- Milliyet
11 Eylül 2014 tarihine kadar, Türkiye’nin “İslam Devleti”ne (İD) karşı koalisyonun ancak en zayıf ve en isteksiz mensubu olabileceğini söyleyebilirdik...
Ankara’nın 11 Eylül’de Cidde’de 10 Arap ülkesi ve ABD ile birlikte katıldığı bakanlar düzeyindeki “koalisyon toplantısı”nın sonuç bildirisine imza atmayı reddetmesinden sonra artık bunu söylemek de mümkün olmaktan çıktı.
Bu toplantının sonuç bildirisine imza atmak, Türkiye’nin İD karşıtı koalisyonun bir mensubu olduğunu dünya kamuoyu nezdinde teyit edecekti.
Ankara imzasını esirgediğine göre, Türkiye’nin bu koalisyonun bir parçası olduğu da bu aşamadan sonra bazıları tarafından ancak iddia edilebilir ve fakat belgelenemez.
Ankara’dakiler ortak bildiride geçen, (taraflar) “uygun bulurlarsa, (İD’ye karşı) koordine edilmiş askeri faaliyetin türlü veçhelerine katılacaklardır” şeklindeki ifadeye takılmışlar. İmza atmamanın gerekçesini “İslam Devleti”nin TC Musul Başkonsolosluğu’nu basarak rehin aldığı 46 kişinin akıbetinden duyulan kaygı oluşturmuş.
Ankara, “İslam Devleti”nin biri Başkonsolos 46 Türkiye vatandaşını rehin tutuyor olmasını bu teröristlere karşı edilgenliğinin sabit gerekçesi haline getirir ve bu maruzatı her durumda açıkça dillendirmeyi sürdürürse, kendisini de Ortadoğu’da siyaseten rehine ve dolayısıyla mefluç kalmaya mahkum eder.
Neticede, Türkiye’ye yapılan koalisyona katkı taleplerinin “rehinelerin durumu” ileri sürülerek geri çevrilmesi, “İD”nin kulağına her defasında bu rehinelerin Türkiye’yi zapturapt altına almakta fevkalade etkili bir araç olduğu mesajına dönüşerek ulaşacaktır.
Bu halin ise rehin vatandaşların kaygı dolu esaretinin daha da uzaması sonucunu vereceğini artık görmek gerekir.
Ayrıca, Ankara’nın tercih ettiği atalet maalesef rehinelerin hayatının güvencesi değil. Amerikalı gazetecilerin vahşice katledildiği bir ortamda dahi “İD”ye karşı koalisyon oluşturup savaş ilan edebilen bir ABD’nin bu teröristler üzerinde giderek artacak olan askeri baskısı, Türk rehinelerin hayatını da çeşitli şartlar altında tehlikeye düşürebilir.
İktidar sözcülerinin dilinde, mahfillerinde ve medyasında “İD”nin rasyonelleştirilmesine yönelik utangaç bir çaba seziliyor. “İD’yi anlamak” ana başlığı altında, bu örgütün Suriye’de ve Amerikan işgali sonrasında Irak’ta Sünnilerin dışlanarak mağdur edilmesinden doğan tepkiden beslenerek güçlendiği ve taban bulduğu anlatılıyor ve bu yolla aslında bir “anlayış” inşa ediliyor.
“İD”nin vahşi ve barbar eylemleri terörizmin bütün tanımlarıyla örtüşen bir nitelik arz ederken, bu örgüt Türkiye’yi yönetenler tarafından bir türlü “terörist” olarak nitelendirilmiyor.
“İD”nin Ortadoğu coğrafyasının bu bölümünde bölgelerin doğal sınırlarına, mezheplere göre homojenleşerek kavuşması açısından tarihsel bir işlev gördüğü gibi bir alt okuma ve zımni kabulleniş de söz konusu...
Bu işlevin İD tarafından en gaddar, en insanlık dışı yöntemlerle, kirli bir biçimde görülüyor olması “son tahlili” değiştirmiyor. Çünkü Sünni aksının sınır çizgilerinin bir biçimde belirginleşmesi “normalleşme” olarak görülüyor.
Bu bakımlardan “İslam Devleti”ne karşı edilgen kalmak bir politik tercihe dönüştüğünde, bu rehineler sorunu koalisyona fiilen katılmamak için bu kez bir vasıta olarak karşımıza çıkabiliyor.
Bu Türkiye İD karşısında kendisine en büyük iyiliği bir kanun ve nizam devletine dönüşmeye karar vererek yapabilir.
Türkiye, kanunlarını uygulamaya karar verirse, terör örgütü İD’nin ülkedeki yasadışı şebekelerini dağıtarak gençlerimizi savaşçı olarak devşirmesinin önüne geçer, örgütün yardım toplama faaliyetini engeller. "Kanun Devleti" olmaya karar veren bir Türkiye sınırlarını tam kontrol altına alacağından İD’nin savaşçı trafiğini durdurabilir.
Tüm bunları yapan bir Türkiye kendi halkının üzerindeki, itiraf edilmeyen İD terörü tehdidini de bertaraf eder.
Kısacası, Türkiye’nin İD karşıtı koalisyona şu an yapabileceği en büyük katkı ülke sınırları içinde kendi kanunlarını uygulamaktan başka bir şey değildir.
