- FikirTuru
Gıda milliyetçiliği son günlerde sık duyduğumuz bir ifade. Ülkelerin gıda sağlama ve üretmede kendi kendine yeterli olması ve ihtiyacını karşılayabilecek gıda stoğunu elinde tutması anlamına geliyor. Bir süredir gündemde olan bu kavram, COVID-19 pandemisiyle daha sık tartışılır hale geldi, zira salgın nedeniyle hasatların yapılmasında zorluklar yaşandı, tedarik zincirleri bozuldu ve geleceğin belirsizliği içinde ülkeler gıda stoklarını kendi kullanımları için biriktirme kararı aldı. Bu süreçte de şu soru daha çok sorulur hale geldi: Gıda milliyetçiliği bir zorunluluk mu?
Gıda milliyetçiliğinin gerekli hatta kaçınılmaz olduğuna dair tartışmalar aslında yeni de değil. 1990’lı yıllardan itibaren Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşlar ve çok uluslu şirketlerin tarım ve gıda sektörüne hükmetmeye başlamasıyla başgösterdi bu konu. Söz konusu uluslararası kuruluşlar aracılığıyla tarımda serbestleşme politikalarının gıda krizini derinleştirdiği iddiaları da pek çok defa yazıldı, konuşuldu.
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) 2019 yılında yani pandemiden önce yayımlanan “Dünyadaki Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu” raporuna göre 820 milyondan fazla insan yeterli beslenemiyor, 690 milyon kişi açlık çekiyordu. Açlık hemen hemen tüm Sahra Altı Afrika bölgesinde görülüyordu. Afrika %20 yetersiz beslenme oranıyla gıda krizinin en yaygın olduğu kıta ve Asya’da da 2010’dan bu yana yetersiz beslenme artış göstererek %12’ye ulaşmış durumda.
2014 yılındaki Ebola salgınından edinilen deneyim özellikle Afrika ülkelerinde gıdaya erişimin ne kadar zorlaştığını, var olan gıda güvencesizliğini nasıl daha da derinleştirdiğini çok yakın bir tarihte gözler önüne serdi. COVID-19 salgınında da benzer sıkıntılar yaşandı.
Gıdaya erişim sorunu sınıfsal olmaktan çıktı
Gıdaya erişim sorunu COVID-19 salgını öncesinde, özellikle dezavantajlı kesimlerin yaşadığı sınıfsal bir sorundu. Ancak pandemiyle birlikte gıdaya erişim sorununun artık stratejik bir önemi olduğu anlaşıldı. Sadece yoksullar değil, gıdaya erişimde dışa bağımlı ülkelerde yaşayan pek çok insan da bu sorundan etkilendi.
Temel gereksinimlerden biri olan gıda ihtiyacının var olan serbest tarım uygulamalarıyla artık karşılanamayacağı ve ülkelerin kendine yeterli tarımsal üretime dönüş yapmaları gündeme geldi. Gıdanın üretim ve dağıtım aşamalarını olumsuz etkileyen COVID-19 salgını döneminde pek çok ülkede ürün hasadı yapılamadı.
Türkiye’de ise büyük ölçüde mevsimlik tarım işçileri üzerinden yürütülen tarımsal faaliyetler, salgın nedeniyle uygulanan kısıtlamalardan tarım işçilerinin muaf tutulmasıyla belli ölçülerde devam ettirilebildi. Tabii bu durumun ne kadar sağlıklı koşullar altında yürütüldüğü ayrı bir tartışma konusu.
Bu süreçte salgın ile bağlantılı olarak en çok konuşulan konulardan biri de gıda milliyetçiliği oldu. Sınırlar açılsa, sosyal hayattan iş yaşamına, tarımdan sanayiye hemen her alanda hayat yeni normal şartlarına adapte olmaya başlansa da, gıdaya erişimde yaşanabilecek herhangi bir sıkıntı ve bu konudaki belirsizlik büyük bir endişe kaynağı. Tarıma büyük yatırımlar yapan ve Ortak Tarım Politikası oluşturan Avrupa Birliği dahi artık kendine yeterli olma, yerli üretim ve tüketim konusunda somut değişikliklere gidiyor.
Gıda milliyetçiliği gıdayı muhafaza etmeyi de kapsıyor
Gıda milliyetçiliği, gıda bağımsızlığı ve gıda güvencesini beraberinde getireceği gibi kendine yeterli olma durumundan farklı olarak üretilen gıdayı muhafaza etme durumunu da içinde barındırıyor. Başka bir ifadeyle, ulusal ölçekte talebin karşılanabildiği miktarda gıda üretmek, gıdada kendine yeterli olma ya da gıda bağımsızlığı anlamına gelirken gıda milliyetçiliği, talep edilenden fazla üretim yapılması halinde bu ürünü ihraç etmek yerine muhafaza etmeyi de savunuyor. Yani ülkeler öncelikli olarak kendi vatandaşlarının gıda güvencesini sağladıktan sonra, üretim koşullarının ve miktarının uygun olması halinde ihracat yapabilecekler. COVID-19 salgınından sonra gündeme gelen bu fikir, gıdanın dışa bağımlı olmadan üretilmesi, talep fazlasının ise olağanüstü durumlarda gıda krizine yol açmadan muhafaza edilmesi olarak nitelendirilebilir. Elbette bu durum aynı zamanda tohum ve tarımsal girdi tedarikinde çok uluslu şirketlerin yarattığı baskıdan kurtularak bölgenin kendi tarımsal biyo-çeşitlilik ve iklim koşullarına göre üretimin yapılmasını da beraberinde getirecektir.
Tarımsal açıdan kendine yeterlilik mümkün mü?
Pek çok ülkede tarımda serbestleşme politikalarının önemini yitirdi, bunun yerine korumacı politikalar öne çıktı. Türkiye’de de benzer şekilde, gıda milliyetçiliğinin hayata geçirilmesi her ülkede olduğu gibi kaçınılmaz hale geldi. Küresel salgın gibi ani gelişen ve beklenmeyen durumlara hazırlıklı olmak için ulusal çapta gerekli altyapının oluşturulması, buna uygun politika araçlarının geliştirilmesi elzem. Bu altyapı aynı zamanda sağlıklı koşulların sağlanması ve sağlık önlemlerinin alınmasından sonra temel gereksinim olan gıdaya erişimin aksamamasını da kapsamalı.
Türkiye’de durum ne?
Türkiye’nin durumuna ise biraz yakından bakmakta fayda var. TÜİK verilerine göre, Türkiye’de buğday üretimi 2015 yılında 22,6 milyon ton iken bu rakam 2019’da 19 milyon tona indi. Buğday ithalatı 2015 yılında 4 milyon 349 bin 820 ton iken 2019 yılında 9 milyon 844 bin 942 tona çıktı. İhracat miktarı ise 2015’te 68 bin 798 ton iken 2019’da 7 milyon 578 bin 535 tona çıktı. Arpa üretimi 2015 yılında 8 milyon ton iken 2019’da küçük bir miktar düşerek 7,6 milyon tona indi. Arpa ithalatı 2015 yılında 199 bin 597 ton iken 2019’da yükselerek 509 bin 858 ton oldu. İhracat ise 2015 yılında 134 ton iken 2019 yılında 8 bin 15 ton olarak gerçekleşti. Pirinç ithalatı da 2015’te 119 bin 830 ton iken 2019’da 141 bin 701 tona çıktı. İhracat ise 2015’te 24 bin 065 ton iken 2019’da 8 bin 7 tona indi.
Bu verilerden hareketle, Türkiye’nin yüksek üretim potansiyeli varken son yıllarda üretim miktarında düşüşler olduğu ve bu potansiyelin tam olarak kullanılmadığı söylenebilir. 2015 yılına kıyasla ithalat miktarının arttığı, benzer şekilde ihracat miktarlarının da buğday ve arpada yükseldiği görülüyor. Gıda milliyetçiliği perspektifinden bakıldığında, ithalatın durdurularak ülke içi üretimin desteklenmesi öncelik olarak öne çıkıyor. Bununla birlikte, ihracatın planlanmasında Türkiye’de her kesimin gıdaya erişiminin sağlanması, ülke içi tüketim miktarları ve olası kriz durumlarında gıda sıkıntısı yaşanmaması gibi faktörler de göz önüne alınmalı. Aksi halde COVID-19 gibi olağanüstü durumlarda gıda güvencesi konusunda sıkıntılar yaşanabilir. Ancak bunu salt kriz dönemleri için değil, Türkiye’nin uzun vadede gıda bağımsızlığını kazanması için de dikkate almak gerekiyor.
Tarımda kendine yetmenin yolu ne?
Peki, gıda milliyetçiliğinin gerçekleştirilebilmesi ve tarımsal üretim açısından kendine yeterli duruma gelmek için ne yapılmalı?
Öncelikle tarımda devlet desteği çok önemli. Çünkü tarımsal üretim, iklim koşulları, tarımsal girdi kullanımı, tarımsal işgücü gibi faktörlere bağımlı olarak gerçekleşiyor. Dolayısıyla tarımsal üretim bu koşullara göre devingenlik gösterebiliyor. Bu noktada, üretimin devlet güvencesinde olması, çiftçileri üretime teşvik edecek en önemli faktör. Pek çok çiftçi tarımsal girdi maliyetinin yüksek olması ve ithal gıdanın daha ucuza satın alınarak ülke pazarında yer alması nedeniyle üretim yapamaz duruma geldi. Bu durumun değiştirilerek çiftçinin yeniden toprağa dönmesinin sağlanması devlet teşvikiyle mümkün olabilir.
2000’lerden sonra uygulanmaya başlanan “Doğrudan Gelir Desteği” ile üretim yapılıp yapılmadığına bakılmaksızın toprağı olana ödeme yapmak yerine uygun fiyatlı girdi temini, hibe ve kredi destekleri, ürün alım garantisi gibi yöntemlerle devletin üretimi ve üreticiyi desteklemesi, tarıma elverişli arazilerin üretim için kullanılması gerekiyor.
Bir diğer yöntem, daha önce belirtildiği gibi çok uluslu şirketlerin gıda tekelinden kurtularak tohumun, tarımsal girdilerin yerel olmasına özen gösterilmesi. Türkiye gerek iklimsel açıdan gerek tarımsal arazi açısından oldukça şanslı bir konumda. Dışa bağımlılıktan kurtularak yerele dönülmesi halinde tarımsal biyolojik çeşitliliğin hayli zengin olduğu ve rahatlıkla kendine yeten bir ülke olma konumuna erişeceği su götürmez bir gerçek.
Dış ülkelerden gıda ithali yakın geçmişte emek, kaynak kullanımı gibi pek çok maliyeti düşürdüğü için tercih edilen bir yöntemdi. Ancak özellikle COVID-19 salgınından sonra görüldü ki, sınırların kapanması ve tedarik zincirlerinin kırılması, üretim ile tüketim arasındaki mesafeyi olabildiğince en aza indirmeyi gerektiriyor. Tarladan sofraya uygulamaları, üretim ile tüketim arasındaki mesafenin kısa olması aynı zamanda bu alana harcanan enerji miktarını düşüreceğinden ve gıdanın dayanıklılık seviyesinin üst düzeyde tutulmasına ihtiyaç kalmayacağından, daha ekolojik bir üretim biçimi olarak da fayda sağlayacaktır. Gıda maddelerinin transferi için uzun mesafelerin olmayışı sera gazı emisyonunun düşmesine katkı sağlayacak, gıdanın uzun mesafelerce dayanması için kullanılan kimyasal girdi miktarını düşürecektir.
Benzer şekilde, çok uluslu şirketlerin tek tipleştirerek çiftçilere sunduğu tohumlar, bölgenin iklim koşullarına uygun olmadığı için daha fazla kimyasal girdi gerektiriyor ve bu nedenle su ve toprak kirliliği söz konusu olabiliyor. Yerel tohumun kullanılması, bölgenin doğal iklim koşullarına göre tarımsal üretim imkânı sağlayacağından hasadın verimliliği için yoğun kimyasal girdi gereksinimi de en aza inmiş olacaktır.
Özetle, ülkeler kendi içlerine dönerek tarımda korumacı politikalar izlerken Türkiye gibi tarımsal üretime elverişli bir ülkenin buna kayıtsız kalması düşünülemez. Kimi ülkelerin ihracatlarını durdurması ve gıda güvencelerini sağladıktan sonra belli bir kotayla ihracat yapacaklarını açıklamaları gıda milliyetçiliğine yöneliş olduğunu kanıtlıyor. Bu durum aynı zamanda gıda bağımsızlığı olmayan ülkelerin gıdaya erişimde önemli zorluklar yaşayacağının bir göstergesi niteliğinde. Bu nedenle, gerekli tedbirlerin alınarak Türkiye’nin kendine yeterli hale gelmesi, çiftçiyi üretime teşvik etmesi ve çok uluslu şirketlerin güdümünden kurtulması kaçınılmaz bir stratejik politika olarak karşımıza çıkıyor.