Korkut Boratav

12 Mar 2016

Neoliberalizmi kısmen (sadece makroekonomik alanda) kabul eden Brezilya’dır. Neoliberalizmi tümüyle reddeden Arjantin’dir. Neoliberalizmi tümüyle kabul eden Türkiye’dir.

Latin Amerika’nın sol iktidarlarında yaprak dökümü mü başladı?

Belirtiler o doğrultudadır. Güçlü yerel burjuvaziler, emperyalizmin desteğiyle etkili, adeta eşgüdümlü bir dizi karşı saldırı sürdürüyor.

Tek tek incelememiz, ders çıkarmamız gerekiyor.

Bugün bir başlangıç yapalım. Bu saldırıların önde gelen hedeflerinden Brezilya ve Arjantin’deki sol iktidarların bilançolarına kuşbakışı göz atalım. Türkiye ile de ilginç benzerlikler ve farklılıklar söz konusudur.

Yakın geçmişin bu üç ülkeyi kapsayan panoraması öğretici olabilir.

Krizlerin “yarattığı” iktidarlar

1998-2002 yıllarında çevre ekonomilerini sarsan kriz dalgasından Brezilya, Arjantin ve Türkiye fazlasıyla nasiplerini aldı. Bu nedenle 2002’ye gelindiğinde kişi başına milli gelir düzeyi, önceki yüzyılın son yıllarına göre üçünde de gerilemiştir.

10 Oca 2016

2016 başında “dünyanın hali” nasıl görünüyor? Farklı sorular etrafında tartışabiliriz. Bugün tartışmaya şu sorularla başlayalım: Halkların “farklı bir dünya” arayışları nasıl sonuçlar verecek? Sermayenin hegemonyasında aydınlığa açılan gedikler oluşacak mı? Bu hegemonya karanlık ortamlarda sürdürülecek mi?

Bu sorulara ışık tutan son yıllardaki olayları, eğilimleri hatırlayalım ve “dünyanın yakın geçmişteki halleri” üzerinde 2016’ya ulaşan bir gezinti yapalım.

Sermayenin saldırısı, halk direnmeleri

1980 dolaylarında uluslararası sermaye, emeğin ve “mazlum halkların” geçmiş kazanımlarına karşı kapsamlı bir saldırı başlattı. İlk yirmi yıl ciddi engellerle karşılaşmadı. “Küreselleşmenin ve neoliberal reformların zaferi”ni ilan etti.

Yüzyılın sonlarında direnme dalgaları patlak verdi. On yıl içinde Latin Amerika ülkelerinin çoğunda, neoliberalizme, ABD hegemonyasına karşı çıkan, solcu, bazıları sosyalist iktidarlar oluştu.

13 Kas 2015

Solda herkes “gidişatın doğrultusu” üzerinde birleşiyor; adlandırmada farklar var. Ben, “İslamcı faşizme doğru…” nitelendirmesini yeğliyorum. Son uğrak geldiğinde, terminolojik farkların tartışılması esasen önemini yitirecektir. Fazla gecikmeden yüksek sesle düşünelim.

“Kendiliğinden” bir süreç değil, Erdoğan ve yakın çevresinden kaynaklanan bir “program” söz konusudur. Programı AKP iktidarı, devlet aygıtının stratejik öğelerinden (yargı, MİT,  polis ve TSK’den) de güçlü destek alarak yürüttü, yürütecektir.

İslamcı faşizme geçişin aşamalarını, geçmişe bakarak öngörebiliriz.

2007 sonrasında iki doğrultuda ilerlediler: Birinci olarak, anayasal çerçeve içinde parlamenter çoğunluğa dayanarak önce Cumhurbaşkanlığı’nı, giderek Anayasa değişikliğini hedeflediler. Başardılar. İkinci olarak, yasal sınırların dışına taşarak parlamento dışı muhalefetle mücadele ettiler.

***

19 Eyl 2015

Çin, kapitalist dünya sisteminin merkezine yerleşmeyi hedefliyor. Nasıl? Başaracak mı?

“Dünya ekonomisinin zirvesini” kastetmiyorum. Dünyanın en büyük iki ekonomisinden biri olarak zaten zirvede yer alıyor.

“Kapitalist dünya sistemi” ise farklıdır; emperyalizm ile eş-anlamlıdır. Sistemin merkezi, hegemonik güçlerden, onların bileşenlerinden, araçlarından oluşur. Çekirdeğinde (2015 koşullarında) iki büyük devlet (ABD ve Almanya), onların denetimindeki kurumlar (örneğin IMF, Dünya Bankası, AB Komisyonu), tümünü kuşatan dev (ve vatansız) sermaye grupları, ABD ile AB Merkez Bankaları vardır. Bu çekirdeğin eteklerinde Britanya, Fransa, Japonya gibi ikincil devletler yer alır.

Bugünkü haliyle emperyalist sistemin merkezi tüm dünyayı yönetecek kadar güçlü değildir. Örneğin ABD Ortadoğu’yu gönlünce biçimlendirememekte; olsa olsa istemediği sonuçları önleyebilmektedir. Almanya ise, az daha Avro Bölgesi’ndeki ilk isyana yenik düşecekti; Syriza’nın yüreksizliği sayesinde durumu kurtardı.

29 Ağu 2015

7 Haziran seçimleriyle İslamcı faşizme geçmeyi hedeflemişlerdi. Başaramadılar. Şimdi aynı hedefe kan dökerek geçmeye çabalıyorlar.

Faşizm tehdidi ağırlaştıkça, liberal ve bazı sol çevrelerde tuhaf bir  beklenti oluşuyor: “Türkiye, yükselen piyasaların en kırılgan ülkelerinden biri olduğuna göre, dünya ekonomisi çalkantıya girdiğinde finans kapital Türkiye’yi terk edecek; patlak veren ekonomik kriz AKP iktidarının sonunu getirecek…

Elbette, 2001 krizinin AKP’yi iktidara getiren katkısı hatırlanıyor: “Finans kapital (bir anlamda emperyalizm) kriz yarattı; DSP-MHP-ANAP koalisyonunun üç partisini TBMM’den tasfiye etti; AKP’yi iktidara taşıdı. 2015’te aynı senaryo AKP aleyhine niçin işlemesin?

Bu beklentinin üç bakımdan yanlış ve yanıltıcı olduğunu düşünüyorum.

Bir kere Türkiye ekonomisinin kırılganlığının bugünden yarına krize yol açacağı söylenemez. İkincisi, finans kapital AKP’ye karşı değildir. Son olarak, gündemde seçim yoluyla iktidarın değişmesi değil, faşizme geçişin önlenmesi var.

***

31 Eki 2014

Ekonomik konularda güncel, hep öncelik taşımıştır. Bugünü yaşıyoruz; ülkeyi, ekonomiyi yönetenlerin bugünden yarına değişen kararları ile cebelleşiyoruz; sonuçlarını incelemek zorunda kalıyoruz.

Yine de zaman zaman güncelin ötesine geçmek gerekiyor. “Buraya nereden geldik?” Önce bunu tartışmalıyız ki, “nereye gidiyoruz” sorusuna ışık tutabilelim. Bu nedenle ekonominin geçmişini sık sık hatırlamalıyız; hatırlatmalıyız.

1980  sonrasına (kısaca Türkiye’de neoliberalizme) ait hatırlatmalar öğretici olabilir. Bugün, bu 34 yıllık zaman aralığına, ekonominin en bütüncül göstergesi olan milli gelir hareketlerine (ortalama büyüme hızlarına) odaklanarak bakalım.

***

Tablo, neoliberalizmin Türkiye’deki “büyüme karnesi”ni, dönemlere ayırarak özetliyor. 1980-2013 yıllarının tümünde Türkiye ekonomisinin ortalama yüzde 4,3’lük bir tempoyla büyümüş olduğu belirleniyor. Sadece değinmekle geçelim: “Müdahaleci, karma ekonomi” özellikleri ile tanımlanan 1962-1979 yıllarının ortalama büyüme hızı ise yüzde 6,5’ti.

Sayfalar