İklim histerisi ve yoksullaşma

20 Tem 2023

Sıcak hava dalgası dünyanın sonu değil

Çevirmenin notu: ABD Başkanı Joe Biden’ın iklim elçisi John Kerry, geçen hafta Kongre’de yapılan bir oturumda, Washington’un fosil yakıt kaynaklı iklim acil durumunun yaratılmasında ve hızlandırılmasında büyük bir rol oynamasına rağmen, bu durumun yol açtığı yıkım için yoksul ülkelere tazminat ödemeye niyeti olmadığını savundu. Geçen yıl Mısır’da düzenlenen Birleşmiş Milletler COP27 zirvesinde delegeler, müreffeh ülkelerin yoksul ülkelere, sera gazı kirliliği nedeniyle sıklığı ve yoğunluğu artan hava felaketlerinin artan maliyetlerini karşılamaya yardımcı olacak mali kaynaklar sağlayabileceği bir “kayıp ve zarar” fonu oluşturulması konusunda mutabakata varmıştı.

Her ne kadar gelişmekte olan ve düşük gelirli ülkeler güya iklim krizinde en az paya sahip olsalar da krizin ölümcül sonuçlarından orantısız bir şekilde zarar görenler yine onlar.

Gelişmiş ülkeler 2009 yılında COP15’te 2020’ye kadar ve 2025’e kadar her yıl gelişmekte olan ülkelere 100 milyar dolar yeşil finansman sağlamayı kabul etmişlerdi; bu tarihten sonra yeni bir hedef belirlenecekti. Ancak ilk yıl ortaya sadece 83,3 milyar dolar konabildi ve yıllık hedefe ulaşılması şu an da beklenmiyor.

Buradan iklim histerisinin maksadına dair bir ipucu alınabilir; gelişmekte olan ülkeler daha az fosil yakıt tüketmeye razı olursa, bu onların iktisadi kalkınmasının altını oyacak, zira “alternatif enerji kaynakları” denilen şeyler çok daha pahalı. Aşağıda tercümesi verilen makale, İtalyan yazar ve çevirmen Thomas Fazi’nin imzasıyla Unherd’de yayımlandı. Fazi, akıl dışı taleplere karşı makul öneriler sunuyor.

 

Sıcak hava dalgası dünyanın sonu değil

Thomas Fazi

18 Temmuz 2023

Emisyonların azaltılması yoksullara zarar verecek

Bu satırları yazarken, Roma’daki favori mahalle kafemde, dışarıdaki sıcaklık 40 dereceye yakın. Yani evet, hava sıcak. Yine de nispeten eski bir icat olan klima sayesinde rahatça çalışabiliyorum. Eve dönmek için yapacağım 10 dakikalık bisiklet yolculuğu her zamankinden daha zor olacak ama beni öldürmeyecek. Buradaki çoğu insan gibi ben de bu sıcaklıkları bir sıkıntı olarak görüyorum, ama hepsi bu kadar.

Ancak haberlere bakılırsa fazlaca kaygılanmam, hatta dehşete düşmem gerekiyor. Herkes Asya, ABD ve en önemlisi Avrupa’yı kasıp kavuran “aşırı”, “rekor kıran” ve “ölümcül” sıcak hava hakkında manşetten haberler veriyor. Burada gayri resmi olarak sıcak hava dalgasına önce Hades’in kapılarını koruyan çok başlı köpek Cerberus’un, ardından da ölüleri oraya taşıyan Charon’un adı verildi. Roma’ya “cehennem şehir” deniyor. Dürüst olmak gerekirse, şu anda dünyanın dört bir yanında yoksulluk, terör ve savaşla boğuşan bundan daha fazla cehenneme benzeyen birkaç yer düşünebiliyorum. Yine de bize, mevcut sıcak hava dalgalarının, iklim değişikliğinin bir sonucu olarak bizi bekleyen “cehennemden” bir lokma olduğu söyleniyor.

Bu tür sansasyonel yaklaşımlar, Batı’yı saran iklim histerisini ve bu histerinin akılcı çözümler üretme kabiliyetimizi nasıl ciddi bir şekilde engellediğini gözler önüne seriyor. Pek çok insan karbondiosit emisyonlarını 2030’a kadar büyük ölçüde azaltmazsak (ya da tamamen ortadan kaldırmazsak), iklim değişikliğinin dünyadaki tüm yaşamı olmasa bile insanlığı yok edeceğine ikna olmuş görünüyor. Bize “bilimin söylediğinin” bu olduğu söyleniyor. Bu saçmalık.

Evet, iklim değişikliği ve küresel ısınma gerçek; ve evet, büyük ölçüde insan faaliyetlerinin bir sonucu, fakat gezegen “yaşanmaz” hale gelmeye yakın değil. Aslında bilim çok daha incelikli: BM Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneline (IPCC) göre, dünyanın gerçekten daha fazla kuraklık, sel veya kasırga yaşayıp yaşamadığı ya da herhangi bir değişikliğin insan davranışlarından ne ölçüde etkilendiği net olmaktan uzak.

Bilim insanları bunun tarım üzerindeki etkisinin ne olacağından bile emin değil: BM Gıda ve Tarım Örgütü tarafından 2011 yılında yapılan bir çalışma, iklim değişikliğinin yüzyılın ortalarında küresel mahsul üretimini bugünkü üretimin yüzde 1’inden daha az azaltabileceğini öngörüyor. BM iklim panelinin belirttiği gibi: “Çoğu ekonomik sektör için iklim değişikliğinin etkisi, nüfus, yaş, gelir, teknoloji, göreli fiyatlar, yaşam tarzı, düzenleme, yönetişim ve sosyoekonomik kalkınmanın diğer pek çok yönündeki değişiklikler [gibi] diğer etkenlerin etkilerine kıyasla küçük olacaktır.”

İklim değişikliğinin insanlık üzerindeki genel etkisi olumsuz olsa da bilim bize hiçbir yerde 2030 yılına kadar net sıfıra geçmezsek dünyadaki yaşamın yok olacağını söylemiyor. Bu tarihler bilim insanları tarafından değil, politikacılar tarafından belirleniyor. Sonuç olarak, şu anda iklim tartışmalarına hâkim olan kıyamet anlatısı tamamen asılsız ve etik dışı. Albert Hirschman, The Rhetoric of Reaction [Tepki Retoriği] adlı kitabında, insanların bir fark yaratmak için artık çok geç olduğuna dair kaderci inançları nedeniyle önleyici eylemleri nasıl reddedecekleri konusunda, yani “geleceksizlik tezi” konusunda uyarıda bulunuyor. Bugün bu olgu, “iklim kaygısı” yaşayan ve çocuk sahibi olmamayı tercih eden binlerce genç Batılıda görülebilir. BM’nin son İnsani Gelişme Raporu’na göre dünya, Birinci Dünya Savaşı öncesinden bu yana —her ne kadar ölçülebilir hemen her açıdan dünya üzerindeki yaşam her zamankinden daha iyi olsa da— hiçbir dönemde olmadığı kadar karamsar.

Bu yaklaşan kıyamet söylemi sadece sorunu çözme olasılığını engellemekle kalmıyor, aynı zamanda her türlü otoriter fanteziyi de beraberinde getiriyor. En iyi adımın karbondioksit emisyonlarını büyük ölçüde azaltmak olduğu ve bunun ne pahasına olursa olsun yapılması gerektiği bir inanç maddesi haline geldi. Eğer dünyanın sonu gelecekse, her şey mübah. “Eko-aktivizmin” giderek şiddetlenen biçimleri de bu eğilimin bir parçası. Korku, depresyon, çaresizlik ve otoriterlik birbirini besliyor.

Yine de gerçekçi bir iklim politikasının sonuç vermesi on yıllar alacaktır; önümüzdeki yıllarda emisyonlarımızı kayda değer ölçüde azaltsak bile, havadaki toplam karbondioksit miktarı biraz azalmış bir oranda da olsa artmaya devam edecek. Bu durum özellikle, önümüzdeki yıllarda ve on yıllarda küresel emisyonlarda giderek daha küçük bir paya sahip olacak olan Batılı ülkeler için geçerli. Bjorn Lomborg’un, BM iklim bilimcileri paneli tarafından kullanılan bir modele dayanarak yaptığı tahminlere göre müreffeh ülkeler tüm emisyonlarını tamamen azaltsalar bile (imkânsız bir senaryo) 80 yıl sonra sıcaklık artışı, aksi takdirde olacağından sadece 0,4 derece daha az olacak. Dolayısıyla, Batılı ülkeler gerçekçi olmayan iklim hedeflerine ulaşabilseler bile iklim değişikliğinin olumsuz sonuçlarını —seller, fırtınalar ve sıcak hava dalgaları— çok uzun bir süre daha yaşamaya devam edeceğiz.

Bu, sıcaklıkların belirli bir sınırın üzerine çıkmasını engellemek için hiçbir şey yapmamamız gerektiği anlamına gelmiyor. Fakat amacımız sahiden hayat kurtarmaksa —ki bugün hayatta olanlara karşı gelecek nesillerden daha fazla ahlaki yükümlülüğümüz var— o zaman önceliğimiz uyum; yani, insanların iklim değişikliğinin etkileriyle başa çıkmalarına yardımcı olacak ve burada ve şimdi hayat kurtaracak tedbirler olmalı.

Uyum, artan sıcaklıklar karşısında bile iklime bağlı ölümleri büyük ölçüde azalttı; deniz seviyeleri yükselirken bile fırtına dalgalarından kaynaklanan ölümlerin azalmasının nedeni bu ve gelecekteki en olası senaryonun iklime bağlı sellerden daha az insanın ölmesi olmasının nedeni de bu, tıpkı bazı ülkelerde sıcaklıklara bağlı ölümlerin azalması gibi. Uyum aynı zamanda orman yangınlarından kaynaklanan ölümlerin ve yıkımın büyük ölçüde azalmasının ve genel manada, küresel nüfustaki büyük artışa rağmen iklime bağlı ölümlerin geçtiğimiz yüzyılda yaklaşık yüzde 96 oranında azalmasının da nedeni. Bu durum, iktisadi kalkınma ile iklim direnci arasındaki güçlü ilişkinin ispatı.

Mevcut sıcak hava dalgaları bağlamında bu, insanların “iklim eylemi” yerine hükümetlerinden klima destekleri ve daha düşük enerji fiyatları talep etmeleri gerektiği anlamına geliyor; kısa vadede fark yaratmayacak (ve uzun vadede ihmal edilebilir bir etkiye sahip olacak) boş vaatler değil, sıcaklığa bağlı ölümlerin sayısını büyük ölçüde azaltacak basit tedbirler. Ancak siyasetin temeli olarak insanların gerçek maddi koşullarının yerini kabuslar ve elitist fanteziler aldığında olan bu, “gezegeni kurtarmak” gerçek insanları kurtarmaktan daha önemli hale geliyor.

İklim histerisi, bu şekilde dünya algımızı tamamen çarpıtıyor. Geçtiğimiz hafta Dünya Meteoroloji Örgütü’nün temmuz ayının dünyanın en sıcak haftası olarak kayıtlara geçtiğine dair raporu büyük ilgi gördü. Aynı saatlerde, bu kez BM Kalkınma Programı tarafından yayımlanan bir başka rapor daha az ilgiyle karşılandı. Fakat muhtemelen daha önemliydi. Rapor, Kovid-19 salgını ve ardından enflasyon ve borçlanma maliyetlerindeki artışın 165 milyon kişiyi daha yoksulluğa iterek toplam küresel rakamı 1,65 milyara, yani dünya nüfusunun yüzde 20’sinden fazlasına çıkardığı tahmininde bulunuyordu.

İklim aktivistleri sık sık iklim değişikliğinden en fazla zarar görecek olanların yoksul ülkelerde yaşayanlar olduğunu savunuyor. Bu doğru. Ancak, bir kez daha, bizim ve onların önceliğinin küresel emisyonları mümkün olduğunca hızlı bir şekilde azaltmak olması gerektiğini iddia etmek mantıksız. Yoksul insanların önceliği yoksul olmamak. BM’nin yaklaşık 10 milyon kişiyle yaptığı küresel bir anket, iklimin yoksullar arasında eğitim, sağlık ve beslenmenin çok gerisinde, en düşük politika önceliği olduğunu ortaya koydu.

Elbette bu hedefler her zaman tek başına ele alınamaz. Sıklıkla ödünleşimler söz konusu; dünyadaki yoksulluğun azaltılması veya ortadan kaldırılması daha fazla büyüme gerektirir, bu da kaçınılmaz olarak daha fazla enerji ve dolayısıyla daha fazla emisyon gerektirir. Aslında, iklim değişikliğinin etkileriyle başa çıkmanın kendisi de, klimanın iklim paradoksunun açıkça ortaya koyduğu gibi, enerji yoğun. Bu hakikatle yüzleşen çevreciler, gelişmekte olan ülkelerin gelecekteki enerji ihtiyaçlarının tamamen yenilenebilir enerji kaynaklarıyla karşılanabileceği fikrini savunmaya devam ediyorlar ama bu da bir hayal.

Breakthrough Institute tarafından geçen yıl yayımlanan bir raporun da açıkça ortaya koyduğu üzere, yenilenebilir enerji kaynaklarının (ideal olarak tamamen karbonsuz olan nükleer enerji ile birlikte) Afrika ve diğer yoksul bölgelerin kalkınmasında oynayacağı bir rol olsa da, dünyanın yoksul ülkelerinin çoğunun önümüzdeki yıllarda kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtlara bel bağlamaktan başka seçeneği yok. Raporun iki ortak yazarı, Breakthrough Institute’ten Vijaya Ramachandran ve Chicago Üniversitesi Kalkınma İnovasyon Laboratuvarından Arthur Baker, “Fosil yakıt tüketiminin devam etmesi ve artması esef verici, fakat bu daha az toprakla daha fazla insanın besleneceği, ormansızlaşmanın azalacağı ve modern tarıma geçişin sağlanacağı anlamına gelecek,” diye yazıyor. Unutmayın, yoksulluk gelişmekte olan ülkelerdeki ölümlerin başlıca nedeni; bu ülkelerde daha fazla büyüme daha fazla emisyon ancak önemli ölçüde daha az ölüm anlamına gelecektir. Dahası, dünyanın en yoksullarının yoksulluktan kurtulmalarına yardımcı olmak, onları iklim değişikliği karşısında daha dirençli hale getirecektir.

Çevreci sempatiye sahip olanlar için bile burada seçim yapmanın çok zor olmadığı düşünülebilir, daha az ölüm kesinlikle peşinden gidilmeye değer bir hedef. Bunun yerine, Dünya Bankası ve Avrupa Yatırım Bankası gibi kalkınma bankaları ve uluslararası finansman grupları, fosil yakıt veya nükleer projelere sağladıkları finansmanı azaltarak veya durdurarak, finansmanı giderek artan bir şekilde iklim uyumu ve azaltımı ile ilişkilendiriyor. İklim histerisinin bizi, müreffeh ülkelerde olduğu kadar gelişmekte olan ülkelerde de yoksul ve dışlanmış insanlar için giderek daha mantıksız —ve nihayetinde ölümcül olmasa da çok tehlikeli— seçimler yapmaya itmesinin en iyi örneğini burada gözlemleyebiliriz.

Bu, iklim değişikliği konusunda hiçbir şey yapmamamız gerektiği değil, insan refahını artırmak —ki bu kısa vadede daha fazla emisyon anlamına geliyor— ve sıcaklık artışlarını azaltmak arasında doğru dengeyi kurmamız gerektiği anlamına geliyor. Yoksulluk, iklim değişikliğinden daha fazla insanı öldürmeye devam ettiği sürece, dünyayı kurtarmayı önemsediğini iddia eden çevreciler, onu kimin için kurtardıklarını düşünmeli.

 

paylaş