- Radikal
Başlangıçta Tayyip Erdoğan'a niçin destek olmuşsam, şimdi aynı nedenden karşı çıkıyorum.
En son söyleyeceğimi en başta söyleyeyim: Tayyip Erdoğan kaybetti!
Üstelik, ‘Gezi Parkı Fatihi’ unvanını kazandıktan ve İstanbul surları dışında Kazlıçeşme’de binlerce kişiyi toplayıp ‘zaferini taçlandırdığı’, yani kendisini en güçlüymüş gibi gördüğü ve gösterdiği anda kaybetti.
Neyi kaybetti?
On yıl önce en önem verdiği şeyi, ‘Kimsesizlerin kimsesi’, ‘Sessizlerin sesi’ olarak tarihe geçme şansını kaybetti. Tayyip Erdoğan, 31 Mayıs-16 Haziran arası dönemde, özellikle 16 Haziran gecesinden 17 Haziran gecesine dek İstanbul başta, ülke çapında estirilen ‘polis terörü’ havası, ‘Divan Oteli’nin içine biber gazı atılması’, ‘doktorların ellerinin arkadan kelepçelenmesi’, ‘İstiklal Caddesi’nde çırılçıplak soyunan birisinin polis saldırısına bağrını açması’, ‘polisin tazyikli suyuna karşı koyan kırmızı elbiseli kadın’ görüntüleriyle ne yazık ki çok daha fazla hatırlanacak artık.
Ne yazık ki diyorum, zira, Türkiye’ye yakın geçmişte önemli adımlar attıran liderin tarihe bu görüntüler eşliğinde kaydolmasını gerçekten istemezdim. Yıllarca ona destek olduğum, kredi açtığım da doğrudur. Bu nedenle hâlâ ‘ulusalcı’ çevrelerin bana yönelik tepkileri, son gelişmelerden sonra ‘ağır hakaret’ haline gelerek devam ediyor. Ortaya konan zulme gönderme yapan bazıları, ‘yetmez ama evet’ gibisinden kinayeli tavırlarının yanı sıra Erdoğan’ın ‘zulmü’nden benim ve benim gibilerin sorumlu olduğunu ileri sürecek kadar saçmalıyorlar. Bütün bunlar doğru olmasa da Tayyip Erdoğan’ı güçlü biçimde desteklemiş olduğumuza dair hayli yaygın bir algıya neden olduğumuzu da görebiliyorum.
‘Mazlum’ Tayyip Erdoğan’a elbette destek olduk. ‘Askeri vesayet rejimi’ne karşı Türkiye’nin demokratikleşme hamlelerini bir milim ileri götürecek her adımına destek olduk. Türkiye’nin AB yoluna koyulmasına –demokratikleşmenin konsolidasyonu olarak- candan destek verdik. Kürt sorununun çözülmesine katkı yapmaya özendirmek istedik. Sırf bu uğurda birçok konuda ondan eleştirimizi sakındık da. Bana ve benim gibilere, kimi çevrelerde dinmeyen kızgınlığın kaynağında, Tayyip Erdoğan’a bir dönem destek vermiş olmamız var. Ancak başlangıçta Tayyip Erdoğan’a niçin destek olmuşsam, aynı nedenden karşı çıkıyorum. Kendisinin çok sevdiği Mehmet Akif’in dizelerini hatırlatayım:
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem… Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim, Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! Adam aldırma da geç git, diyemem aldırırım. Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu…”
Günlerdir, İstanbul’da, Ankara’da, yurdun her yerinde, özellikle genç insanlara karşı ‘orantısız güç’ kullanılıyor. Bu bir kez yapılsa, tepki ve soruşturma nedeni olabilir. Ama sürekli yapılır önceki gün zirveye ulaşacak hale gelirse bunun adı ‘zulüm’dür.
Zulmü sevemem!
Bir de soruyorlar, ‘Küresel komplo’yu görmüyor muyum diye?
Birinci günden beri, ‘Bir avuç çapulcu’dan başladık, ‘faiz lobisi’ne uzandık; yetmedi ‘dış mihraklar’ı keşfettik. Bunlar, ‘Zello’ ile başladı, CNN International ile BBC’ye ulaştı; o da yetmedi Sırbistan’da CIA’ya bağlı bir örgüte, oradan da ABD’de neo-con düşünce kuruluşlarına uzandı. Olayların nasıl başladığını, nasıl devam ettiğini gördüm. Başından beri ne olup bittiğini anlamadığınızı da gördüm. Sonrasında ise bol bol zırvaladığınızı görüyorum. Tayyip Erdoğan’ın kimyasının bozulduğunu fark ediyordum. Can Dündar’ın ‘Polis devleti gibi’ başlıklı dünkü yazısının şu satırları, bunu teyit etti:
“Operasyon öncesi sanatçılarla buluşmasından sızan ayrıntılar, Başbakan’ın psikolojisini ele veriyor. DİSK Genel Sekreteri, ‘Bu iş sosyolojik bir durum halini alıyor, anlamıyor musunuz’ deyince ayağa kalkıyor: ‘Ne sosyolojisi ya! Bana sen mi öğreteceksin’ diyor. ‘Yeter be, sanatçı, aydın tamam. Allah’tan korkun’ diye isyan ediyor…”
Gezi Parkı’na çadırlar toplanırken, barikat kaldırılmışken, Divan Oteli’nin içine yönelecek kadar vahşet sergileyen, görülmemiş bir biber gazı saldırısıyla hâkim olundu. Tayyip Erdoğan, ‘millete ait’ dediği Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’nı, İstiklal Caddesi’ni, Taksim’e çıkan tüm yolları polisle doldurdu. Şehrin merkezi halktan yalıtıldı. İstanbul’un Asyasından Avrupasına insan geçişleri durduruldu. Türkiye’nin her yerinden İstanbul’a polis transfer edildi. Köprü başları ve Mecidiyeköy, jandarmalar tarafından tutuldu.
İstanbul’u İstanbul yapan her yer halksızlaştırılmışken, İstanbul surları dışında Tayyip Erdoğan, 300 bin kişi toplasa ne yazar. O yüzden, “Beş misli daha fazla insan toplasanız Kazlıçeşme’ye ve avazınız çıktığı kadar bağırsanız fark etmez. Bu kafayla, bu şekilde, bu yol faşizme çıkar” diye yazdım.
Faşizm denilen rejim, ‘askeri vesayet rejimi’ değildir; faşizm, sivil bir rejimdir. Seçim sandığıyla da sorunu yoktur. Sandıktan çıkmış, sandıkta kazanmıştır. Ama ‘demokrasi’ ile ilgisi yoktur.
Kaldı ki, dün Taraf’ta Semih İdiz’in hatırlattığı gibi, Başşar Esad da Şam’da Ekim 2011’de ‘hainler ve arkalarındaki yabancı mihraklarla, Batı medyasını lanetleyerek’ yüz binlerce kişiyi sokaklara dökmüştü.
Gezi Parkı’na gereksiz ve acımasız saldırıya geç; İstanbul’un merkezini halka kapat; iki yakanın bağlantısını kes ve bütün bunları yaptıktan sonra, tüm devlet imkânlarını seferber ederek Kazlıçeşme’de miting düzenle. Dolayısıyla, Kazlıçeşme mitinginin, Tayyip Erdoğan’ın tehlikeli bir gövde gösterisi olmanın ötesinde bir değeri yoktur. Tehlikelidir çünkü rejimin renginin değişebileceği sinyalini vermiştir.
Bu iktidara en dost düşünce insanlarından biri olan, tanınmış sosyolog Prof. Nilüfer Göle, önceki gün, “Gezi’nin yerle bir edilmesi, genç, kadın, çocuk, doktor, avukat tanımadan uygulanan şiddet, otel lobilerine kadar süren kovalamaca, tutuklamalar, iktidarın inkâr sarmalına girdiğini gösteriyor. Türkiye demokrasisi kötü bir görüntü veriyor. Bu görüntüyü iktidarın kendisi veriyor. Sağır ve zalim bir iktidar görüntüsü kalabalıkla, sandıkla, seçimle silinemez” diye yazdı.
Göle’ye bu satırları yazdırmış olduğu için Tayyip Erdoğan kaybetti.
Nilüfer Göle, şu satırlara da yer verdi:
2013 yılının haziran ayındayız. Öyle bir üç hafta yaşadık ki, bundan sonra, 2014’te Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçileceğini, dahası 11 yıllık başbakanlıktan yorgun düşüp, şu hale gelmiş bir Tayyip Erdoğan’ın iki kez cumhurbaşkanı seçilerek 2024’e dek bu hale gelmiş bir Türkiye’yi ‘demirden yumruk’ ile yönetebileceğini tasavvur edebiliyor musunuz?
Bir Tayyip Erdoğan düşünün ki, tüm dünyaya kafa tutuyor, içerde medyaya ayar vermekle kalmayıp, uluslararası medyaya da posta koyuyor, Avrupa Parlamentosu’nu tanımıyor, önüne gelecek her ülkeyle kavgaya hazır. Böyle bir Tayyip Erdoğan ile Türkiye’nin ‘içine kapanması’ kaçınılmazdır. Peki, böyle bir Tayyip Erdoğan ile önümüzde 11 yıl daha bulunduğunu düşünebiliyor musunuz?
Demokratik ve özgür bir ülke fotoğrafı vermeyen Türkiye’nin bölgesine ve dünyaya örnek bir ülke olabileceğini ihtimal veriyor musunuz?
Yani, Tayyip Erdoğan, bir de ayağına sıktı.
Son üç haftanın ‘Türkiye çalkantısı’nın ilk sonucu: Tayyip Erdoğan kaybetti…