- Radikal
Madalyonun bir yüzü paslanmış ise, diğer yüzü üzerinde altın kaplamayla pırıl pırıl parlamaz.
Center for American Progress (CAP), Washington düşünce kuruluşlarının en çiçeği burnunda, en taze olan sayılabilir. Ancak, nüfuzu, tazeliğiyle ters orantılı. Zira, Center for American Progress, “Obama yandaşları” tarafından, daha Obama, Demokratların başkan aday adayıyken kuruldu. O sırada Barack Hussein Obama adlı, hiç Amerikalı çağrışımı yapmayan böyle garip isimli siyah genç adamın, Hillary Clinton’u alt edip, Demokratların başkan adayı olabileceğine ihtimal vermiyordu. Obama’nın, hele hele, ABD Başkanı seçileceğini tasavvur edenlerin sayısı da pek fazla değildi.
Center for American Progress ise, kurulurken hesaplarını Obama’nın ABD Başkanlığı üzerine kurmuştu. Washington’un genç düşünce kuruluşu tam da bu nedenle, son yıllarda düşüncelerine en ziyadesiyle kulak verilmesi gereken Amerikan düşünce kuruluşlarından biri. Center for American Progress’in Türkiye uzmanı Michael Werz’in Gezi olayları sırasındaki kaleme aldığı bir önemli makaledeki görüşlerine bu köşede yer vermiştim. Michael Werz, o makalesinde Gezi protestoları sırasında Tayyip Erdoğan’a hayli sert eleştiriler yöneltmiş ve Obama yönetiminin Erdoğan ile ilişkilerini yeniden masaya yatıracağını öne sürmesiyle dikkati çekmişti.
Eğer, Center for American Progress, Ak Parti’nin reformist politikalarını hararetle desteklemiş bir düşünce kuruluşu olmasa, Michael Werz’in söz konusu o yazısı, kimilerince “uluslararası komplo” iddialarına dayanak gibi görülebilirdi. Ama, Center for American Progress ve Michael Werz için, böyle bir iddianın su kaldıran bir yanı yok.
Şu aşağıdaki sözleri söyleyebilecek kadar işin içinde olan bir “kaynak”tan, kısa süre önce, öğrendiğime göre; “Eğer Tayyip Erdoğan’ın Gezi sırasında ortaya koyduğu performans öngörülseydi veya Gezi olayları Tayyip Erdoğan’ın 16 Mayıs’taki Washington ziyaretinden önce cereyan etse ve Erdoğan o tavrı ortaya koymuş olsaydı, 16 Mayıs Obama-Erdoğan buluşması gerçekleşmezdi.”
Bu sözler bana Tayyip Erdoğan yönetimindeki Ak Parti iktidarının, Batı ile sorununun sadece Avrupa ve AB ile sınırlı olmadığını, ABD’nin de Türkiye’deki siyasal iktidar ile sorunlu bir durumda olduğunu gösterdi. (Bu arada, AB’ye karşı en saldırgan dili kullananın AB ile ilişkilerden sorumlu bakan olduğu gibi bir garabet söz konusu).
Amerikalılar özellikle, medyadaki gelişmeleri “otoriterleşme eğilimleri ve iktidar tekelleşmesi” göstergesi olarak endişeyle izliyorlar. “Checks and balances” denilen, yürütmenin sürekli dengelendiği, denetlenebildiği ve hesap verebilir olduğu bir siyasi sisteme bağlı bir ülkenin, çok yakın müttefikleri olan önemli bir ülkede ortadan kalkmakta olduğunu görmelerinden çok rahatsız olabilecekleri açık. Sıkıntılarını yüksek sesle dile getirmemekle birlikte, çeşitli vesilelerle dışa vurduklarını sezmek ve anlamak gerekiyor.
Bu nedenle de, Center for American Progress ve Michael Werz’e kulak kabartmak da yarar var. Michael Werz, Posta 212 için İlhan Tanır’a da Gezi’yi ve Türk-ABD ilişkilerini değerlendirdi. Söyleşi, “Ak Parti Pusulasını Kaybetti” başlığı altında yayımlandı. Gezi protestolarının “Erdoğan’ın dediği gibi Türkiye’nin artan gücünü durdurmaya çalışan bir küresel veya bölgesel bir senaryo olabilirliği”ne ilişkin cevabı şu:
“Aslında çok enteresan bir şey ki, 2009’da Erdoğan kendi konuşmasında: ‘Biz artık düşmanlarla çevrili değiliz’ demişti. O zamanlarda Dışişleri Bakanı ‘komşularla sıfır problem politikası’nı değerlendiriyor ve Türkiye, AB üyeliğini zorluyordu. Bunlardan yola çıkarak Türkiye gözlemcileri, bu yaklaşımları alkışlayarak bunu Türkiye’deki ulusalcı komplo teorilerinin ve paranoyasının bitişi olarak gördüler. Şimdi ise hükümetin en ileri gelenlerinin tam da o retoriğe dönüşü dışarıdan büyük bir şokla ve endişeyle izleniyor...”
Bence, söyleşinin en çarpıcı bölümleri, Erdoğan iktidarının “değerlere” ve “ilkelere bağlı” bir dış politika izlediğini ileri sürmesi için yaptığı değerlendirme. “Peki bir ülke dış politikası sadece değerlere bağlı olabilir mi?” sorusuna CAP’in Türkiye uzmanı şu cevabı veriyor:
“Bu, değerlerin ne olduğuna bağlı olarak değişebilir. Eğer bu değerler, demokrasi arzulayan, insan haklarına saygı duyan ve insanların kendi toplumlarında kendi kendini yönetme taleplerine hassas evrensel değerler ise, sanırım bunlar dış politika yapımında oldukça önemli bir kısmı oluştururlar. Fakat eğer bundan dış politikanın tavizsiz ve pragmatizm olmadan yapılabilmesi kastediliyorsa bu bence bir illüzyondur. Ve eğer bu değerlerden kasıt, kültürel ve dinsel değerlerse, o zaman tamamen mezhepsel bir vadiye akar demektir ki, biz böyle bir yaklaşımı hep eleştirdik...”
Bu satırlar Türkiye’nin son dönem dış politikasına yönelik olarak okuduğum en “efendice” eleştirilerin başında geliyor. Başka Başbakan’ın dilinden “yüce değerler”e dayandırıldığı iddia edilen ve Realpolitik ile ilişkilerini kesmiş görüntüdeki Türkiye’nin dış politikası, şu günlerde, gerçekten de tam bir “illüzyon” ve maalesef, gerçekten de, “mezhepsel bir vadiye akar” halde.
Bundan vazgeçme çabası, sadece, geçen hafta Suriye PYD lideri Salih Müslim ile yapılan görüşmeler oldu. Bununla birlikte, o temas, Türkiye’nin bölgesel etkinliğindeki erozyonu giderebilecek mi; daha bilemiyoruz.
Şu günlerde, Washington’da FKÖ ile İsrail heyetleri üç yıldır ilk kez masaya oturdular. Hamas yok. Filistin politikasını Gazze’de sabitlemiş ve FKÖ ile Hamas arasında ibresi, ikincisine dönük. Sonuç olarak, Ortadoğu barış sürecindeki yeni ivmede Türkiye de yok. Ne gözlemci olarak, ne herhangi bir başka statüde.
Mısır’daki darbe sonrasında Başbakan, AB’ye kükredi, ikiyüzlülükle suçladı. Buna rağmen, AB’nin üst yetkilisi Catherine Ashton, Kahire’ye gitti ve ayrıca Muhammed Mursi’yle de görüştü. Arkasından Alman Dışişleri Bakanı Westerwelle de Kahire yolunu tutuyor. Mısır’da –Mursi ve Müslüman Kardeşler’in selameti bakımından bile- AB, Tayyip Erdoğan iktidarının Türkiye’sinden çok daha işlevsel. AB yetkilileri Kahire’ye girip çıkıyorlar; orada Müslüman Kardeşler’le de görüşebiliyorlar. Buna karşılık, Türkiye Büyükelçisi ikide bir Kahire’de Dışişleri’ne çağrılıp, tepkiye maruz kalıyor. TC vatandaşları için fiilen kaldırılmış olan Mısır vizesi tekrar kondu.
TC vatandaşları Mısır’a vizesiz gidemezken, Türkiye Başbakanı aklına koyduğu Gazze yolu ona tümden kapanmışa benziyor. Mısır’da Tayyip Erdoğan, Batı’ya çatıp onu azarlarken, askeri darbeyi destekleyenler S. Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve hatta mahçup bir biçimde Katar idi. Darbenin arkasında Batı yok, Körfez vardı.
Mısır’da darbeci güçlerin arkasındaki Körfez ülkeleri, Suriye söz konusu olduğunda Türkiye ile birlikte “Sünni ekseni”ni oluşturmuş olan ülkeler. Onların finansmanıyla elde edilen silahlar, el-Kaide ve türevi grupların eline Türkiye üzerinden geçti ve onlar Türkiye topraklarını kullanarak Suriye’ye girer çıkar oldular. Bu görüntüdeki Suriye politikası, Türkiye’yi ve iktidarı sıkıntıya soktu.
Suriye konusundaki “müttefikler”, Mısır konusunda ters düştüler. Türkiye-Avrupa mesafesi açılmış durumda. Türkiye-ABD ilişkileri Gezi sonrası “sıkıntılı”, Türkiye’nin Ortadoğu’daki ağırlığı tartışılık hale geldi. Mısır’daki gelişmelere müdahale edemiyor. Mısır üzerinde her gün topa tuttuğu AB’nin yanına yaklaşacak kadar ağırlığı yok. Ortadoğu’da üzerinde en büyük yatırımı yaptığı Filistin konusunda temel aktörlerden biri olmaktan çıkmış bir görüntüde.
Böyle bir tablo, bir yerde (ya da birçok yerde) yanlış yapıldığı anlamına gelir. Bu tablonun tersine çevrilmesi için dış politikanın tepeden tırnağa yeniden ele alınmasını zorlar.
Böyle bir eğilim var mı? Hayır. Tam tersine, sürekli olarak “değerlere bağlı” dış politikayla övünülüyor, iftar yemeklerine atılan nutuklarla “Türk’ün Türk’e propagandası”yla zaman geçiriliyor.
İç politika ve dış politika, bir madalyonun iki yüzü gibidir.
Madalyonun bir yüzü paslanmış ise, diğer yüzü üzerinde altın kaplamayla pırıl pırıl parlamaz.