Hayır, kastettiğim, çoğunlukla Güneydoğu’da süren PKK ile silahlı çatışma değil. Bunun adı konmuş. Silahlı çatışma, dahası silahlı iç savaş denmiş...
Başka bir şeyden bahsediyorum, daha doğrusu hepimizin bildiği, tek tek karşı çıktığımız veya teşhir ettiğimiz, örneğin 23 Nisan Çocuk Bayramı’nı iptal etmek, Cumhurbaşkanı’nın uçağından ATA adını silmek gibi olayların adını doğru düzgün koymak gerekliliğinden...
Yaşadıklarımızı bir kavram olarak bilince çıkartmazsak...
...eh işte bir iktidarın işgüzarlığı.. bak bunu da yaptı terbiyesizler.. bunlar Atatürk’e zaten karşı, daha ne bekliyordunuz.. kadına bak “reklam arası” dedi 90 yıllık Cumhuriyete..
gibi ucuz tanımlamalarla geçiştirirsek yaşadıklarımızı, içinde bulunduğumuz süreci hiç anlamamış oluruz. Sanırız ki bunlar devrilecekler nasıl olsa, her şey eskisine döner, Cumhuriyet ayakları üzerine oturur...
Orhan Bursalı
Şüphesiz üç yazıdır tartıştıklarımızın hepsi, bu köşenin dışındaki kaynaklar tarafından gündeme getirilen “askeri darbe” üzerine “siyasal” analizleri içeriyor.
Herkesin kafadan salladığı bir durumu somutlaştırma çabası içindeyiz.
Dünkü bitiriş cümlemiz şöyleydi: “Rubin’ler, zaten ordunun defterini dürmüşlerdi, şimdi ise siyasal beklentilerine yanıt verecek bir ordu zaten bulunmuyor...”
Bugün tartışmayı asker diyerek sürdürelim. Demiştik ki asker dış destek olmadan darbe marbe yapamaz. Geçmiş darbeler bunu gösteriyor.
Peki gerçekten yapamaz mı? Şüphesiz ki böyle bir kesin kural olamaz, genellikle veya büyük ölçüde böyledir, diyebiliriz. Mesela, ne zaman asker dış destek olmasa bile siyasal iktidara gerçekten müdahalede bulunabilir, toplum sahnesine çıkar?
Veya, asker geniş bir dış desteği, iç ve dış isteği var diye, siyasal iktidara müdahale eder mi?
Bayan Erdoğan’ın, yani Emine Hanım’ın Türkiye Cumhuriyeti için kullandığı “90 yıllık enkaz” sözleri, benzeri bir başka “90 yıllık arıza” söylemiyle bütünleşerek gündeme denk geldi, iki gün arayla...
Türkiye’ye iki siyasi kamp aynı gözle bakıyor: Yıkılması, çöktürülmesi, değiştirilmesi, ortadan kaldırılması; yerine ya yenisinin kurulması veya parçalanması gereken bir yapı.
Önce Haberdar’da yayımlanan yorumunda Celal Başlangıç, Nusaybin’de Vali’nin bir “teknik arıza” lafını, “Türkiye Cumhuriyeti’nin 90 yıllık teknik arızası”na dönüştürmeyi başarmış. Kürt meselesini kastederek tabii.
Emine Erdoğan da “Türkiye’nin 90 yıllık enkazını kaldırdık” dedi.
Bakın ayrıntısına: “Artık yeni bir kavşaktayız. Türkiye’nin 90 yıllık enkazını kaldırdık. Fakat enkazın altından büyük meseleler çıktı. Nitekim, bugün bu sorunlarla yüzleşiyoruz...”
“Hedeflerini revize edeceksin”, diyordu emekli orgeneral. Demek istiyordu ki, önce sandın ki tuttururum, ama olmadı. Gücüne, yeteneğine, koşullara birkaç gömlek büyük geldi, o zaman her şeyi yeniden gözden geçirip duruma uygun düzeltmeler yapacaksın.
Hükümetin, RTE ve Davutoğlu’nun Suriye politikalarında hiç böyle bir “düzeltme” gördünüz mü? Gerçek duruma uyum sağlayamazsan, bugünkü gibi, burnunu sınırın dışına çıkartamaz duruma gelir ve yalnızlığa mahkûm olursun. Burada söz konusu olan çiftlikleri değil, Türkiye, 78 milyon millet! Kimse onları, git ülkeyi batır, ulusal çıkarlarını çöpe at, diye iktidara getirmedi. Bir nokta vardır ki meşruluklarını kaybederler.
Ne demiştik dün? “Hedeflerin, sahip olduğun kuvvetlerle orantılı olmalıdır.” Bir yemekte sohbet ettiğimiz emekli Orgeneral, dünkü yazımda belirttiğim bu ilkeyi anımsattıktan sonra şunu eklemişti: “Sınırlı gücünüzle sınırsız işler yapamazsınız.”
Sonra bir ilkeyi daha vurguladı: “Reel politikada ideoloji yoktur.” Bu ilkenin de günümüzün en büyük dış politika stratejistlerinden biri olarak nitelendirdiği Kissinger’e ait olduğunu belirtti. İdeoloji, politikalarınıza egemen olursa, sizi reel politikadan uzaklaştırır, başka mecralara kaydırır ve yenilirsiniz...
Hayır, Mars’tan bahsetmiyoruz, konumuz Türkiye, iktidar ve yanlış politikalarla ülkeyi sürüklediği iç ve dış bataklık.
En sonunda haykırmak durumunda kalıyoruz: Türkiye parça parça ölüyor! Mesele bu kadar basittir. Kitlesel katliamlarla, alçaklıklarla kahrolan bir ülke, bir millet! Bugünler şüphesiz ki geçecek ve bu alçaklıkları yapanlar ve paylaşanlar şüphesiz ki çok bedel ödeyecekler.
Fakat iktidar ve yandaşları, Türkiye’yi ölümlerin kıyısına getiren aymazlık politikalarından, öngörüsüzlüklerinden, büyük taktik ve stratejik yanlışlıklarından geri çekilmeye niyetli gözükmüyor. “Ne yani, katil Esad’a mı destek vereceğiz” körlüğü içinde yürüyorlar hâlâ! Türkiye ölüyor, o kafa hâlâ “katil Esad”a takılmış bozuk plak gibi...
Onlara söylüyorum ki, “katil Esad’a takılıp kalman, ülkeyi bir cehenneme çeviriyor farkında değil misin?” Farkındalar da, kulak verdikleri iktidarları bu konuda pozisyonlarını değiştirmedikleri sürece, hınk deyiciliklerinden zerre milim ayrılmazlar! Kişilik için ne feci bir durum!
Yok hayır, Türkiye’den bahsetmiyorum! Niyetim başka bir ülkeyi yazmaktır ama benzerlik hiç de şaşırtıcı değil.
Türkiye de bir kısım kent ve kasabalarını “kendisine ait” sanırken aslında “başkasının” yönetimine geçtiğini; adaleti, vergiyi, kararları, güvenliği o “başkasının” sağladığını görünce, “topraklarını geri kazanmaya” girişti! Güneydoğu’da yaşanan tam da budur! Evlere, mahallelere, yollara, kimsesizliğe, savaş alanlarına bakın....
Tabii, iki yıldır “silah yığınaklarına müdahale edilmesini isteyen 400 başvuruyu engelleyen iktidar ve valileri” ortaklıkla suçlayanlar haklıdır derim. Barış süreci umut tüccarlarının her zaman kaçacak bir bahanesi, aması, suçlayacağı bir başkası vardır. “Bu sorun böyle, iktidarı fayda ilişkileri içinde çözülmez” diyenleri, vay savaş yanlıları diye suçlayanları da burada hiç iyi anmıyorum.
HDP’lilerin “Kürt meselesini çözerse başkanlığını niye desteklemeyelim” mevzisine girdiklerini belirtmiştim. Peki RTE bu desteğe yatar ve HDP ile bir al-ver ilişkisine girer mi? Tek millet, bayrak, devlet diyen RTE’nin müttefiki TSK...
HDP Meclis’te mutlaka yerini almalıdır, şüphesiz. Bu haziran seçimlerinde de görüşümdü. Ama bu görüş eskidi, çünkü HDP Meclis’teki 4. partidir artık ve kimse de onu oradan söküp atamaz. Baksana S. Demirtaş 120 milletvekilinden bahsediyor. Alırsa helal olsun.
Beğenilmeyen 7 Haziran seçimini yenileme kararının ardında, RTE’nin HDP’yi barajın altına itme politikasının yattığını bilmeyen yok. PKK de, savaş başladığında yazdığım gibi, RTE’nin bu politikasına hizmet etmeye başlamıştır. Bunun nedenlerini ayrı bir yazı konusu yapacağım. PKK’nin artık Türkiye’yi demokratik haklar istediği bir vatan olarak görmekten çıkardığını, cihat ülkesi olarak gördüğünü yazacağım.
Belki de PKK-HDP arasında bu konuda bir ayrışma olabilir. Zaten PKK sık sık HDP’yi, mücadeleyi Meclis çatısı altında hapsetmekle suçlamadı mı? Seçimler, parlamentoya girme ve ülkeyi yönetmeye odaklanır. HDP bu noktada kaldığı sürece bu ülkenin yapıtaşıdır. PKK ile görüş ayrılığı şüphesiz HDP içinde tartışma konusu. Ama HDP aynı zamanda PKK’lilerin de partisi! Henüz öyle.
Şehit Binbaşı Yavuz Sonat Güzel’in cenaze töreninde annesinin haykırışı yeri göğü kapladı. Sarfettiği söz ise RTE’yi siyaseten kalbinden vuracak cinstendi: Oğlumu senin PKK’li askerlerin vurdu. İkisi arasındaki illiyet bağını ise RTE bayram öncesi açıklamalarıyla kurmuştu: Valilerimize operasyon yapmayın emrini hükümet vermişti... Ve, barış sürecinde PKK silah yığınağı yaptı ve örgütlendi. Daha önce de MİT temsilcileri sanırım Oslo görüşmeleri çerçevesinde PKK temsilcilerine kentlere silah yığınağı yaptığınızı biliyoruz da demişti.
Şimdi, Güzel’in annesinin böyle bir çıkarsama yapmasının önünde ne engel var? Tabii ki senin PKK’li askerlerin lafı bir metafor.
Amacım şehit düşen askerlerimizin ötesine bakmak bugün. Kaç PKK’li (genç) vurulup düştü? 300, 500, 1000? Sayıyı bilmiyoruz, sadece kestirimler var. Yoo durun, oh oldu, onlar terörist kolaycılığına saplanmayalım. Hepsinin anası-babası var! Ve hepsi de bu ülkede yaşıyor, ama hiç haberimiz olmuyor, duymuyoruz, açıklanmıyor... Ama o evlere de ateş düşüyor... Tabii çocuklarının ölüm haberini alabiliyorlarsa...