Kasım ayı sonunda Antalya’da yapılan 1. Eğitim Kongresi, mesleki tartışmalar dışında yaklaşmakta olan bir ideolojik ve psikolojik gündemin de habercisiydi. Kongre ilk kez Milli Eğitim Bakanlığı tarafından düzenlendi ama önceki yıllarda daha dar kapsamda yapılmaktaydı. Genelde esas konu özel okulların durumu, sorunları, ihtiyaçları ve Bakanlık’la ilişkileriydi. Bu yıl da söz konusu temalar ele alındı ve işçi/işveren ilişkilerini de kapsayan biçimde, bazen hararetin arttığı oturumlarda tartışıldı. Ancak Bakanlığın organizasyonu belli ki bu yıl bir başka temanın daha gündeme gelmesine vesile olmuştu. Muhtemelen bu yönlendirmede eğitimde bir reform ihtiyacını hisseden Bakanlığın da etkisi vardı. Ama belki de asıl etken Türkiye’nin içinde olduğu ‘yeni’ ruh haliydi…
Akşam
Lise öğrencisi Dilan'ın kafatasına gaz fişeği isabet etmesiyle tekstil sektöründe Bangladeş model "istihdam" numunemiz, Hey Tekstil'in işçileri de görünürlük kazandı.
Dilan'ın komaya girmesi ve "örgüt üyesi" ilan edilmesinde Hey Tekstil'in özlük haklarını vermeden işten attığı işçi babasının tam 450 gündür 240 arkadaşıyla sürdüğü direnişin mühim payı vardı. Bangladeş'te çöken Rana Plaza'da bulunan beş konfeksiyon atölyesi aylık 39 dolara çoğu kadın 3 bin kişiyle çökerken "küreselleşmenin" uzak coğrafyalardaki çürük ve ucuzcu kirişleri de sallanmış ve Mango, Benetton, Zara gibi küresel markalara üretim yapan duvarları "çatlak" plazanın altında kalan bin kişinin çıkarılamayan cesetlerinin değil "arsız kâr iştahının" kokusu ülkemize kadar yayılmıştı.
Eğer gözünüzdeki bağı biraz gevşetirseniz bu yıl 1 Mayıs alanında gözünüze görünmeyen "kalabalıkları" seçerdiniz... Çünkü günde 39 dolara haftada 84 saat gece gündüz kapanmayan atölyelerde çoluk-çocuk çalışan 350 kişinin cesetlerinin hâlâ çıkarıldığı Bangladeş'le rekabete "girişen" Türkiye'nin "ölü işçileri de" 1 Mayıs'a katılıyordu. Ne de olsa Türkiyeli patronlar "havadan" ucuz Bangladeş'e yatırım yaparken 25 milyon çalışanın 11milyonu kayıtsız, güvencesiz çalıştığı Türkiye'deki "iş hayatını" katı bulduklarından yakınıyorlardı. Oysa "bol ve ucuz işçi kanıyla sulanmış" Türkiye büyümesinin ardındaki "insan kırımını", sayıları "beş-sekiz ne fark eder" der, son on yılda 10 bin insanımızın canını alan "milli zenginleşme" vahşetimizle pekâlâ Bangladeş'le yarışırdık.
“İnsan Kaynakları Yönetiminde İşten Çıkarma Stratejileri” başlıklı konferansı görüp de “Vay canına sahiden küçük Amerika olmuşuz!” diyecek birçok safdil çıkabilirdi.
Bu oksimoron irisi başlıklı konferans, 27 Nisan Cumartesi günü Boğaziçi Eğitim ve Danışmanlık şirketi tarafında Sheraton Maslak Oteli’nde düzenleniyordu.
Kapitalist iş kültürünü Batı’dan arak tercüme slogan ve metin düzeyinde doğrudan pazarlamaya pek meraklı Turkish eğitim ve danışmanlık şirketlerimiz “işten adam atma stratejilerine de” el atmıştı. Genellikle işletmenin SMS atarak “yarın işe gelmeyin” ya da akşam servis otobüsünde “iş akdiniz feshedildi” açıklamasından ibaret “mahalli işten atma stratejilerimiz” programda var mı bilmiyorduk!
İş cinayetlerinde ölen işçilerin "yaşını daha da düşürecek" ve artan çocuk ve genç işçi ölümleriyle "vahşi birikim bölgesi" diye küresel sermayeyi cezbedecek yasa, geçen hafta Resmi Gazete'de yayımlandı.
Avrupa ve yakın Asya'nın en genç ve sessiz iş piyasasını kurmayı öteden beri planlayan, katma değeri yüksek üretim yapamayan Türkiye, iş gücünü "Asyalılaştırarak" küresel rekabette kendine yer arıyordu.
Ve küçücük bir değişiklikle 16 yaşındaki çocukların artık kiremit, tuğla ve plastik imalatı gibi "tehlikeli" iş kollarında yasal olarak çalıştırabilmeleri "yasallaşmıştı". Böylece evrensel ve iç hukuk normlarınca "erişkin" kabul edilmeyen 16 yaşında deneyimsiz, eğitimsiz çocuklar, tehlikeli ve ağır işlere yerleştirilip; yanıcı, patlayıcı sanayi bölgelerimizde "emek maliyetleri" yarıya indirilecekti.
Her hafta pimi çekilmiş bomba düzeneğine benzer koşullarda 'hızlı' üretim yapan bir işletme patlıyor ve etraflıca 'olay mahalli incelemesi' sonucu olmadan kaç kişinin, DNA tespiti yapılmadan da kimin öldüğünü bilen çıkmıyordu. Asit tankları, sıkışan metan gazı, tazyiki yükselmiş buhar kazanı, patlayıcı, parlayıcı, uçucu ne varsa bir arada istiflenmiş ihracata dayalı taşeron-tedarikçi üretim havzalarındaki toplu kıyımlarda işçiler alev alev yanıyordu. Spekülatif ihracat rakamlarıyla dosta düşmana fiyaka yapan Türkiye'de devletin teşvikleriyle desteklenen küçük tüccar işletmelerin 'kuralsız kapitalistleşme evresine' kontrolsüzce intibak ederlerken işçilerin iş güvenliği değil 'yaşam güvenliği' sona eriyordu. Başbakan'ın her fırsatta 'büyüme kalkınmayı' yücelttiği söylemi ve plaketlerle gönendirdiği girişimcilerin arka fonunda her gün en az beş ölü işçi kontenjanıyla kitlesel 'işçi mezarlığı' kat üstüne kat yükseliyordu...
Geçtiğimiz yıl yaz aylarında kıdem tazminatı konusu en çok tartışılan konulardan biri oldu. Çokça tartışılmasının nedeni, kıdem tazminatlarının bir fonda toplanacak olması ve yıl bazında 30 gün üzerinden hesaplanan kıdem tazminatı hakkının 13 ila 14 güne düşmesiydi. ÇALIŞMA Bakanlığı bürokratlarının hazırladığı 'Bireysel Kıdem Tazminatı Fonu' yasa taslağı yeni düzenlemeler getiriyordu. Nitekim son hükümet programında çok açık ifadelerle yer bulan fon kurulması fikri bu taslakta yer alıyordu. Fon sisteminde işverenin her işçisi için açılacak fon hesabına prim gibi para yatırması ve kıdem tazminatının bu fonda birikmesi temel düşünceydi.
Batı kapitalizmine Davos'da karlar altında kaşmir paltosuyla 'her çeyrekte büyüme dersi' veren hükümet, sermayenin sipariş ettiği teşvik paketleriyle Güneydoğu'dan 'Çin çıkartmaya' kalkışırken, sıra kamu çalışanlarının gecikmiş zammına gelince Yunanistan'a benzeme korkusuna sarılıveriyordu.
Tabii ki hangisi Türkiye'nin gerçeğidir, çetrefilli bir soruydu çünkü meselemiz kamu çalışanlarına yapılacak zam kırıntısı ise Avrasya Kaplanı anında küresel finansının sömürgeleştirmeye çalıştığı Yunanistan'a dönüşüyordu.
Bu çok kullanışlı binbir yüzlü ekonomik kimliğimiz yere ve koşullara göre genellikle Küçük Amerika ve Küçük Çin arasında gidip gelirken bu defa ibre Yunanistan'da durmuştu.
Hükümetle sendikalar arasında yapılan içinden 'grev hakkı' Anayasa değişikliğiyle çıkartılmış toplu sözleşme görüşmelerinde ki,aslında grev hakkı yasaklı toplantının adı olsa olsa toplu buluşmaydı.