşıt tarafların çıkar işbirliğine en güncel örneği ise Milli Savunma Bakanlığı’nın tabiriyle “Cerablus ve Bab'daki akaryakıt tankerlerinin park noktaları”na11yapılan füze saldırıları ifşa ediyor.

Milli Savunma Bakanlığı açıkça isim vermese de saldırı Rusya tarafından, Türkiye’nin bürokrat tayin ettiği yerlere yapılmıştı ve vurulan nokta da “akaryakıt tankerlerinin park yeri”ydi.

Türkiye destekli Türkmen siyasetçi Nasır Hüsso, Independent Türkçe’ye “hedef alınan bölgede ilkel petrol rafinerileri bulunduğunu ve iç piyasaya kısıtlı akaryakıtın buradan dağıldığını söylüyor”12 

Haber, başlığında “Son bir ayda Fırat Kalkanı bölgesine 5 kez saldırı yapıldı… İlkel petrol rafinerileri milyonluk füzelerle neden vuruluyor?”diye soruyor; ama sorusuna cevap vermiyor.

Ancak Suriye’deki petrol kuyularının kimin kontrolünde olduğunu bilenler, Fırat Kalkanı bölgesindeki “ilkel rafinerilerin” petrolü sadece SDG’den temin edebileceğini fark edebilir ve bu ilkel rafinerilerin neden 5 defa milyonluk füzelerle vurulduğunun hikmetini de kavrayabilir.            

Amerika, Suriye’de işgalci olarak bulunduğu topraklarda SDG adlı paralı askerler istihdam ediyor. Bu paralı askerlerin masrafı da Suriye’nin ulusal servetinin kaçak yollarla satılmasından karşılanıyor.

Bu bilgi ışığında yukarıdaki soruya katkı olmak üzere şu soru da önemlidir: Rusya ve Suriye, milyonluk füzeler kullanarak Amerika’nın paralı askerlerinin finans kaynağını kurutmaya çalışırken Türkiye sadece petrolün fiyatıyla mı ilgileniyor?

Eğer cevap evetse, bu karşıt tarafların birbirini besleyen dengesinin neden bozulamadığına ilişkin çarpıcı bir örnek olur.

Fırat’ın doğusunda denge nasıl bozulur?
Hiç kuşkusuz tarafların birbirinden kısa vadeli çıkar sağlamaya ihtiyacı kalmadığı, yahut kalıcı sonuçlar üretmeyen yatırımlar, yakıcı bir soruna dönüştüğü zaman.

Bu dengenin en güçlü tarafı olan Amerika’nın Suriye’deki asıl varlık gerekçesi vekalet savaşıyla teslim alamadığı Şam’ı baskılarla diz çöktürüp Washington’un istediğini yapar hale getirmek.

İran’ın Suriye’den çıkarılması ve Suriye’nin İsrail rejimi karşısında diğer Arap ülkelerinin hizasına gelmesi de Washington’un Şam’dan istediği şeylerin başında geliyor.

Amerika bu hedefine ulaşmak için IŞİD’i, SDG’yi, ‘Sezar Yasası’nı araç olarak kullanıyor. Sözünü ettiğimiz denge de bu araçları işlevsel hale getiriyor.

SDG’nin ana gövdesini oluşturan PYD’nin hedefi, 2014 öncesine kadar üç kantonunu yaşatabilmekti. Fırat’ın doğusundaki Amerikan himayesi, Irak Kürdistan Bölgesi’nin öncülü olan ‘36. Paralelin Kuzeyi’ olgusunu çağrıştırıyor.

Bu çağrışım Suriyeli Kürt liderlerde heves, Türkiye ve Suriye’de ise tedirginlik yaratıyor.

Zeytin Dalı ve Barış Pınarı tecrübesi, Suriyeli Kürt liderlere hem Amerika’nın hedefinin bir Suriye Kürdistan Bölgesi kurmak olmadığını hem de böylesi bir hedef olsa bile bunun Irak’takiyle kıyaslanmayacak kadar kırılgan olduğunu göstermiş olmalı.

Amerika’yı mevcut dengeden çıkarmak bakımından ‘Şam’ın İran’ı artık Suriye’de istememesi’ ve ‘Türkiye’nin Şam’la anlaşması’ gerçekçi ihtimaller olarak gözükmüyor.

Ancak SDG’nin Şam’la anlaşması, yahut Suriye’de Fırat’ın doğusunu Amerika açısından, İsrail işgalindeki Güney Lübnan haline getirecek bir silahlı direniş başlaması, Amerika’yı Suriye’den çıkmaya zorlayacak projeler. Bunlardan birincisine Moskova, ikincisine de Şam ve Tahranyatırım yapabilir.

Böylesi bir direnişin şimdiye kadar başlatılmamış olması, Suriyeli Kürtlerle anlaşma zemininin korunmak istenmesinden kaynaklanıyor.

Zira Suriye krizinin başından beri Suriye devletine silah çekmeyen, hatta tam aksine 2014’e kadar Suriye devletinden başka silah tedarikçisi bulunmayan Kürtler, ne Şam, ne Moskova ne de Tahran tarafından İdlib’dekiler gibi görülmüyor.

Bununla birlikte Suriye halkı Sezar Yasasıyla açlığa mahkum edilirken Suriye buğdayının ve petrolünün yağmalanmasına ne kadar tahammül gösterilebileceğini kestirmek zor.

Öte yandan Suriyeli Kürtlerle Şam arasında ciddi bir güven sorunu da var. Bu güvensizliği arttıran faktörler de şunlar:

Suriyeli Kürtler, Irak Kürdistan Bölgesi’ne benzer bir statü elde etmeyi hedefliyor, buna karşı Şam, sadece üniter devlet yapısı içerisinde bir çözümü müzakere edebileceğini söylüyor.

Zeytin Dalı ve Barış Pınarı harekatı sırasında görüldüğü üzere Kürtler, kendini Amerikan himayesinden yoksun gördüğü anlarda Suriyeli olduklarını hatırlıyorlar, Amerikan himayesine kavuştuklarında ise Suriye’nin ulusal servetini yağmalanmasında işbirliği yapıyorlar.

Tüm bunlara rağmen Şam ve müttefikleri, birbirini besleyen karşıt taraflar dengesini bozmaya karar verdiklerinde Fırat’ın doğusuna müzakere dosyalarıyla, İdlib’e ise silahlarla gitmekten yana gözüküyorlar.

“İdlib köprüden önceki son çıkış”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2018’de İdlib’e yapılacak olan askeri operasyon öncesinde, Amerika’yı müdahaleye çağırmak için Wall Street Journal’a yazdığı yazıda İdlib’i köprüden önce son çıkış diye nitelemişti.

Bu, İdlib’in Suriye krizini uluslararası bir sorun haline getirmek için elde kalan son araç olduğunu ifade etmesi bakımından çok yerine bir metafordu.

İdlib, Suriye ordusu ve müttefikleri tarafından ülkenin her yerinden temizlenen silahlı grupların son kalıntılarının yeşil otobüslerle taşınıp bir araya toplandığı son yer. Dolayısıyla İdlib’in el-Kaide emirliği olmaktan çıkıp Suriye devletinin ili haline gelmesi Suriye’ye dış müdahale imkanının tamamen kaybedilmesi anlamına geliyor.

2012’den beri Suriye’ye dayatılan vekalet savaşı, Dostlar Grubu’nun 12 Aralık 2016’daki kesin yenilgisiyle sona erdi.

Savaşın başlangıç hedefini imkansız hale getiren bu yenilgiye rağmen savaş şartlarının sürdürülmeye çalışılması kayıpların telafi edilmesine yönelik. Bu yüzden de yenilgiye rağmen hala sahadaki varlığını sürdürmeye çalışan iki devlet var: Amerika ve Türkiye.

Suudiler, Emirlikler ve Katar, Suriye’de kaybettikleri ne parayı ne de itibarı umursuyor. Çünkü paraları çok, itibarları ise zaten yok. Bu yüzden de Emirlikler Şam’la ilişkilerini normalleştirip elçiliğini açtı; Suudiler Türkiye karşıtlığı üzerinden Şam’a yakınlaşıyor, Katar ise Suriye’ye yaklaşabilmek için Rusya’dan tavassut bekliyor.

Amerika, vekalet savaşı yoluyla deviremediği Şam’ı Suriye’yi bölmekle ve aç bırakmakla tehdit ederek diz çöktürürse kaybını telafi etmiş ve vekalet savaşından çok daha büyük bir zafer kazanmış olacak.

'Yeni Ortadoğu'nun sahibi biziz'13

iddiasıyla Suriye’ye giren Türkiye ise Amerika’nın aksine başlangıç hedefine yakın kazanımlar için değil, daha büyük zararlara uğramamak için sahada.

Ancak Ankara’nın Washington’a yaptığı son çağrı, Türkiye’nin hala Şam yönetimini devirme umudunu koruduğunu gösteriyor. Bu yüzden de diğer tüm ülkelerin aksine Türkiye hala savaş bitmemiş gibi davranıyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD Başkanı Biden’a Suriye’de ortaklık teklif eden açıklamasında şöyle diyor:

“Bugün Batı’nın önünde üç seçenek bulunmaktadır. İlk seçenek, Suriye’de yaşananları tribünden izleyerek daha fazla masum insan hayatını kaybetmesidir.

İkinci seçenek, kalıcı bir çözüm için gereken tüm askeri, ekonomik ve diplomatik çabaları sarf etmektir.

Son ve en makul seçenek ise Batı’nın Türkiye’yi desteklemesi, asgari maliyet ve azami etkiyle Suriye’de çözümün parçası hâline gelmesidir.”14

Ankara’nın 2012’den beri Amerika’ya bazen sitem, bazen de rica şeklinde yaptığı müdahale çağrıların özeti olan bu üç seçeneğin ilk ikisinde Amerika’dan vekalet savaşına geri dönmesi, üçüncüsünde de eğer bunu yapmayacaksa vekil olarak SDG’yi değil Türkiye’yi kabul etmesi isteniyor.

Sonuç
Aslında Türkiye Astana formatına girerek vekalet savaşı hedeflerinden vazgeçip yeni hedefler ortaya koyması gerektiğinin farkında olmalı. Zira Türkiye, silahlı grupları ılımlı ve terörist diye ayrıştırıp, ılımlıları siyasi sürece taşıma teröristleri de yok etme rolünü üstlendiği için kabul edildi; her Astana toplantısında toprak bütünlüğüne ve egemenliğine bağlılık bildirdiği Suriye yönetimini devirmeye çalışması için değil.

Gerçi Rusya’yla ortaklığın ilk günlerinde muhatabını karıştırıp "Devlet terörü estiren zalim Esed'in hükümdarlığına son vermek için biz oraya girdik, başka bir şey için değil"15 diyerek eski hedefiyle yeni şartları arasında uyum sorunu yaşadığını gösterse de Türkiye için artık 2012 hedefinin hiçbir gerçekliği bulunmuyor.

Rusya ve İran’la birlikte Şam yönetimini devirmeyi, Amerika ile birlikte de SDG varlığına son vermeyi gerçekçi görüyorsa Astana’da durup Amerika’yı Suriye’ye müdahaleye çağırmasının bir izahı olabilir.

Ancak mevcut şartlarda rasyonalite, Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığının şu hedeflere yönelik olmasını gerektiriyor.

1- İdlib sorununun binlerce teröristin ve on binlerce mültecinin Türkiye’ye süpürülerek sonuçlandırılmasını önlemek için Astana formatındaki rolünü doğru oynamak. Yani Astana formatını Dostlar Grubu’nun Cenevre konferanslarına dönüştürmeye çalışmamak.

2- Suriye sınırında PKK’nın nüfuzunda yeni bir ‘Kürdistan Bölgesi’ kurulmaması için Fırat’ın doğusunun Suriye’nin toprak bütünlüğüne dahil edilmesinin zeminini yaratmak. Amerika’nın ikinci bir 36. Paralelin kuzeyi yaratmaması için Suriyeli Kürtlerin Şam’la anlaşmasını teşvik etmek.

3- Dört milyonu aşkın Suriyeli mültecinin gönüllü ve güvenli geri dönüşü için şartları hazırlamak.

Bunlar Astana formatındaki rolünü Astana’nın ruhuna uygun şekilde oynayarak, yani örneğin Suriye’nin egemenliğine bağlılık bildirip Amerika’yı Suriye’ye müdahaleye çağırmayarak, toprak bütünlüğüne bağlılık bildirip silahlı grupların kontrolünü kalıcı hale getirmeye çalışmayarak gerçekleştirilebilecek hedefler.

Türkiye, doğrudan kendi ulusal güvenliğini ve çıkarlarını önceleyerek Şam’la ilişki kurmak ve bu hedefleri gerçekleştirmek yerine İdlib, Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı ve Barış Pınarı bölgelerindeki varlığını ve kalıcı hale getirmeyi hedef olarak belirlemiş gözüküyor.

Bu yüzden İdlib’in mevcut statüsünü kalıcı hale getirmeye çalışıyor, birbirini besleyen bu karşıtlar dengesinin yarattığı savaş şartlarını Şam aleyhine manipüle etmek istiyor.

Ancak son bir ayda Rusya’nın Türkiye’nin kontrolü altındaki yerlerde petrol kaçakçılığını cezalandırması ve Türkiye’yi İdlib’den sivillerin çıkışı için açılan koridorda işbirliğine zorlaması, Rusya’nın Türkiye’yi gerçek bir Astana ortağı gibi davranmaya zorlayan adımları olarak gözüküyor.

Bu adımların 2018’de vazgeçilen İdlib operasyonuna kadar götürülme ihtimali ise reddedilmiyor. YDH Suriye Temsilcisi Sarkis Kassargian, askeri hazırlıklara işaret ediyor. İdlib operasyonu için askeri şartların da siyasi şartların da elverişli olduğunu belirtip Körfez ülkelerinin Türkiye karşıtı bir blok oluşturduğuna dikkat çekiyor; ama böylesi bir ihtimalin ancak Suriye cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra mümkün hale gelebileceğini söylüyor.

 

 

 

 

paylaş