Taha Kılınç

11 Kas 2017

Lübnan’ın önemli gazetelerinden el-Ahbâr’ın 6 Kasım tarihli manşeti tek kelimeden oluşuyordu: Rehine. Kapakta müstafi Başbakan Saad Hariri’nin boydan bir fotoğrafı vardı, tam karşısında da küçük bir karede Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman. Hizbullah’a yakınlığıyla bilinen gazetenin vermek istediği mesaj, gayet açıktı. Hariri, Suudiler tarafından Riyad’da rehine olarak tutuluyordu.
Gerçekten de, Riyad’a yaptığı resmi ziyaret sırasında, geçtiğimiz cumartesi günü aniden istifasını açıklayan Saad Hariri, o günden bu yana ülkesine dönmedi. Rehine tutulduğu algısını güçlendiren bu durum, Hariri’nin, aynı gün gözaltına alınan Suudi prenslerle ve milyarder işadamlarıyla birlikte alıkoyulduğuna dair haberlerle daha da karmaşık bir hal aldı. Sonraki günlerde Suudi Arabistan Kralı Selman ve Birleşik Arap Emirlikleri Veliaht Prensi Muhammed bin Zâyed’le görüşen Hariri’nin hâlen Riyad’da bulunduğu biliniyor.     

18 Oca 2017

 

ABD'nin Trablus Büyükelçisi Christopher Stevens'ın, 11 Eylül 2012 akşamı Libya'nın Bingazi kentindeki CIA karargâhında öldürülmesi, Ortadoğu'nun son yıllarda şahit olduğu en sıra dışı gelişmelerden biriydi. Sıra dışıydı, çünkü Amerikan dış politikasının en keskin dönüşlerinden biri, bu gelişmenin tesiriyle yaşanmıştı.

Henüz ortada kesin kanıtlar yok, ancak bütün işaretler, Stevens'a düzenlenen saldırının ABD'yi Müslüman Kardeşler başta olmak üzere Ortadoğu'daki tüm İslâmi hareketlere cephe almaya ittiğini gösteriyor. O ana kadar Arap Baharı'nı kendi menfaatleri doğrultusunda yönlendirmeye çalışan ve bunu da kısmen başaran Amerikan yönetimi, Libya'da büyükelçisinin öldürülmesinden sonra bölgede eski statükonun korunmasının daha 'akıllıca' olduğunda karar kıldı. “Bölgeyi daha fazla özgürleştirirsek, altından ne çıkacağını bilemediğimiz bir patlama yaşanabilir” düşüncesi hâkim oldu.