- Yeni Şafak
Gezi olayları ile başlayan “itiraz, ayaklanma ya da saldırı” süreci, Türkiye’nin siyaset dilini belirlemeye devam ediyor.
Olayları hatırlatmak, gündemde tutmak isteyen siyasi bir akıldan bahsetmek mümkün, fakat bizim memlekette semboller, abartılan başlıklar sanıldığı kadar da etkili değil.
Anıtlaştırılan hadiselerin hepsi unutuldu, kimse Gezi’de hayatını kaybedenleri konuşmuyor, Gezi karikatürlerine gülmüyor, şerbetlenmiş aylaklıklara, “Ne günlerdi yahu” demiyor, sadece Gezi’nin dili canlı tutuluyor, ancak bu kadarı yapılabiliyor, çünkü bizim toplum, haddi aşan isyanı kutsamıyor.
Dil çok önemli, o kadar önemli ki, hüznü mizaha, acıyı alaya çevirebilecek, insanı madara edebilecek kadar önemli…
Epey bir zaman önce bir arkadaşımızın babaannesi vefat etti, sevgili dostumuz da durumu sosyal medya üzerinden şöyle paylaştı; “O artık hayatta değil, yarın onun için …. mezarlığında toplanacağız ve onu saygıyla toprağa uzatacağız, gelmek isteyenlere duyurulur.”
Bu cenaze ilanını okuyan kimse üzülmedi, çünkü ölüm hadisesi, o kadar derin bir olgunlukla anlatılmıştı ki, güneşli bir bahar günü çimenlere uzanıp, neşe içinde cıvıldaşmak gibi bir şeydi ölüm… Ve hepimiz, bu neşeli hâli paylaşmak için davet edilmiş bilge insanlardık güya.
Bana göre eksik olan şuydu;
Bu ermişlik dilini kullanmak için ölümün hakiki son olduğuna, gerçek aleme geçiş yapılan son engel olduğuna, her şeyi yoktan var eden bir Allah’ın varlığına işaret etmiyor olmasıydı… Evet evet eksik olan buydu, ölmesine birisi ölmüştü, fakat öyle bir takdim ediliyordu ki ölüm, sanki Allah’a rağmen ölünmüştü… Haşa...
Arkadaşımızın acısı büyüktü, canı yanmıştı, fakat bize yansıttığı acının rengi, bugüne kadar hiç rastlaşmadığımız, tanışmadığımız bir ton, bir feryat gibi geldi bana, doğrusu ben de bir şey hissetmedim.
Şunun için anlattım,
Gezi ayaklanmasıyla başlayıp bugüne kadar gelen sert isyanlar döneminde kullanılan dile halk inanmadı, şefkatine de, acısına da, itirazına da, haklılığına da inanmadı, çünkü kullanılan dil yanlıştı, dil yabancıydı, kullanılan dil, eşek arısının bile sokmayacağı kadar yabancıydı.
Problemler, haksızlıklar vardı, fakat isyanın sebebi olarak gösterilen bu haksızlıkların oranını ve ifade ediliş şeklini, isyanın şiddetiyle bağdaştıramadı halk, nihayetinde devleti haklı buldu, isyana katılmadı.
En başta söylemeye çalıştığım şey, yani Gezi olayları ekseninde kurulan dil hala hükümeti ve devleti haklı çıkarmaya, hükümete ve devlete kazandırmaya devam ediyor.
CHP Genel Başkanı, hükümeti eleştiriyor, tekrar 17/25 Aralık sürecini hatırlatıyor, isyan şekline dönüşecek muhalefet türüne geçileceğinin sinyallerini veriyor.
CHP Genel Başkanı, bunu yaparken, bir taraftan da 17/25 Aralık dönemini organize edenlerin, 15 Temmuz ile bağlantısını kesip, mevzuyu salt bir yolsuzluk dosyası haline getirmeye çalışıyor.
Diğer taraftan yeni dönemin muhalif toplumunu çeşitlendirmek için Semih ve Nuriye adlarını telaffuz ediyor, o cenahı temize çekme adına, Savcı Kiraz cinayetini işleyenlerle, Gezi tayfasının bağlantısını koparıyor.
Yapar, yapacaktır…
Herkes kendi katilini tarif ederken, eşsiz bir destan yazar, bu dünyanın gerçeği budur, sağ ya da sol, hiç fark etmez, herkes kendi canavarını marşlarla gömer.
Solun, tatsız tuzsuz dili kadar sağın da sorunları var, sağın dilinde de, diş misali dökülmüş, ziyan edilmiş harfler var, eksik olan, yerine oturmayan, haklı mevzuları bile anlatamayan, yavan, haksız ve utangaç bir dil var.
“Artık kelimeleri kalmamış, fiyatları sormaktan…” diyen büyük şairimizin, İsmet Özel’imizin, anladığımızda hepimizi utandıracak bir dizesine daha takılıyor boynumuz galiba.
Gaspçı, isyankar, şedid dilden ürken insanımız, durmadan fiyatları soran görmemiş ve doymamış dilden de tiksinmeye başladı.
Gönlü darlananın dili paslanıyor, her şey gözümüzün önünde oluyor.